Türkiye’de Ali, Rojava’da Hüseyin olma zamanı

Serin ama güneşli bir Eylül sabahı, İstanbul Kadıköy’de Kobani’ye doğru yola çıkmak için buluştuk. Aynı anda bir bölüm dostumuz da Alevilerin genel sorunlarının yanı sıra, eğitim sisteminde yapılan yeni düzenlemeler ve uygulamalara karşı başlatılan “Dergâhlardan Ankara’ya” yürüyüşe destek amaçlı toplanmıştı. Sayıları 15’e yaklaşan dergâhtan Ankara’ya başlatılan ve 12 Ekim’de Ankara’da bir mitingle son bulması planlanan yürüyüşle, Aleviler uzun zamandır Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından düzenlenen dinci ve asimilasyonist eğitim politikalarına karşı ve temel insan haklarına sahip çıkarak dünyaya seslerini duyurmak istiyorlar. Onlar Ankara’ya, biz de Alevi Bektaşi Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, Alevi Kültür Dernekleri, Zülfikar Gazetesi, TV 10 ve Levh-i Kalem Fikir topluluğu temsilcileri olarak, Kobani’ye doğru yola çıkacaktık. Amacımız Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) terör çetelerinin uyguladığı mezalime karşı mazlumlarla dayanışma içinde olduğumuzu ve Ezidilerden sonra Kürt halkının da yanında yer aldığımızı yerinde haykırmaktı.

Dostlarımızı uğurladıktan sonra biz de kendi otobüsümüze binip yola çıkmaya hazırlandığımız esnada, otobüsümüzün önü trafik ekipleri ve sivil polisler tarafından kesildi. Maltepe Belediyesi tarafından tahsis edilen otobüsün üzerindeki belediye logosunun mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle aracımızın bağlanacağı söylendi. Tabii hiç birimiz bunun doğru olmadığını, asıl yapılmak istenenin biz Alevilerin Kobani’ye gidişini engellemek olduğunu gayet iyi biliyorduk. Türkiye’deki uygulamaları ve özellikle AKP iktidarına ve onun belediyelerine ait hiçbir araca böylesi bir uygulamanın bırakın yapılmasını, düşünülmesinin bile imkânsız olduğunu bu ülkede yaşayan herkes bilir. Uzun tartışma ve telefon görüşmelerinden sonra nihayet aracımız saatler sonra da olsa hareket edebildi.

Yolumuz uzundu ve oraya gidince nasıl bir tabloyla karşılaşacağımızı (aşağı yukarı tahmin etsek de) bilmiyorduk. Devletin resmi veya özel olup da iktidarın borazanı haline gelmiş medyasının, bölgeye ve yaşananlara dair yansıttıklarının yalan dolan ve saptırma-yönlendirme amaçlı yayınlar olduğunun bilincindeydik. Gece boyunca ağır bir hava eşliğinde aramızda sohbetlerle yolculuk ettik.

Bölgeye vardığımızda karşılaştığımız manzara çarpıcıydı. Kelimenin tam anlamıyla insanlık tarihindeki geri bir aşamada takılıp kalmış bir coğrafyaya girdiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Bunun fiziki olarak bir gerçeklik payı da var çünkü parçalanmış bir halkın geri bıraktırılmış toprakları burası. Zaten uzun zamandır verilen mücadele de bunun değişmesi için. Son yıllarda başlatılan çözüm ve barış süreciyle birlikte bölge insanına ve tüm Türkiye’ye verilen demokrasi ve insanca yaşam konularındaki sözlere rağmen, bölgedeki genel manzara hala bir sömürge coğrafyası görünümünde. Devletin ve idarenin görünen ve halkla muhatap olan yüzü despot, fütursuz ve ceberut güvenlik ve kolluk kuvvetlerinden müteşekkil. Sanki 2014 Türkiye’sinde değil, geçen yüzyıldan kalma bir müstemleke coğrafyada dolaşıyorsunuz.

Suruç’un sokaklarına ilk adım attığımızda ortada olağanüstü bir durum yaşandığını hemen hissediyorsunuz. Günlerdir süren IŞİD saldırıları ve vahşetinden kaçıp gelmek zorunda kalan Kobanililer ve durumu yerinde görmek için dünyanın her yerinden gelenlerle birlikte, kentin nüfusu bir anda üç katına yaklaşmış durumda. Her tarafta canlı bir hareket ve koşturma hali hâkim. Başta Suruç Belediyesi olmak üzere, halk Kobani’den gelen mağdurlara yardım etmek için seferber olmuş vaziyette. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden yardıma ve desteğe gelmiş birçok sivil toplum kuruluşu ve bireysel çaba gösterenler, bir o kadar da bunları izlemeye gelen ve ne olup bittiğini takip eden resmi devlet görevlileri…

Batıda özellikle medya aracılığıyla gelenlere devletin yardım ettiğine dair yapılan haberlerin aksine, orada sadece Suruç Belediyesi ve halkın candan çabası dışında yapılan bir çalışmaya tanık olmadık. Gelen savaş mağduru konukların durumları oldukça perişan. Kalacak yer, barınma, temizlik ve beslenme noktalarında ciddi sıkıntılar var ve bu konuda sadece belediye, sivil toplum kuruluşları ve akrabalık bağı bulunan yerel halk dışından mücadele eden kimse yok. İnsanlar sokaklarda, parklarda ve boş işyeri ya da düğün salonu gibi mekânlarda imkânsızlıklar içinde yaşam mücadelesi veriyor. Çocukların bırakın eğitim, oyun, sağlık gibi ihtiyaçlarını, giyecek ve yiyecek gibi temel gereksinmeleri dahi yok. Zaten bir kısmı da büyükleri tarafından bırakılıp gidiliyor. Çünkü büyükleri onların en azından can güvenliğini sağladıklarını düşünüp, tekrar IŞİD ile savaşmak için Kobani’ye dönüyorlar…

Kobani’ye destek ziyaretimizde, başta HDP Mersin Milletvekili Etuğrul Kürkçü ile DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek olmak üzere, bizi karşılayanlar ve orada görüştüğümüz kurum ve temsilciler başka bir tablo anlattılar. Daha sonra gelen mağdurlar ve sınır boyunca yaptığımız görüşme ve incelemeler de bunu doğrular nitelikteydi. Türkiye Cumhuriyeti ve AKP Hükümeti eli kanlı IŞİD çetelerine açık ve gizli destek vermekle kalmıyor, savaş mağdurları ve gelenlerin sayısını oldukça abartarak sınırda istediği bir güvenli ya da tampon bölge inşasına yönelik uluslararası kamuoyunu yönlendirmeye çalışıyor. Amacın bu vesileyle her türlü yardım çabasına dönük iyice izole ettiği ve ağır silahlarla teçhiz edilmiş IŞİD’in sürekli saldırdığı Suriye Kürdistanı Rojava’daki Kürt oluşumunu yok etmek olduğu anlaşılıyor.

Sonuç itibariyle, Aleviler olarak, her nerede olursa olsun ezilen ve şiddete, katliama uğrayan mazlum halkların yanında yer aldığımızı ve insanlık davasında taraf olduğumuzu göstermek amacıyla yaptığımız ziyarette, temaslarımızın yanı sıra sınır boyunda farklı köylere de uğradık. Bunlar sırasıyla sınıra sıfır noktasında bulunan Alizer köyü, mültecilerin barınmaya çalıştığı Kop köyü, Devşan köyü ve Mürşitpınar Sınır Kapısı olmak üzere dört ayrı noktaydı. Suruç merkez ve buralarda edindiğimiz izlenimler, devlet ya da hükümetin sınırdan geçenlere hiç bir yardım yapmadığı, gelenleri de Suruç dışına gitmeye zorladığı yönünde. Çatışmaların çok yoğun olduğu bölgelerin sınıra çok yakın olduğu ve gözle izlendiği, burada güvenli olmayan ve çok az insanın barınabileceği boş çadırlar gördük. Ayrıca sınırda bekletilen ve eziyet edilen, çoluk çocuk çok sayıda Kobanili sığınmacı var. Geri gidişlerinde bile ciddi sıkıntı yaşatılıyor ve en ufak bir toplu harekette gaz bombalarıyla müdahale ediliyor. (Bu yolculuğumuzu gerçekleştirip döndükten sonraki günlerde, IŞİD barbar çeteleri –yine Türkiye ve dünyanın seyirci kalmasıyla- saldırılarını alabildiğine yoğunlaştırdı. Buna mukabil PYD ve YPG güçlerinin bu şiddetli saldırıya karşılık kısıtlı imkânlarla ölümüne direnişleri hala devam etmekte. Ek olarak AKP Hükümeti bölgeye yönelik olarak bir askeri harekât amacıyla kullanabileceği ve müdahalenin yolunu açan sınırötesi tezkereyi Meclis’ten geçirmeyi başardı. Gelişmeleri ve yaşanacakların seyrini önümüzdeki günlerde izlemeye devam edeceğiz.)

Bütün bunların ışığında ve Rojava bölgesinin Kürtlerin kontrolüne geçtiği günden bu yana gerek Davutoğlu, gerekse de Recep Tayyip Erdoğan’ın bu duruma izin verilmeyeceği yönündeki açıklamaları, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin arzusunu net açıklıyor. Türkiye kendi topraklarındaki Kürt sorununu çözmek bir yana, ülke toprakları dışındaki Kürt bölgelerinde bile onların lehine bir duruma tahammül gösterememektedir.

Çok sıcak gelişmelerin yaşandığı ve çatışmaların şiddetli ve had safhada seyrettiği bölgemizde yaşananlar bizleri çok yakından ilgilendirmektedir. Yanı başımızdaki sınırların yeniden düzenlenerek, yeni dengelerin oluşturulmaya çalışıldığı bir zalimler ve mazlumlar savaşının göbeğine düşmemiz an meselesi. Burada Alevi toplumu olarak bilmemiz gereken öncelikli gerçek, yolumuzun ve inancımızın gereği mazlumun yanında yer almamız gerekliliğidir.

Ülke sınırları içinde başta eğitim olmak üzere, her zeminde bizleri asimile ve yok etmek için her türlü sinsi yola başvuran yezitlere karşı, Şah-ı Merdan Ali ve Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin işaret ettiği bilim ve eğitime sahip çıkmak; dışarda her türlü şer odağının beslemesi olarak azgınca insanlığa saldıran IŞİD ve benzeri barbarlara karşı, mazlumların yanında Şah-ı Kerbela Hüseyin gibi dimdik durmak yolumuzun gereği, boynumuzun borcudur.

 

EN SON EKLENENLER