Prof. Dr. Tayfun Atay: Onlar utanmıyorsa tarih onlardan utanacak

Serpil İlgün Evrensel gazetesinde pazartesi röortajlarında Tayfun Atay’la konuştu. İlgün Atay’la, İslamın sekülerleşmesi nasıl oluyor? Sekülerleşmenin ekonomi politiği ve kültürel alandaki yansımaları neler?, konuştu.

 

İstanbul Firüzağa’da bir plak dükkanındaki etkinliğin, “Ramazan’da içki içemezsiniz” diye basılarak içerdekilerin darbedilmesini, “milli hasasasiyetler”le açıklayan ve mağdurları değil saldıranları koruma refleksiyle olaya yaklaşan AKP cephesinde, haftanın en meydan okuyan açıklaması yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi. Gezi’nin yıldönümünde “Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı inşa edeceğiz. Taksim’e de bir selatin cami yerleştireceğiz” diyen Erdoğan’ın tahrik edici açıklamaları, toplumun ayrıştırılması politikasına en irisinden bir tuğla daha koymuş oldu.

Popüler kültürün yanı sıra, AKP-İslam çalışmalarından da tanıdığımız Sosyal Antropolog Prof. Dr. Tayfun Atay, Firuzağa saldırısını dinin en çok tahribata, gözden düşürülmeye, zedelenmeye ve “zehirlenme”ye uğradığı, uğratıldığı bir dönemin en çıplak örneği olarak değerlendiriyor. Bununla birlikte AKP iktidarının tarihinin, aynı zamanda “Türkiye’de Müslümanlığın doludizgin sekülerleşmesinin tarihi” olduğunu savunuyor.

Dinin, muhafazakarlaşmanın bu denli altı çizilirken İslamın sekülerleşmesi nasıl oluyor? Sekülerleşmenin ekonomi politiği ve kültürel alandaki yansımaları nasıl karşımıza çıkıyor? Cumhuriyet yazarı Prof. Dr. Tayfun Atay yanıtladı.

Cumhurbaşkanı’nın olayın ‘oruç tutmayanlara saldırı olmadığı’ iddiasında bulunduğu Firüzağa’daki hadiseyle başlayalım. Albüm etkinliğinde alkol tüketildiği gerekçesiyle plak dükkanına yaşanan saldırı toplumun bir bölümündeki endişe ve gerginliği artırdı. Diğer yandan Türkiye’de oruç tutmayana saldırı ilk defa yaşanmıyor. Bu yıl ramazanda oruç gerekçeli saldırı ve tacizler, öncekilerden nasıl bir farklılık arz ediyor?
Doğru, bu eskiden de vardı. Şimdi ama şöyle bir farklılık arz ediyor; eskiden çevredeydi bu tip istenmedik olaylar, şimdi merkezde. Saldırılarla ilgili ilk hatırladığım hadise, 1987 yılında, Van’da bir üniversite öğrencisinin oruç tutmadığı için öldürülmesidir. Özal döneminin başlarında olduğumuz ve irtica tartışmalarının başladığı dönem. Biliyorsunuz, 12 Eylül darbesi Türkiye’de sol ve sosyalist hareketi ezmek için dini dalgakıran olarak kullandı ve Türk-İslam sentezi ideolojisini resmi ideoloji haline getirdi. Bugüne çıkan yol aslında o gün önü açılan bir yoldur.

Ramazanda oruç tutmayanların kendilerini rahatsız hissettiği, tedirgin hissettiği vakalar bugün merkezde. Çünkü bugün bir iktidar tüm Türkiye’de ve Türkiye’nin en seküler yaşam biçiminin süregeldiği alanlarında, mekanlarında yaşayan insanları cezalandırırcasına, onlara kin ve nefret kusarcasına, yıllardır ürettiği iktidar söylemiyle bugün kitleler nezdinde -tabi bunlara kitle bile demek belki çok hafif kalıyor- bir güruhun saldırısına zemin hazırlıyor.

-AKP yönetimi ve medyasının, saldırıyı ‘milletin hassasiyetlerine’ saygı duyulmamasının yol açtığı spontan bir olay olarak göstermeye çalışması ve Kabataş yalanına benzer gibi bir senaryo üretmeye çalışması neden?
Çünkü bir takım provokasyon iddiaları üzerinden toplumsal gerçeğin görünürlüğünü yok etmek istiyorlar. Birazcık sosyolojik duyarlılığı olan bir insan Gezi Parkı olaylarından bu yana ne olup bittiğini çok rahat görebilir.

Cihangir’deki hadise planlı da olsa, provokasyon da olsa bütün bunları yaratan bir toplumsal zemin var. Ve o toplumsal zemini hazırlamış, toplumu kutuplaştırmış, kültürel olarak iki parçaya ayırmış ve bu parçaları birbirine sadece yabancılaştırmamış, aynı zamanda düşmanlaştırmış bir siyasi iktidar var. Bu iktidar bir ümmet kavramı ortaya attı. Ümmet kavramını ortaya atarken Müslüman dünyaya sesleniyor ve oraya yönelik bir kardeşlik çağrısında bulunuyor ama bu bir sanal çağrı.

-Nasıl sanal?
Şöyle, biz biliyoruz ki, İslam dünyası kendi içinde pek çok ihtilaflarla yıllardır birbirini yiyor. Siz bir ümmet çağrısıyla dünyaya seslenirken aslında kendi ülkenizdeki hedef kitleniz olan dindar muhafazakarlara göz kırpıyorsunuz ve bu ülkenin “ümmet olarak” tanımladığınız kesiminin dışında kalanlarını düşmanlaştırıyorsunuz. Son derece somut bir yurttaşlık kardeşliğinde buluşturulabilecek bir Türkiye toplumu, ümmet retoriği üzerinden düşmanlaştırılıyor, şeytanlaştırıyor. Böyle bir tablodan bu tür olaylar, provokasyon olsa da olmasa da çıkar. Münferit olmayan olaylar da okuyoruz, bu eğer provokasyonsa ya da örgütlü bir eylemse, diğerleri nedir? Kaldı ki mesele bunun ne kadarının örgütlü olduğu meselesi değil, böyle bir eylem karşısında nasıl tavır aldığınız. O tavır da ortada; teşvik ediyor, rahatlatıyor.

Bu tabloda, “Bu ülkede AKP iktidarının tarihi, Türkiye İslâm’ının da ‘sekülerleşme’ tarihidir. AKP döneminde İslam-Müslümanlık hiç olmadığı kadar sekülerleşti” teziniz nereye oturuyor? ‘Hadi canım, tam aksi söz konusu değil mi’ diyecekler için, neye bakarak ‘Müslümanlık sekülerleşti’ diyorsunuz?
Sekülerleşme şu; bu görüntünün ötesinde dindar, muhafazakar yaşam sürdüren insanların dünyasına bir girelim. Orada hayatın nabzını tutalım, bakalım karşımıza neler çıkıyor? İstanbul’un en muhafazakar bölgelerinden birinde yaşıyorum. Mesela Viaport Alışveriş Merkezine gidin. Başörtülü genç kızlar oruç tutmuyorlar, görüyoruz. Erkek arkadaşlarıyla gayet flört bir pozisyonda dolaşıyorlar. Bir Müslüman toplumda dinselliğin, dinsel duyunun en fazla yoğunlaştığı ay olan ramazanda bile biz son derece dünyevi ilişkiler içerisinde gündelik hayatını sürdüren insanların sadece seküler kesim değil, dindar muhafazakar kesimde de olduğunu görüyoruz. Mesela Kanal 7’de “Benimsin” adlı bir dizi var, ramazana özel kondu. Bir tür İslami Brezilya dizisi. İnanılmaz sahneler var. Birbirine aşkla, tutkuyla bakan insanlar Kuran eşliğinde birbirleriyle diyalog kuruyorlar. Öyle bir dizi ki, Kuran orada tamamen dünyevi zevke, kadın erkek ilişkilerinin o tutkulu haline araçsallaştırılmış. “Ne sekülerleşmesi hocam, tam tersi söz konusu” derken, yüzeydeki görüntü ve akış nedeniyle bana tepki gösteriyorsun. Ama bir de derinden akan sulara bak… Derinden akan sulara baktığımızda bu toplumun dindar muhafazakar kesiminde dini duyuyu hayatın içerisinde amaç değil, araç haline getirmiş bir pratiğin, bir davranış örüntüsünün hakim oluduğunu görüyoruz. Televizyonda izleyin mesela Nihat Hatipoğlu’nun programını. Kuran okunuyor, insanlar ellerinde cep telefonları, ekranda kendilerini izleyen yakınlarına kameradan el sallıyorlar sırıta sırıta. Şimdi burada nerede din? İslam ne oldu, Kuran ne oldu? Hani en kutsal ay ramazan?

-Hilmi Yavuz, tespitlerinize katılmakla birlikte ‘sekülerleşme’ kavramına şöyle bir itirazda bulundu; ‘Türkiye’de gördüğümüz bu tuhaf dünyevileşme durumu İslam’ı, kapitalizmi helalleştirme yoluyla seküler bir İslam’a dönüştürmekten ziyade, kuralsız, normsuz ve ölçüsüz bir lumpen İslamlaşmaya dönüştürmekten başka bir şey değildir…’ Ne dersiniz, böyle de tanımlanabilir mi?
Bu da söylenebilir. İslam’ın lümpenleşmesi, Kuran’ın lümpen bir kitlenin elinde oyuncak olması söylenebilir. Ben belki sosyolojik bir duyarlılıkla, kendimce bunu seküler akışın bir parçası olarak görüyorum. Ayrıca o seküler akış da her zaman yüceltilecek, sütten çıkmış ak kaşık sayılacak bir süreç değil. O seküler sürecin de olumlu ve olumsuz düşünebileceğimiz yönleri var. Hayatın akışı böyle zaten. Dolayısıyla böylesi bir sekülerleşmeden din uzak kalamıyor. Mesele dini toplumsal hayatın, ilişkilerin, gündelik hayat akışının içerisine insanları dinden soğutacak kadar yoğun bir biçimde sokmaya çalışan, dini toplumun sırtına bastırmaya çalışan bir siyasi iktidarın ortaya çıkardığı bir hezimet. Sadece demokrasi, sadece özgürlükler, sadece insan hakları adına bir hezimet değil. Din-i İslam adına da bir hezimet.

-‘İslâmi sekülerleşme’ tartışmasının önü kapandıkça ‘Selefiliğe iyice teslimiyet kaçınılmazlaşacak’ diyor ve ekliyorsunuz; ‘Seçenekler belli gibi: Ya sekülerleşmeye devam, ya Selefîleşmeye selâm!’ Sizce AKP açısından geldiğimiz nokta ikincisi mi?
Kategorik olarak buna “evet” diyebilirim ama bunu açmamız lazım. Çünkü, buradaki Selefilik çok ayağa düşürülmüş bir Selefilik.

-Nasıl?
Selefiliğin tarihine, işte İbni Teymiye’nin tepkisel olarak kendince bir takım bozulmalar karşısında uç tepki olarak, bir püritenleşme arayışı olarak ortaya çıkmasına; diğer yandan Muhammed Abdül Vahhap’ın Osmanlı’ya karşı Arap kabilelerini örgütlediği Vahabilik tarzı Selefiliğe baktığımız zaman bunların bile aslında bugünkü tablo karşısında yunmuş yıkınmış kaldığı söylenebilir. “Kategorik olarak evet” dedim çünkü AKP, Türkiye’de tarihsel olarak kendilerinin de içinden çıktığı İslami geleneği bir kenara bırakarak, özellikle 2010 sonrası süreçte bambaşka bir rotaya girdi. Seküler İslam umudu olarak işe başlayan AKP bugün bir Selefi İslam tedirginliğine tüm toplumu sokmuş durumda. Öte yandan da tabii ki Suriye meselesine çok doğrudan ve ağırlıklı şekilde müdahil olmak da bunda etkili oldu.Toplum buna tepki gösterecekti çünkü hem çok kozmopolit bir toplum, hem çok çeşitlilik gösteren bir toplum, daha önemlisi çok da melez bir toplum. Dini açıdan da, etnik açıdan da, yaşam biçimi açısından da melez. Dindar, içki içiyor ama ramazanda içki içmiyor. Şimdi bunu ne yapacaksın? Ya da sadece Cumalara gidiyor, akşam içki içiyor. Bir insanın yaşam biçimini kendi hayatında bile melezlediğinin göstergesi bu. Bu toplumu yeni bir kalıba dökmek, bir İslam mühendisliği yapmak istiyorsun kendince. Sonuçta toplumda huzuru bozuyorsun, kaygı yaratıyorsun. O kaygıyla toplumun yarıya yakını Gezi’de çığlık çığlığa kendini sokaklara atıyor ve sen diyorsun ki “bunlar provokasyon”, “dış güçlerin işi”, “darbe arayışı”, “üst akıl”… Bu bir rezalettir. Dillerinde ha bire “toplumun sosyolojisini okumak” lafı. Gezi’de toplumun sosyolojisini doğru okusaydı, onun seküler kimliğin bir çığlığı olduğunu görürdü, ama bunu görebilecek sosyolojik ehliyetleri yok.

-Bu bağlamda, Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta tam da Gezi’nin yıldönümünde, ‘Gezi Parkı’na kışla, Taksim’e de cami yapılacak’ açıklamasını nasıl okudunuz?
Bu kışkırtma bu siyasi pratiğin açmazı. Giderek tek adamlaşma sürecine de yol aldığımız için telaffuz etmekte hiçbir sakınca yok, Tayyip Erdoğan’ın açmazı. Çünkü çatışmacı bir pratikle iktidarda kalabileceğini gördü. Kendisini iktidarda tutacak bir kitle desteğine sahip ama geri kalan kitlenin de korku ve nefret karışımı bir duyguyla ona yaklaşımı söz konusu.

-Bu ne kadar sürdürülebilir?
İşte açmaz deme sebebim de o. Uzlaşarak, diyalog kurarak, bir arada yürütme imkanın olduğu noktadan çok uzaklaşıldı. Gezi olayları, sonrasında 17-25 Aralık’ta ortaya dökülüp saçılan rezaletler… Bütün bunlar üzerinden gelişen bir başka korku ve kaygı da var. Yani bir adamın korku ve kaygıları nedeniyle, bir toplum kendi içinde birbirine düşmanlaşmış halde şu yalan dünyayı sürdürmeye devam ediyor!

AKP’NİN ARDINA DÜŞMÜŞ İNSANLARI YOK SAYAMAYIZ
-Firüzağa saldırısı için ‘Gerçek Müslümanların hicap duyacağına inanıyorum’ diyorsunuz. Bu inancın izlerini nerelerde görebiliriz?
Çevremizden duyuyoruz. Tanıdığımız insanlar var, gidiyoruz konuşuyoruz. Zaten dikkat edin Beyoğlu Belediye Başkanı, Koreli esnafı makamına çağırdı. Bunu niye yaptı? Orada derinlerde yatan bir hicap yok mu? Hicap olmasın da, adına “Dünya aleme rezil olduk” diyelim. O da olmasın da, işte “Bütün her şey İslam’a, dindarlara mal ediliyor”, onu toparlama olsun. Sonuçta bu bir “Rezil olduk” duygusu. Herhalde dindar bir insan (dindarla dinbazı ayırt ediyorum), kendi dinini dünyanın gözünde böylesi bir duruma düşürmek istemez. Bundan hicap duyar. O çerçevede bunu söylüyorum tabii.

Benimki bir parça arzu edileni düşünme. O da düşünülebilir ama sonuçta bir taraftan da bu toplumda 80 milyon insan yaşamak zorundayız. Bu ülkenin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ardına düşmüş insanlarını da yok sayamayız. Onlar bizim için bir kenara itilemeyecek ve AKP’ye de ebediyen bırakılamayacak kadar önemli ve değerli insanlar. “Toplumumuz nasıl böyle oldu?” Hep bunu soruyoruz.

-Ne yanıt veriyorsunuz?
Bunu o kadar çok dinamik, etmen üzerinden konuşabiliriz ki. Alabildiğine hızlanmış prematüre bir modernleşme, köylülükten çıkış sürecinin tam söz konusu olamaması, yaşadığımız coğrafya, Ortadoğu, Kürt coğrafyasında yaşananlar, Alevilik meselesi… O kadar çok dinamik var ki. Pek çok yerde tekrarladığım bir savı, burada da tekrarlayayım; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet siyaseten kuruldu. Onun sosyolojik kurulumu 90 yıldır devam etmekte. Cumhuriyetin başlangıcındaki anlayış bugün başka yerde. Kemalist kadrolar, sonra Demokrat Parti, Adalet Partisi, ordu, ANAP, Özal, Erbakan… Bunlar, bu sosyolojik kurulum içinde bir şekilde toplumun öne ittiği unsurlar. Bu sorunlu bir kurulum işte. Bunu yaşıyoruz ve bunun bir parçasıyız. Dolayısıyla bu bizim toplumumuz ve AKP’ye oy veren insanlar üzerinden de düşünmek durumundayız. Onlar üzerinden düşünme yolunda bir iyi niyetli ifade, temenni benimkisi. Diyorum ki dindar bir kalp, ağır küfürlerle o insanlara tekme tokat girişen, “Hepinizi içerde yakarız” diyen o insanlara İslam adına, din adına sahip çıkmaz. Onlardan İslam adına, din adına utanır. Utanmıyorlarsa da tarih onlardan utanır!

BİR TARAFTAN FİNANS KAPİTALİN BİR PARÇASI OLACAKSIN, BUNUN ADINA DA İSLAMİ FİNANS DİYECEKSİN, İSLAMİ KOLA DİYECEKSİN
-Gezi, sonrasında 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet olayları, cemaate savaş ilan etme, Kürt sorununda yeniden savaşa dönme ya da Ensar Vakfı skandalı… Dindar muhafazakarlardan neden bu hadiselerden birine bile dişe dokunur bir ses/tepki gelmiyor? İslam ahlaklı olmayı, doğruluğu, çalıp çırpmamayı, barışı temel değer olarak inananların önüne koyuyorsa, dindar muhafazakar toplum neden “bu kadarda olmaz ki” demiyor?
Bunun bir nedeni birbirini sevmeyen iki ayrı toplumun ortaya çıkması. Tabii ki dediğin çok doğru ama işte ahlak da demek ki hangi hayatı yaşadığından bağımsız değerlendirilip işlerliğe sokulabilecek bir insani duyarlılık olamıyor. Yani “çalıyor ama bizden!” Ya da şu; “Tamam, böyle bir ahlaksızlık var ama bunu bütün dindarlara genellemeye çalışıyorlar ve bizi tekrar eski günlere döndürmek istiyorlar. Biz yine eskiye döneceğiz!” Bunun bir başka esaslı nedeni de geçmiş mağduriyetlerin AKP’nin siyasi sermayesi olması. Mesela 28 Şubat. 28 Şubat bugün bir sermaye AKP için. Sürekli olarak insanlara “Evet, bugün belki işler iyi gitmiyor ama eskiyi mi istiyorsunuz?” diyor. Sonuçta iki birbirine güvenmeyen ve birbirinin söylediğini samimi saymayan toplum oluştu. Şerif Mardin’in 1989’daki bir makalesinde belirttiği gibi aslında ulus oluştu. Bakıyorsun Türkiye’de sermaye sınıfı kültürel temelde ikiye ayrılmış. TÜSİAD’da karşılığını bulan seküler yaşam sürdüren burjuvazi ve 1990’lardan itibaren Anadolu kaplanlarıyla ortaya çıkan, çevreye hitap eden, bir anlamda kapitalizmin çevreye yayılması olarak da değerlendirebileceğimiz dindar muhafazakar bir burjuvazi, MÜSİAD. Herhalde dünyanın çok az yerinde sınıfsal çıkar ortaklığı, kültürel yaşam biçimi farklılığı yüzünden bir buluşma imkanı yaratmamıştır. Bizde öyle.

-Dindar muhafazakar burjuvazinin AKP dönemindeki hızlı yükselişi ve bu yükselişin getirdiği zenginleşme, İslamın sekülerleşmesine nasıl bir katkı sundu?
Sekülerlik zaten kapitalizmle birlikte kendini gösteren bir seçenek. İster Fransız tarzı çok daha pozitivist laisite olsun, ister Anglosakson tarzı çok daha sivil toplumcu sekülerleşme dinamiği olsun. Kapitalizmin öznesi kim? Tüccar. Tüccarın hayatında ne var, dünya var. Hayatın içinde en seküler varlık tüccardır. Dolayısıyla kapitalizmin özü zaten sekülerleşme. Buradan Müslüman burjuvazinin, İslamcılığın kapitalizme aşkına gelelim. Sen bir taraftan finans kapitalin bir parçası olacaksın ve bunun adına İslami finans diyeceksin, bunun adına “İslami kola” diyeceksin, bunun adına “İslami tatil” diyeceksin. İşin cılkını o kadar çıkarıyorsun ki İslami şarap yapıyorsun, “helal şarap” diyorsun. Helal seks shoplar açıyorsun. Ne oluyor? Bütün bunlarda dinsel duyu sıfırlanıyor. Dünyevi duyuyu öne çıkıyorsun. İşte tesettür defilesi. Dikkatle baktığın zaman orada tesettürün hayata geçmediğini, maalesef bir hayatın tesettürü ablukaya aldığını, değersizleştiğini görüyorsun. Mesela, Suudi Arabistan’da Kabe etrafına dikilen 7 yıldızlı oteller. İslami perspektiften biraz empati kurarak bakmaya çalışalım. Peygamber bunu ister miydi? Bunu sorsunlar kendilerine. Yoksul Müslüman’a bunu nasıl anlatırlar? Bu işin içinde para varsa, bu işin içinde eşitsizlik varsa, bu çok net olarak karşımıza çıkıyorsa, zekatla şunla bunla bununla ne kadar kurtarabilirsin?

MUFAHAZAKARLIK ÖZDE NE KADAR DİBE VURUYORSA, DİLDE O KADAR YÜKSEĞE ÇIKIYOR, PERVASIZLAŞIYOR
Sekülerizmin en somut toplumsal kültürel alanda görüldüğünü belirterek, televizyondan örnekler veriyorsunuz. Evet, Regaip Kandili’nin canlı yayınlandığı akşamlarda Kurtlar Vadisi dizisi ya da Survivor birinci çıkıyor ama diğer yanda çizgi filmlerden yemek programlarına, dizilerden evlilik programlarına dini argümanların dozu arttırılıyor. Dizilerde bırakın sevişmeyi, öpüşülmüyor bile. Burada sekülerizm nerede?
Bunların hepsi işin görüntüsü. Bunların hepsi boş. Hepsi gösteriş. Dindarlık böyle yaşanmaz. Bunların hepsi dinin şova dönüştüğünün göstergesi. Siz bir televizyon dizisini seküler olmayan bir zeminde üretemezsiniz. Çünkü o dizi hayatın dinamiğine yaslanır, çatışmalara, aşka, tutkuya, cinselliğe yaslanır, dünyevi olana yaslanır. Şimdi her Cuma mesaj yağıyor, “hayırlı Cuma’lar”, “Cuma’nız hayırlı olsun” vs. Cuma’lar Türkiye’de eskiden beri dini yaşantıda önem verilen bir pratik. Ama mesela her köşe başında yeni camiler dikildi, Allah daha da arttırsın. Çünkü öbür türlü sana “camiye alerjisi mi var” diyorlar. Camiye alerjim yok, o camilerin boş olmasına alerjim var. Vakit namazlarına gidin bakalım, ikindi mesela, on yerden ezan sesi geliyor ama gidin bakalım ne kadar cemaat var. E o zaman demek ki, dilimizde ve sözde bütün bunlar. Özde değil. Hani o meşhur söz. Sözde İslam, sözde muhafazakarlık, sözde dindarlık. Özde ne kadar acaba? Bütün bu memleketi kocaman bir şantiyeye çevirmişsin. İstanbul’un o tarihi siluetini Ağaoğlu’nun dünyaya mal olacak “harikalarıyla” bezemişsin ve bana muhafazakarlıktan, dindarlıktan bahsediyorsun. Bu tamamen dilde. Şunu da söyleyeyim; özde ne kadar dibe vuruyorsa, özde ne kadar kayboluyorsa, dilde o kadar yükseğe çıkıyor, pervasızlaşıyor, ezici boğucu hale geliyor. Dilde bu kadar çok olmasının, toplumu boğan bir takım zorla dindarlaşma uygulamalarının bu kadar yoğunlaştırılmasının, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ha bire fetva üstüne fetvalarla ortalıkta bir fetva mezarlığı kurmasının sebebi, işin özünde muhafazakarlığın iyice iyice kaybolduğuna bağlanabilecek de bir durumdur.

TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL ANLAMDA ŞİZOFREN BİREYLER ORTAYA ÇIKACAK
-Eğitimden kültüre hayatın her alanına dini yerleştirmek, ayrıştırmayı derinleştirmek, nasıl bir toplum yapısı ortaya çıkarır?
İletişimin bu kadar çok eksenli çok kanallı yörüngeli hale geldiği adeta bir yumak gibi olduğu bir dünyada, çocuğa okulda ne verirsen ver, internetin, sosyal medyanın asli kültürleme etmeni haline geldiği bir dünyada sen acaba bunu ne kadar başarabileceksin? Çok daha toplumsal ve kültürel anlamda şizofren bireyler çıkacak ortaya.

Din adına da, etniklik adına da çeşitliliğin var olduğu bir coğrafyada sen bütün unsurları bir arada tutabilecek, birleştirebilecek çok daha senteze açık bir siyaset izlemek yerine, cumhuriyeti paranteze alıyorsun ve 80- 90 yıllık geçmişi yok sayıyorsun. Bunu yaptığında da o yakın geçmişin toplumsallaşmasından, kültürlemesinden çıkan yüzde 50’sini oluşturan bu toplumun insanlarını da kaybediyorsun. Onları dışlamış, lanetlemiş oluyorsun. Bugün o Kemalist Cumhuriyetin kültürleme sürecinden çıkan bir toplum var mı bu ülkede, var. Bu azımsanacak bir kitle mi, değil. Bu ülkeyi eritmeyi mi düşünüyorsun, yok etmeyi mi düşünüyorsun, sürmeyi mi düşünüyorsun, ne yapmayı düşünüyorsun bu kitleye? Böylesi bir siyasi anlayış olabilir mi? Bu sadece bize çatışma getiriyor, bu birbirinde nefret etme getiriyor. Toplumu sürekli gergin, mutsuz, bugünden yarına ne olacak kaygısı içinde yaşayan ve herkesi birbirini boğazlamaya hazır, birbirine gardını almış durumda tutuyor.

Kaynak: Evrensel gazetesi (Fotoğraflar: Erdost YILDIRIM)

EN SON EKLENENLER