‘AĞRI’YAN YANIMIZ: Erivan

Günlerdir Dle Yaman’ı dinliyorum. Bir aşk şarkısıydı ve içinde Ağrı geçiyordu. Ne tuhaf ‘Ağrı’sız hiçbir ezgileri yoktu. Öyle büyük bir aşkla bakıyorlardı Ağrı’ya. Nune Yesayan ve Civan Gasparyan’dan Dle Yaman’ı dinlerken yine hep o ‘Ağrı’yan yan geldi aklıma.

Dedim ki, bugün 24 Nisan ve ‘Ağrı’ doluyor insan!

Yıllar önce gitmiştim Erivan’a ama 24’e bir kala anılarım çarptı yüzüme… Yola çıkarken neden sessizleştiğimi, neden hiç konuşmamak için uzaklara baktığımı içime sorduğumda anladım. Neden hep ‘Ağrı’dır şarkılar?

Yakın komşu ‘uzak’ ülkeydik Ermenistan’la. 1991 yılında Sovyetlerin yıkılmasıyla bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’a yıllar önce gitmiştim.

Aynı duygulardaydım, bugün oturup düşündüğümde de “anlayabilmek” adınaydı kurduğum cümleler. Kalacağımız yere vardığımızda geceydi. Sabah uyanıp pencereden bakınca yol boyu kurduğum Ağrı’yan yan karşımda öylece duruyordu. Bütün heybeti ve görkemiyle beyazlar giymişti Ararat. Sonra dedim ki; bu kadar yakın olup, bu kadar  ‘uzak’ nasıl olabildik?

Onların Ararat’ı bizim ‘Ağrı’yan yanımızdı. Bizim yükseklik diye baktığımız, onların derinliğiydi. Acısı, özlemi, hasretiydi… Çünkü o dağın derinliğinde gizliydi bütün hayatlar. Ve ben her sabah uyanıp baktığımda bu bir hafta nasıl geçer dedim. Bu kadar içselleştirdiğim bu hayatı ve anladığımı sandığım bu insanları Ararat kadar derin anlayabilir miydim?

Ararat’a bakarken Doğubeyazıt’ı anımsadım. Ağrı’nın eteklerinde bir köye gitmiştim. Yanlış hatırlamıyorsam Topçatan köyüydü. Adını hiç unutamadığım13 yaşındaki Tamer yanıma yaklaşıp, eliyle bana “bak orası Ermenistan, ne kadar yakın değil mi?” demişti… “Evet, çok yakın gitmek ister misin?” demiştim ben de. Gülerek, “Tabii ki, ne kadar yakınız baksana…”  Erivan’da gece dolaşırken de; “Karşıda ışıklar yanıyor ya, işte orası Türkiye” denilmişti. İki halk birbirlerine bakıp iç geçiriyordu, birbirlerini tanımak ve görmek istiyorlardı belli ki. Birbirlerinin ışıklarına bakıp “orası Ermenistan”, “orası Türkiye” diyorlardı her akşam…

Şarkılara, yüzlere işlenmiş bu acıyı çocukluğunu bir Ermeni köyünde geçiren de ne kadar anlardı ki? Ne kadar anlayabilirdim ki? Ermenistan’a yola çıktığımda bu duygularla yola çıkmıştım. Bu duygularım derinleşti Ararat gibi… Acının kanatları yoktu bu ülkede ve bu yüzden derinleşiyordu. Derinleştikçe kanayan bir yara oluyordu. Ben bu derinliğe gömüldüğümde içimden acı dolu şarkılar geçiyordu. Ruhumu örseleyen yüzlerdeki ayrılık çizgileri ve sokaktaki heykellerin sessiz çığlıydı… Ya da bir bara gittiğimizde söylenen Ermenice halk şarkılarıydı.

Kimileri için geçmişte kalmıştı, kimileri içinse hala derin bir yaraydı yaşanılanlar. Oysaki ‘Öteki’  olma duygusunu derinden yaşayan biri olarak Erivan’daydım. Anlatamazdım ama… Gazeteciliği unutmuştum o an için. Pencereden baktığım Ararat, sokaklarında gördüğüm devasal heykeller, her sokak başında bulunan sokak çalgıcıları… Hayatın ritmi her devasında acıydı işte. Bir kültür, bir sanat şehriydi adeta. Eğer bir halk acı çekmiş, ezilmiş ve katledilmişse en yoğun üretim de oradan doğar. Ermenistan böyle bir ülkeydi. 3 milyon nüfusuyla acılarını kentin her sokağına asmışlardı. İşte diyorlardı işte biz bunları yaşadık… Sanatçılarına sahip çıkmışlardı, gelenek ve göreneklerini yaşatıyorlardı.

Her 24 Nisan’da hep o anılarmı anımsarım, hatırlarım… Alevi kültürüyle yetişmiş  biri olarak Erivan’daydım. O yüzden de en korktuğum soykırım müzesiydi…  Ama biliyordum ki yüzleşmek gerek “sizi anlıyorum” demek için. Sanki ayaklarıma kanlı prangalar takılmıştı, gidiyordum ama neyle karşılaşacağımdan da emin değildim.

Müzeye doğru ilerlerken, ilk dikkat çeken müzenin girişinde yer alan hatıra ormanı. Bu ormanda da aralarında Papa II. Jean Paul ile eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın da bulunduğu devlet başkanlarının diktiği ağaçlar var. Müzenin çıkışında yer alan hatıra defterinde Türk ziyaretçilerin bıraktığı notlar da yer alıyor. Ülkenin en çok ziyaret edilen müzesi, yüzde 30’u yabancı olmak üzere 350 bine yakın kişiyi ağırlıyor.

Ve, Soykırım Anıtı. Anıt, şehrin hemen her yanından görünüyor. 1995 yılında kurulan müzede, 1915 olaylarında hayatını kaybedenlerin, Anadolu’daki Ermenilerin yaşadığı bölgelerde bulunan yerleşimlerin, kilise ve okulların sayılarının olduğu tabelalar, çok sayıda fotoğraf, tarihi kitap ve belgeler bulunuyor. Fotoğraflar arasında 1911 ile 1914 arasında İstanbul’da yapılan Ermeni Olimpiyatları’na katılan takımlar ve madalyaları da bulunuyor.

Gördüğüm fotoğraflar, anlatılan tarih, acının dilinin olmadığını bir kez daha hatırlatıyordu. Hiç yabancısı olmadığımız şehir isimleri akıyordu birden, Van, Adana, Muş, Diyarbakır, Harput…

Müze sadece sergi salonlarından da oluşmuyor elbet. Kapıların arkasında araştırma birimleri, kütüphaneler, toplantı salonları, arşiv, belgeleri dijital ortama aktarılmasını sağlayan bilgisayarlar da var.

Ve Gomidas

Ve bir de beni etkileyen 24 Nisan’da Gomidas ve o katledilen aydınlar… Bana Sivas 93’ü anımsatır nedense. Bu ülkenin aydınlık yüzleri diri diri yakıldı… 235 Ermeni aydın ise bir gece katledildi!

Çok fazla örneğe gerek yok. Gomidas, 1915’in bizler üzerinde nasıl bir yıkım yarattığının ortak hikâyesini barındırıyor. 1915’ten arta kalanların nasıl bir dram yaşadığını Saroyan ve Gomidas üzerinden rahatlıkla anlayabiliriz. Saroyan ve Gomidas ‘uzak’ ülkenin değil, bu topraklardan gelmişlerdi aslında. Sadece Ermenilere değil, hepimize karşı işlenmiş büyük bir suçun kurbanlarıydı onlar. Hrant Dink ne demişti: “İki kardeş halkın kaderini, 1915 metrelik kör bir kuyuda tutsak tutacağımıza, ortak tarihimizi ortak değerlerimizin hayatları üzerinden konuşmaya başlayabilsek, çok daha anlamlı ve önemli mesafeler kat edebileceğiz.”

24 Nisan….  İki ‘uzak’ ülkenin gençleri ağlamaklı artık… Biz bir birimizi  anlıyoruz…  Grunklar (turnalar) yan yana uçuyor, acılarımız da sevinçlerimiz de ortak.  Şimdi gökyüzüne bakma ve yeniden Dle Yamanı söyleme vakti…

 

 

EN SON EKLENENLER