Eğitim ve Çağdaşlık

MEHMET KABADAYI

Osmanlılar döneminde 2.Mahmut’tan başlayarak 1. ve 2. Meşruiyet dönemlerine dek, “yeni eğitim arayışları” süregelmiştir. Osmanlıların son dönemlerinde, Pan-Türkizm, Pan-İslamizm ideolojileri, eğitim kurumlarının programlarına alınmaya çalışılmıştır. (Bu ideolojiler daha çok yıkılışa yardım çağrılardır.)

Bunların yanında yenileşmenin kökeni Batı’da ve Avrupa’nın aydınlanma hareketlerinden elde edilen burjuva rasyonel-müspet görüşleri, Osmanlı okullara getirilmek istenmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da İttihat Terakki’nin ideolojisi cumhuriyet okullarına alınmıştır. Biliyorsunuz, Missak-ı Milli’nin Sınırları emperyalistler tarafından Lozan’da çizilmişti. Dönemin egemenleri çizilmiş olan sınırlara hiç zaman geçirmeden “ulusçuluk” bayrağını çektiler. Ve Anadolu topraklarında yaşayan çeşitli halkları, tek bayrak, tek millet,  tek dil, tek din, tek mezhep yani tekçilik potasının altında topladılar. Böylece Halkların, etnik ve inanç gruplarının gelenek-görenekleri, dilleri, inançları, kültürleri, “tahakküm” altına alınmış oldu. Burada asıl amaç başka etnik kimlikler ve inanç kimlikleri bu pota altında eritilecektir. Devamında toplumsal sınıflar da inkâr edilerek, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” naraları atılarak ve bunun arkasından da “Ne Mutlu Türküm Diyene” cilası yapılarak Türk ulusçuluğu ortaya konmuştur. TC’nin temelleri böyle atıldıktan sonra bu yolda, bu doğrultuda ülke insanlarının eğitimine başlanılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında nasıl temel yasalar Fransa’dan, İtalya’dan, İsviçre’den ve benzeri ülkelerden alınmışsa, eğitim sistemleri için de Batı’ya yönelinmiştir. Önce Fransa, sonra Almanya eğitim sistemleri alınmış ve TC okullarında uygulamaya konulmuştur. Yani bu konuda da Batı’lıların görüşlerine başvurulmuştur. Cumhuriyet idarecileri eğitim sisteminin şekillendirilmesi için, 1925 yılında Almanya’dan Kühne, 1927 yılında Belçika’dan Omar Buyze, 1932 yılında İsveçre’den Albert Malehe çağrılarak, Türk eğitimi üzerine geniş raporlar hazırlamışlardır.

1930’lu yıllar, Kemalist ideolojinin pekiştirildiği yıllardır. Kemalist ideolojinin tekçi-ırkçı, “Türk-İslam-Sentezci” damgası uzun yıllar yani günümüze kadar izlerini sürdürecektir. Potayı (kalıbı) sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için 1931’de Türk Tarih Kurumu (TTK) oluşturulmuştur. Bu kurumla, Türk ırkının “üstün ırk” olduğu ve yeryüzündeki birçok ulusların Türk ırkından geldikleri ileri sürülecektir ve“Türklük” üstün ırktır denilerek, ırkçılık yapılacaktır. Hemen bunun arkasında Türk Dil Kurumu (TDK) kurulmuş ve “Güneş Dil Teorisi” öne çıkarılarak birçok ulusların dillerinin de Türk dilinden geldiği savı ortaya atılmıştır. Bundan Sonra TC sınırları içerisinde her eylem, her düşünüş bu “kalıp”lara göre oluşturulmuş, ulusalcı eğitim ona göre şekillendirilmiştir. Onlara göre, her şey iyiydi, hoştu ama bu “halkanın” bir yanı eksikti. Açılan okullar, ancak şehir ve kasabalara kadar uzanabiliyordu. Oysa Kemalizm ülkenin dört bir yanına yayılması gerekiyordu ve yeni yetişecek olan insanlara tek renk verecek olan ideolojiyi “şırıngalamak” gerekiyordu. Önemli sorun bu noktada düğümleniyordu, bu resmi ideoloji (Kemalizm) ülkenin dört bir yanına nasıl ulaştırılacaktı? Nüfusun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyordu, onlar bu eğitimden (okuma-yazmadan) yoksundular. Hemen İzmir İktisat Kongresinde, köy okullarına önem verilmesi kararı alındı. Bu karar çerçevesinde “köy enstitülerinin oluşturulmasına gidildi. Yeni kurulacak olan bu okullara köylerden çocuklar alınacak, belirli bir eğitim sürecinden geçirildikten sonra tekrar geldikleri köylerine “öğretmen” (eğitmen) olarak gönderileceklerdi. Bu “öğretmenler” (eğitmenler) köylerindeki insanlara yediden yetmişe okuma-yazma öğreteceklerdi, bunun yanında köylülere tarım işlerinde de yardımcı olacaklardı. Böylelikle, devletçe tasarlanan plan devreye sokulup ilk adım atılmış olacaktı. Bu vesileyle (devletçe en önemli sayılan) resmi ideolojinin köylülere aynı öğretmenler tarafından aşılanması sağlanacaktı. Yani bu öğretmenler kendi köylerinde “dönüşüme” (asimilasyona) öncülük edeceklerdi.

Tekçi-inkârcı devlet tasarım planınca, resmi ideolojinin tek tip okullar aracılığıyla yığınlara ulaşması, yeterli olamazdı. Bunun için de Yatılı Bölge Okulları (YBO) düşünüldü ve gerçekleştirildi. Bu okullar, devlet için büyük önem taşıyordu. O nedenle de bu okullar yatılı olup dört-beş köyün çocuklarını “kucağında barındıracak” ve eğitecekti. Böylece bu okullar, resmi ideolojinin fidelikleri olacaktı. (Hani ne ekersen onu biçersin misali gibi.) Bu fideliklerde Anadolu halklarının (Laz, Çerkez, Kürt, Boşnak, Arap, Ermeni, Gürcü vb.) çocukları, resmi ideolojinin “sularıyla sulanacaklar”, yetişecekler, Türklüğe, Kemalizm’e asimile olacaklardı. Türk Milliyetçilerine göre “Köy Enstitüleri birer ulusal eğitim yuvalarıydı.” Bunların dedikleri, ortaya atıkları sav yüzde yüz doğrudur. Gerçekten köy enstitüleri, ulusal (tekçi-inkârcı) eğitimin uygulandığı yerlerdir. Açılan tüm okullarda olduğu gibi Köy Enstitülerinde de ders programları tamamen Kemalist ideolojiyle donatılmış ve herkes bu kapta biriken sudan içmek zorunda bırakılmıştır. Diğer okullarda olduğu gibi bu okullara alınan köy çocuklarına “sınıf bilinci” yerine, “Türk-İslam-Sentezi”yle sentezlenerek “ulus bilinci” verilmiştir, sınıf bilincini kaybeden insanların gelecekleri ne olacaktır? Ne olacağı sorusunun yanıtı da bugünkü “Türk” toplumunun görüntüsüdür. Ulus ne demek? Ulus, tüm sınıf ve tabakaları içine alan bir kavram anıtıdır. Bu anıtsa devletindir ona kimse el süremez, dokunamaz. Ulus-Devlet, tüm sınıf ve tabakaları bir potada eritip herkesi aynı renkte görmek istemektedir. Açıkçası ulus-devlet, “sınıfları” görmezlikten gelmektedir ve halkları, çalışanları ve üretenleri bir saymaktadır. Yani sınırları içinde yaşayan halkların hepsini bir “ulus” tenceresinde pişirmek istemektedir.

Sözde köy enstitülerinin amaçları arasında, köylüleri okur-yazar duruma getirmek, insanları “cehaletten” kurtarmak ve tarımda onlara öncülük etmek vardır. Köy enstitülerinin, bölge okullarının, halk evlerinin asıl amaçları, Kemalist ideolojiyi yurdun dört bir yanına yaymaktır. Bu kurumların ulus-devlet ideolojisini yayan kurumlar olmasına rağmen, bir kesim, devamlı köy enstitülerinin çağdaş eğitim yuvaları olduğu tezini ortaya sürmüştür, hala da bu görüşte olanlar çoğunluktadır. Özellikle köy enstitüsü çıkışlılar, “biz çağdaş eğitimden” geçmiş insanlarız derler. Ve bizler “müspet eğitim yuvalarında eğitilmiş kişileriz” vb. diyerek kendilerini ilerici olarak gösterirler. Gerçekten köy enstitüleri, çağdaş eğitim kurumları mıydı? Yoksa belli bir ideolojinin -Kemalizmin- insan beyinlerine zorla aşı yapıldığı yer miydi? Ya da çağdaşlıkla Türk resmi (Tekçi-İnkârcı, Türk-İslam-Sentezi) ideolojisinin işlevleri aynı mıydı?

Toplumlar ve bireyler özlemlerini, istemlerini zaman, zaman dile getirirler. Örneğin “çağdaş uygarlık düzeyine çıkacağız”, çağdaş hukukçular, çağdaş gazeteciler, çağdaş mühendisler vb. Böyle söylemlerle ortaya çıkanlar kendilerini uygar, çağdaş sanmaktadırlar. Oysa çağdaş denilen ve özlenen kapitalizm çağıdır. Çağdaşlık söylemi Batı’da dört yüz yıldan beri söylene gelmektedir. Demek ki bu söylem, sınıfsız toplum aşamasına dek sürecektir. Ondan sonra, çağdaşlık anlayışı değişecektir. Evet, bugünkü çağ, kapitalizm çağıdır. Yani katı mülkiyetçiliğin insan öznesini yok saydığı, kendi kendilerine yabancılaştıran, “insan sürülerinin” oluşturduğu bir çağdır bu dönem. “Çağdaşlık uygarlık” da aynı anlama gelmektedir. Kapitalizm bir uygarlık yaratıyorsa, bu uygarlık da insanları yutuyor ve kendi değirmeninde öğütüyorsa, uygarlık denilen şey, insanı yok sayıyorsa o zaman bunun adı uygarlık mı olur? Çağdaşlık, çağdaş eğitim ve bunları istemekle çağdaş olunmaz zaten olunmamaktadır da. Çağdaşlık ileri düşünceye sahip olmakla ilgilidir. Bugünkü çağdaşlık özlemcileri yine TC’nin ilk kurulduğu yıllardakiler gibi ya batı çağdaşlığının ve uygarlığının özlemini çekmektedirler ya da bugünkü kapitalist düzeni daha uygar görmektedirler ve ondan yana tavır koymaktadırlar. Bu konuyu şöyle özetlemek olası: İnsan bilinçsiz çalışmakla, üretmekle, tekniği öğrenmekle, devletin kurduğu en yüksek okullardan ve paralı özel okullardan diploma almakla hatta bilim dallarının herhangi bir dalında, basamağında bulunmakla uygar olunmamaktadır. Uygarlık dış etmenlerle, alt yapıyla gelmiyor ortaya. Uygar olma, kişinin kafa eğitimiyle, yani “üst insana” geçişle oluşmaktadır ya da öyle oluşacaktır.

O zaman çağını yırtacak olan insanın özellikleri (düzenin okullarına, eğitimine karşın) neler olmalıdır? Önce yolun üstündeki olgulara, olaylara sınıfsal gözlükle bakıp, onların çözümlemesini yapabilmektir. Bunun yanında okuyan-düşünen, araştıran, değerlendiren, sorgulayan, yargılayan, başkaldıran, alternatif vb. bir kişiliği edinmek gerekmektedir. Yoksa “biz çağdaş eğitimden geçtik” diyerek, bilinçsiz emek vererek, amirine-memuruna boyun eğerek, evet efendim, baş üstüne efendim, siz bilirsiniz vb. diyen zavallı insan tipini oluşturan, ezilmişliği, yenilmişliği ilk baştan kabul eden insanlar, olsa, olsa kapitalizm çağının insanı olabilirler… Sonra “çağdaşlık” acaba sadece eğitimle mi olur ya da olacaktır?

Bu kapitalist sistemin okullarında alınan eğitim, insanı “çağdaşlığa” götürebilir mi? Çağdaşlık, tüm insani değerlerin kişilerde toplanmasıyla olanaklıdır. Bir kişi insansal değerlerle yetişmemişse, hala feodalizmin bataklıklarında ya da idealizmin çukurunda çıkamamışsa böyle bir kişi ya da kişiler nasıl çağdaş olabilecekler?

EN SON EKLENENLER