Öyle bir yerdeyiz ki…

12 Eylül geçmişti ülkenin üzerinden.  Şiirler, şarkılar bıçak gibi kesilmişti. Evlerde bir tek ölüm konuşuluyordu, korkuyla ve alt perdeden.  Sözcükler yara bere içindeydi, zaman dilsizdi. Kalbi kırık çocuklar dolaşıyordu ülkenin dört bir yanında. Biri konuşsa diğerleri hep birden ağlayacaktı, susuyorlardı. Eylül geçmek bilmiyordu.

Bir ses duyuldu sonra. Kırık kalpli çocukların kulağına fısıldıyor, kalplerine dokunuyordu.

‘.Çok uzakta öyle bir yer var

O yerlerde mutluluk var

Paylaşılmaya hazır bir hayat var.’

Öyle güçlüydü ki sesi baştanbaşa sarıyordu ülkeyi. Elden ele dolaşıyordu kasetleri. Bir araya gelip onu dinlemek büyük bir ibadete dönüşüyordu evlerde. Sesi tanıdıktı herkese, yitirdiklerini, hiç usanmadan beklediklerini anımsatıyordu.

‘.Beni burada arama anne,

Kapıda adımı sorma

Saçlarına yıldız düşmüş koparma anne, ağlama.’

Nevzat Çelik, Atilla İlhan, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Arkadaş Özger, Yusuf Hayaloğlu. Şiirlere can veriyordu sesi. Acı kabuk bağlıyor, dağlarda yaralarını sarıyor, sokağa çıkıyordu çocuklar. Konserlerinde hınca hınç doluyordu salonlar. Şiirler, şarkılar ‘Eylüle isyan gibi’ dökülüyordu Ahmet Kaya’nın dilinden.

Dağ yamaçlarında, sokaklarda öldürülüyordu gençler, köyler birer birer ateşe veriliyordu. Ülkenin bir tarafı aldığı her nefeste ölümü hissederken, diğer tarafı renkli televizyona geçmenin heyecanını yaşıyordu. Yaprak döküyordu yani bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe.

Dağlarda bambaşka bir rüzgâr esiyordu. Öyle güçlü bir rüzgâr ki sokakları, pencerelerinden girdiği evleri serinletiyordu. Yüzünü dağlara dönüyordu Ahmet Kaya, ‘Şarkılarım Dağlara’ diyordu. Seveni de sevmeyeni de çoğalıyordu. Televizyonlara çıkıyordu. Tepeden tırnağa öfke ve nefret dilinin yayıldığı topraklarda, ‘İki gözüm’ diyordu kendisine nefretle bakanlara bile. ‘Barış’ diye haykırıyordu gür sesiyle, daha çok kan isteyenlere inat.

Bir gece mikrofonu eline aldı Ahmet Kaya. ‘Anadilimde şarkı söyleyeceğim’ dedi. Kan emiciler ve onların sofralarında karnını doyuran soytarıları tahammül edemediler, öfke ile yürüdüler üzerine. Bu ülke kaldıramazmış öyle sözleri. Türkçeden başka dil konuşulamazmış bu ülkede. Ne yazık ki bu ülkenin tek bir resmi dili vardı, o da ‘Nefret’ diliydi.

Dilinden dökülemeyen sözcükler, kalbinde büyük bir acıyla, yakıcı bir sürgün bekliyordu Ahmet Kaya’yı.

‘Sürgün; bir ağacın kökünün, kendi yaşam alanları olan havadan, sudan koparılmasına benzer.’ demiş ya şair, Ahmet Kaya da susuz, nefessiz kaldı. Ve dayanamadı. Tıpkı Nazım gibi, tıpkı Yılmaz Güney gibi doğduğu toprakları bir daha göremeden, sürgünde, yaşamını kaybetti. Aslında ülkesinden çok uzağa sürgün edilerek öldürüldü Ahmet Kaya.

Aradan 14 yıl geçti. Çok şey değişti. Ahmet Kaya’yı linç edenlerden kimi bu büyük lekeyi nafile çabalarla silmeye çalışırken kimiyse çoktan tarihin çöplüğünde kaybolup gitti. Ama Ahmet Kaya halkın kalbinin en temiz yerinde, en onurlu haliyle yaşamaya devam ediyor.

EN SON EKLENENLER