Prof. Ertürk: İtaat eken, isyan biçer

10-17 Aralık Dünya İnsan Hakları Haftası başlarken, Türkiye’de hakları en çok gasp edilen kesimlerin başlında yine kadınlar geldi. Bir taraftan en yakını olan erkekler tarafından çeşitli gerekçelerle katledilen kadınlar, diğer taraftan da siyaset dışı bırakılmaya çalışıldı. Özellikle son bir buçuk yıldır, kadın iradesinin gasp edilme girişimlerine sahne olan Türkiye’de, hakları için her sokağa çıktıklarında yine erkeklerin cinsel, sözlü ya da fiziksel şiddetine maruz kaldı.

Direnmekten başka bir çarelerinin olmadığını iyi bilen kadınlar, bu nedenle sokaklarda erkek-devlet şiddetini protesto etmekten vazgeçmedi.

Türkiye’de kadın haklarına yönelik saldırılara ilişkin dihaber’in sorularını yanıtlayan, 2003-2009 yılları arasında Birleşmiş Milletler (BM) Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü yapmış Prof. Dr. Yakın Ertürk’e göre, kadın haklarına yönelik saldırıların bu denli artış göstermesinin nedeni, kadın hareketinin gösterdiği başarısı.

* Dünya İnsan Hakları Haftası içerisinde iken, Türkiye’de de kadın haklarına dönük ciddi ihlaller söz konusu. Öncelikle bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kadın haklarına yönelik saldırıların görünür bir biçimde artması ve yaşamın her alanında pervasızca kendini göstermesini birbiriyle ilişkili iki nedene bağlıyorum. Öncelikle, bu durum kadın hareketinin başarısının bir sonucu. Kadınların, özellikle son 30 yılda baskı ve ikincilleştirilmeye karşı gösterdikleri direnç ve başkaldırı, kurulu ataerkil düzenin küçük ve büyük patriarkalarını son derece rahatsız etti.
Başbakanın son söyledikleri bunun açık bir itirafı; kadınlara olumlu ayrımcılık uygulanırsa erkeklere ne olacakmış! Benim tavsiyem, büyüsünler ve kendi kendilerine bakabilir hale gelsinler.
Kadın hareketinin başarısı ve neo-liberal ekonomik çalkantıların da etkisiyle taşlar yerinden oynadı, ataerkil yapı sarsıldı ve erkeklik bir anlamda krize girdi. Kadınlar artık ‘kaderlerine’ boyun eğmeye razı değiller. Bir başka değişle, kendi yaşamlarına sahip çıkmaya ve otonom varlıklar olmaya kararlılar. İstikrarsızlaşan ataerkil iktidar karşısında erkekler imtiyazlı konumlarını koruyabilmek için daha fazla şiddet ve zor kullanma durumunda kalmaktadırlar. Özgüvenini sağlamak için evde karısını, kızını, kız kardeşini döven adam, hızını alamayarak sokakta giyim kuşamını beğenmediği bir kadına da saldırabiliyorlar. Kadınlara yönelik bu karşı atağı dünyanın pek çok yerinde görüyoruz, ancak Türkiye’de kaygı verici olan bu tür davranışların devletin en tepesindeki yetkililer tarafından cesaret almasıdır. Bu da kadınların mücadelesini zorlaştırıyor.

* Özellikle bu yıl, kadınların iradelerine yönelik birçok ihlale imza atıldı. Cinsel İstismar önergesinden tutalım Boşanma Komisyonu’nun kurulmasına kadar. Yine artan kadın cinayetlerinin yanı sıra bunların görünür kılınmasını sağlayan kadın dernekleri de kapatıldı. Bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, bir önceki yanıtımda da belirttiğim gibi, ne yazık ki kadın düşmanlığı olarak yorumlayabileceğimiz yaklaşım, bugün devlet kurum ve politikalarıyla da pekiştiriliyor. Türkiye’de kadın hareketinin ısrarlı uğraşları ve devletin, özellikle CEDAW’dan kaynaklanan uluslararası yükümlülükleri çerçevesinde, kadına şiddetle mücadelede büyük bir aşama kaydedilmiştir. Yakın zamana kadar reddiyetçi bir tepkiyle karşılanan kadına şiddetle mücadele olgusu, bugün artık devletin politika ve uygulamalarının gündeminde yer almaktadır. Ancak, en yetkin kişilerin cinsiyetçi söylemlerinin kamuoyunda yer alması, cinsiyet eşitliği yerine cinsiyet adaleti gibi bir kavramın adeta devlet politikası olarak sunulması kadın örgütleriyle bir çatışma ortamı yaratıyor ve elde edilen kazanımların adım adım geri alınması yönünde kalkışmalara tanık oluyoruz.

Cinsel istismar önergesi bunun çok açık ve dehşet verici bir göstergesi. AKP iktidara geldiğinden beri kadın örgütleri ile diyalog ve iş birliği içinde önemli ve dünyada örnek olarak gösterilebilecek gelişmelere imza attı. Ama artık aynı hedef ve değerleri paylaşmıyoruz. Anlaşılan o ki, hükümet kendisiyle hemfikir olan kadın örgütlerini ön plana çıkartarak feministleri dizgine getirmeye çalışıyor. Ancak, unutmamak gerekir ki, toplumsal gelişme diyalektiktir; İtaat eken, isyan biçer. (Tecelli)

* Türkiye’de son bir buçuk yıldır süregiden çatışma hali de en çok kadınları etkiliyor. Kadının ne tür hakları gasp edilir böylesi süreçlerde?

Araştırmalar gösteriyor ki, çatışma ve savaş ortamları doğal olarak ulusal güvenlik gündemini öncelikli kılar ve bu bağlamda da toplum artan bir militarizme doğru sürüklenir. Militarist ve ataerkil söylemler, milliyetçi amaçlara hizmet eden kadınlık ve erkeklik anlayışlarını teşvik etme konusunda birleşirler ve bu durum gerek özel alanda gerekse kamu alanında ataerkil yapıyı güçlendirir. Böylece, bir taraftan cinsiyet, cinsel tercih, ırk/etnesite temellerinde ayrımcı devlet politikaları ve şişirilmiş militarist bütçeler meşruluk kazanır. Diğer taraftan ise, heteroseksüel ve otoriter aile değerleri pekişir. Her iki durumda da devletin ve toplumun ‘yüce’ çıkarları insan hakları, eşitlik, adalet ve toplumsal barışın önüne geçer. Bu durumun en önde gelen mağdurları kadınlardır.

Kadınların cinsel olarak köleleştirilmeleri, savaş ve çatışma durumlarında rastlanan en aşırı hak ihlalleri arasındadır ve gerek geçmişte, gerekse günümüzde pek çok örneği bulunmaktadır. Örneğin, ikinci dünya savaşında Japon ordusunun Koreli ve diğer komşu ülke kadınlarını askerlerinin cinsel ihtiyacını karşılamak amacıyla köleleştirmeleri, savaş stratejilerinin bir parçasıydı. Günümüzde de çatışma alanlarında devam eden bu tür uygulamalar, özellikle yakın tarihte ‘seks cihadı’ olarak yeni boyutlarıyla gündeme gelmiştir. Ayrıca, cinsel kölelik IŞİD’in kadınlara karşı savaşlarında vahşice kullandıkları bir silah olarak medya haberlerinde sıklıkla yer almaktadır.

Çatışma süreçleri kadınlar açısından mağduriyet anlamına geldiği gibi, güçlenmelerine de zemin hazırlar.

Türkiye’de resmi düzeyde başlatılan barış süreci tıkanmış olsa da, sivil irade açısından güçlenen bir hareketin varlığı inkar edilemez. Bu bağlamda, barış, hak ve özgürlük için örgütlenen kadınlar, ön saflarda yer alıyorlar. Barış için kadınlar, kadın Özgürlük Meclisi gibi pek çok kadın örgütlenmelerini çok önemli buluyorum. Son yıllarda artan ve görünürlük kazanan bu örgütlenmeyi günümüzün çatışma ve siyasi ortamına duyulan öfke ve tepkiler tetiklemiş olsa da, temelleri 30 bin kişinin yaşamını yitirmesine neden olan ve yıllarca süren silahlı çatışmaya dayanmaktadır. Özellikle doğu bölgelerinde 1990’lı yıllarda yaşanan operasyonlar, zorunlu göçler vs., Kürt kadınların örgütlenmelerini kaçınılmaz kılmıştır. Kürtlerin taleplerinin Türkiye politik ve kamu gündemini işgal etmesi ve taleplerin önündeki engelleri aşma yönündeki mücadelede Kürt kadınları, yerel yönetim ve siyasi parti kadrolarında ülkedeki diğer hemcinslerine oranla daha fazla temsiliyet kazanmış ve söz sahibi olmuşlardır. HDP ve öncesinde uygulamaya konan eş başkanlık sistemi de kadınların siyasal katılımlarına ivme kazandırmıştır.

* Bu yıl önemli gelişmelerden biri de HDP ve DBP’li kadın siyasetçilerin tutuklanması oldu. Örneğin, belediyelere kayyum atanarak eşbaşkanlık sistemi yok sayılırken, bir yandan da atanan kayyumlar belediyelerdeki kadın merkezlerini kapattı. Kadın siyasetçilerin tutuklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, ne yazık ki bugün bu kadınların pek çoğu tutuklu bulunmaktadır. Bu tutuklamalar tabii ki çok etkili hale gelen Kürt kadınların susturulması anlamına geliyor, ama bunun da ötesinde genel olarak HDP ve DBP’lilerin siyasi iradelerine yönelik bir hareket olarak düşünmek gerekir. Bu da Türkiye’nin siyasi istikrarı açısından son derece tehlikeli bir durum.

* Bir taraftan hükümetin kadının haklarına saldırıları devam ederken, diğer taraftan Türkiyeli kadınlar buna karşı da bir direniş sergilemekte. Bunu cinsel istismar önergesine karşı kadınların sokağa çıkmasıyla gördük. Sizce kadınlar, bu süreçte nerede durmalı?

Bence kadınlar durmayacak, dönüşü olmayan bir mücadelenin içindeler. Kurumlar kadınlara kapatılsa da sokaklar asla kapatılamaz.

* Gözaltında başta kadınlar olmak üzere cinsel şiddete maruz kalınan olaylara tanıklık ettik, ediyoruz. Siz de bir dönem, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi üyesi olarak görev yapmıştınız. Bu kapsamda, CPT’nin cezaevlerini yeterince denetlediğini düşünüyor musunuz?

Türkiye, CPT’nin en fazla ziyaret ettiği ülkeler arasında ve yakın zamana kadar tavsiyeleri hükümet tarafından ciddiye alınıp uygulamaya konmuştur. Örneğin, Öcalan’ın cezaevi koşullarında yapılan düzenlemeler CPT’nin tavsiyeleri arasındaydı. Ancak, CPT gibi insan hakları izleme mekanizma ve kurumlarının etkisi hükümetlerin işbirliğine bağlı. Son dönemlerde hükümet, uluslararası insan hakları mekanizmalarıyla işbirliği yapmaya hiç de gönüllü değil. Kasım ayında Türkiye’ye resmi ziyarette bulunan BM Fikir Özgürlüğünden Sorumlu Raportörün ziyareti 5 günle sınırlı tutulmuştur. Zaten yetkililer, olağanüstü hal kapsamında uluslararası insan hakları yükümlülüklerinin askıya alındığını ifade etmektedirler.

* Kazete’de yazdığınız bir makalede, Türkiye’de lümpenleşen siyasetin yozlaştırdığı kültürün insan haklarını çiğnediğini belirtmişsiniz. Lümpenleşen siyaset Türkiye’yi nereye götürüyor? Bu siyaset nasıl aşılabilir?

Hiç bir geleneğe, göreneğe, etik standartlarına sığmayan söylem, iktidar odaklarını gasp etmiş durumda. Topluma yön verecek devlet geleneği ve terbiyesi yerini avamlığa terk ediyor. Uzun vadede bu toplumsal ahlakın erozyona uğraması ve siyasetin totaliterleşmesi anlamına gelir. Ahlak dokusu çökmüş toplumlar kitleleşir ve kolayca manipüle edilerek felakete sürüklenebilir. Hitler Almanya’sını düşünün. Biz Türkiye’de ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesiyle büyüdük, bugün Türkiye felaket ihraç eden bir Ortadoğu cehennemine dönüşme yolunda. Ödün vermeden mücadele etmeye devam etmekten başka çaremiz yok, bu da ancak örgütlülükle mümkün.

* Son olarak, Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte, çıkan KHK’lerle birçok hak gasp edildi. Sizce, böylesi bir süreçlerin, Türkiye’nin demokratikleşmesine ne gibi dezavantajları olur? Türkiye halkları böylesi bir süreçten nasıl çıkabilir?

Darbe girişimi kendi başına bir felaketti, ama sonrasında gelen durum demokrasi, hak, hukuk açısından çok endişe verici. Terörle mücadele ve ulusal güvenlik girişimleri temel hak ve özgürlükleri yok etmeden de sağlanabilir. Bu yönde önemli uluslararası standartlar var, ancak Türkiye’de yaşanan sanki kitlesel olarak muhalif kesimlerin cezalandırılması amaçlanıyormuş izlenimi veriyor. Barış bildirgesini imzalamış pek çok akademisyenin işine son verilebiliyor, muhalif hakimler ‘FETÖ’cü diye tutuklanabiliyor, sivil toplum kuruluşları kapatılabiliyor, rektör seçimleri iptal ediliyor, ama Gülen hareketinin siyasi dayanağı ‘aldatılmışlık’ mağduriyetiyle aklanıyor. Bir toplum bilimci olarak bunları anlamakta gerçekten zorlanıyorum.

EN SON EKLENENLER