Terolar, kadınlar ve toprağın anlattıkları

“Başlangıçta ilkesel deniz vardı gök ve yerin birliğinden oluşan” der Sümer yaratılış mitosu. Sonrasında ise gök eril olur yer dişil. İkisinin buluşması ise bereketi doğurur. Yazılı tarihte doğa-insan, kadın-erkek kutuplarının bilinen ilk duailistik anlatımıdır bu. Toprak ve yeryüzü kadın olarak cinsiyetlendirilir. Gök erilleştirilir.

Doğanın toplumsal cinsiyet yoluyla ikiye ayrılış süreci aynı zamanda insanlık tarihi açısından derin izler bırakır. Doğa-insan, kadın erkek arasındaki ikililik bir tamamlayıcılık ilişkisinden çıkıp cinsiyetçi bir ayrıma dönüştürülür. Bu değişim tarihsel süreçlere de damgasını vurarak günümüze kadar kadın ve doğanın kırımı olarak varlığını sürdürür.

Toprak ve kadın arasında gelişen bu süreç elbette ki rastlantısal değildir. Bu nedenle toprak ve kadın iktidar yapılarının doğrudan hedefidir. Toprak üzerinde yaşayanlar ve yaşam ilişkileriyle bütünsellik oluşturduğundan aidiyettir, tarihtir ve gelecektir. Egemenler ve işgalciler bu ilişkinin bir kültürel yatak olduğunun bilinciyle aynı anda ikisine de göz koyarlar. Bu anlamda işgal, talan, el koymak gibi olgular erkek egemen iktidarı besleyen cinsiyetçi kodlardır.

Şimdilerde Maraş’ta yaşanan kırımın tam olarak böylesine bir sömürü ilişkisiyle ilgisi vardır. Ancak egemenlerin göz diktiği sadece topraklar değildir. Tarihsel örneklerde görüldüğü gibi o topraklar üzerinde varlığını koruyan bütün değerleriyle birlikte yok edilmek istenmektedir.

Terolar’daki direnişin 22. gününü izlerken o fotoğraf karelerine yansıyan kadınların duruşu bizlere tarihin derinliklerinden gelen bir hakikati yani kadın ve toprak ilişkisini anlatmak ister gibidir.

Toprağın üstünde sıra sıra oturan kadınların yüz ifadelerine yansıyan ise derin bir acıdır. Arkalarında dizilmiş postallar toprağa saplanmış bir hançer gibidir. Toprağın kanayan yönü o kadınların yüz hatlarına işlenmiş tarihsel acının simgesel ifadesidir. O köyde direnişi ilk başlatanların kadınların olması tesadüf olmasa gerek. Koşa koşa postallıların önüne kendilerini atan bu kadınlar kendilerinde saklı olan bir tarihsel aklı dinleyerek direnişe duruyorsa elbette ki toprağın seslenişine kulak verdiklerindendir.

O kadınlar ki, Kızılbaş Kürtlüğün kültürel değerlerini ve yol-erkânın geleneksel temsili olan Ate Elifi içlerinde taşıyanlardır. Kendi kökleri üzerinde yükselen tarihsel değerler karşısında, kadın rızalık vermeden hayatın akışının ters gittiğine inanan bir algıydı onlarınki. Toprak savunulmalı, korunmalıydı. Üstünde temsil ettiği kutsal mekânlarıyla, ziyaretleriyle, taşlarıyla, ağaçlarıyla, kuşları ve ekinleriyle toprak kendisi gibi kalmalıydı. “Ana, lokma ve ocak” olarak kutsadığı üçlerle, kadını, toprağı ve emeği özdeş kılan, semah ile evrenle bütünleşen tarihsel bir ana geleneğinin hakikatiydi burada direnen.

O postalların önünde duran kadınların içinde geçmiş yüzyıllarda yaşayan “Kürt Amazonu” Fate Raş’ın isyankar ve kendine güvenen seslenişi vardı.

Adının Eme Ana olduğunu öğrendiğimiz o yaşlı kadının oturuşunda, bu topraklar için isyan etmiş Kürt Özgürlük Hareketi’nin ilk kadın gerillalarından Bese Anuşların “toprağınıza, ovanıza, kimliğinize sahip çıkın” diyen tarihsel mirası taşınıyordu.

Kadın şahsında sınanan insanlık bir kez daha toprakla özdeşleşen tarihsel belleği hatırlatıyordu. Terolar, yani Pazarcık’ta yapılmak istenen “mülteci kampına” karşı ayakta duran onlarca polisin önünde oturan yaşlı anamız Eme ananın hakikatidir bizi köklerimize çağıran. Geçmişte Kızılbaş ve Kürt olduğu, tarihinin uzun bir zaman dilimini iktidar ve devlet dışı yaşadığı için onlarca kırım yemiş bu topraklar, şimdilerde egemen aklın uzun soluklu planlarının parçası haline getirilmek istenmekte. İşte Eme ananın devletin işgalci güçleri önünde oturduğu o fotoğraf karesi kelimelerin beceriksizliğini örtmek ister gibi “Ben buradayım” demektedir. Tek başınalık, çoraklaşmış bir yüz ve uzaklara bakan gözlerin geçmişi arar gibi işgalcilerle ayrı yönlere bakması hepimize yapılmış “kökler” adına derin bir hatırlatmadır.

Bu “an” sadece direnişin değil, aynı zamanda kaygının, tarihsel hafızanın, zulmün, barbarlığın da simgesidir. Yaşlı haliyle bir karış toprağa oturan ana, derin bir hüznün, acının da anlatıcısıdır. Bu coğrafyada yaşamış, yüzyıllarca köyünü, toprağını, tarlasını ekmiş, mezarlarını yapmış, hayatı burada öğrenmiş nice topluluğun yok oluşuna, kırımdan geçirilmelerinin de fotoğrafıdır. Eme ana, bu toprakların son kadim halkı olan Kürt-Kızılbaşlar adına, kendilerinden önce kırımdan geçirilen Ermenilerin, Süryanilerin tarihsel acılarını da yüklenmiş, soykırımlara karşı direnişin ve haykırışın da son halkası gibidir. Kızılbaş Kürtlük adına birçok değerin saklı tutulduğu, devlet ve iktidar dışı kalmış, egemenliğe karşı sürekli kendi toplumsallığını koruma mücadelesi vermiş bu insanlar, Maraş kıyımından sonra parçalanmış, örselenmiş hakikatleri için direnmekte. Doğaya, kuşa, otlara, ağaçlara, taşa, toprağa niyaz ederek evrenle uyumlu olmayı benimseyen, “can” olma felsefesiyle kadın ve erkeği eşitleyen, kıblesini insana dönmüş ve yüzünü sevgiye sürmüş olan bir inancın tarihsel var olma mücadelesidir anlatılmak istenen.

Doğal toplumun mirası

1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce Kızılderililerden topraklarını beyaz yerleşimcilere vermelerini istemesine karşılık Kızılderililerin “beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakıyor. O’nun bu ihtirası toprakları çölleştirecek ve her şeyi yok edecektir. Merak ediyoruz ki gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz ki?” diyen doğal toplumun mirasıdır anlaşılmak istenen. O topraklar erkek egemen akıl tarafından bir kez daha gasp ve talan edilirken, saldırı altında olan doğanın, toplumun ve kadının hakikatidir. Elbette ki her zulüm kendi karşısında dün olduğu gibi bugün de kendi direnişçisini de yaratacaktır…

EN SON EKLENENLER