Bir deklare ettim ki dönemem! – II – Ayhan Yalçınkaya

II.

Şimdi geliyoruz Şeyh Sait tartışmasına. Bu tartışma esasen deklarasyonla da doğrudan ilişkilendirilebilir; ilgili bildirgenin içeriğine sıra geldiğinde yeniden dönmek de gerekebilir. Ama başta, bildirgeden ayrı ve önemli bir tartışma kanalı açılmış olduğu ve birinci örneğimizdeki gibi, yeni bir düşmanlık-şeytanlık çizgisi de buradan çekilmeye çalışıldığı için, burada öncelikle ele alma gereği duyuyorum. Öncelikle konuyu hatırlayalım. 2 Temmuz Madımak Katliamı anmalarına Osman Baydemir başkanlığında katılan HDP heyeti Madımak önünde, yine Baydemir vasıtasıyla bir açıklama yapıyor ve ardından da otel önüne, yine Sayın Baydemir üç karanfil bırakarak “Bu üç karanfili Şeyh Sait’in torunları, Seyit Rıza’nın torunları, Pir Sultan ve Hacı Bektaş’ın torunları adına bırakıyorum” diyor.  (Olayı, birinci ağız sayılabilecek, olay yerinde bulunan, Alevi hareketinin çok yakından tanıdığı HDP’li Ali Kenanoğlu’nun yazısından aktarıyorum. İlgilenenler “Şeyh Sait ve Madımak” yazısını kolayca bulabilir.) Kenanoğlu’na göre, olay kürsüde olmamıştı ve ortada alkış filan da yoktu. Sadece Baydemir’in ismi kürsüden okununca kitle tarafından coşkuyla alkışlı bir karşılama olmuştu elbette. Bu da zaten anlaşılabilir bir şey. Kaldı ki kişisel olarak ben de orada olsaydım, Osman Baydemir ismi okununca, adı her ne kadar Osman da olsa (aman ciddiye almayın, şaka yapıyorum; nice Aliler gördük ki Osman çıktılar diye boşa dememiş analarımız ki tersi de doğru) alkışlardım; kimsenin şüphesi olmasın. Gülten Kışanak isminin de hatta, adını anons eder, bir alkış da ona çalar-çaldırırdım! Her iki isim de Alevilerden bu alkışı almayı hak eden isimler. Buna hiç şüphe yok ama konumuz bu değil.

Deklarasyon üstüne HBV Dergahı postnişini Veliyeddin Hürrem Ulusoy bir açıklama yayınlıyor; şu ünlü “Pirincin İçindeki Beyaz Taşlar” açıklaması. Bu açıklamada bu olaya da yer veriyor ve şöyle diyor: “Acılar paylaşıldıkça azalsa ve yaralar kendini sarsa da bazen daha incitici, gönül kırıcı olabilmektedir, yaşananlar. Madımak Katliamı’nda yaşamını yitirenlerin anması sırasında karanfiller bırakılırken Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal’ın, Alevilerin kurmuş olduğu Kamber-i Ali sofrasına oturmayan Şeyh Sait ile aynı kefeye konulurken ‘alkışlanması’ incitici bir durumdur. ‘Alevilerin kestiği haramdır, yenilmez’ düşüncesi ile kurulan sofraya oturmayan birinin Yolumuzun uluları ile aynı kefeye konulmasına gönlümüz razı olmaz.” İşte fırtına koparılan açıklamanın ilgili kısmının tümü budur.

Öncelikle bir noktaya dikkat çekeceğim: Bu deklarasyon vesilesiyle yürütülen tartışmalar bize siyasetin nasıl sembolik bir evrende işlediğinin apaçık işaretlerini hatta kanıtlarını sunuyor. Her şey sembolik ve bu semboller bizlerin, birilerinin hareketlenmesini, durmasını, dostluğunu, düşmanlığını, ilgisizliğini, ilgisini, vs. nasıl kazandığımızın ya da yitirdiğimizin önemli örnekleri olarak karşımızda duruyor. Bu noktanın neden önemli olduğu umarım biraz ileride kendiliğinden anlaşılacak. İkinci olarak bu açıklamanın yapısına dikkat çekeceğim. Ama bu biçime dikkat çekebilmek için bir-iki küçük değinide bulunmalıyım.

Açıklamayı yapan postnişin Veliyeddin Hürrem Ulusoy. Büyük bir Alevi topluluğunun ve onların dedelerinin, rehberlerinin, zakirlerinin vs. sembolik ve fiili serçeşmesi! Alevi talipler topluluğunun önemlice bir bölümü bu dergahın talipleri ve yine biliyoruz ki daha önce HBV dergahına talip olmayıp sonradan oraya bağlanan Alevilere, diğer kimi Alevi topluluklar da “dönek, dönük” gibi sıfatlar verirlerdi eskiden. Devamla, bu dergahın tarihinde özellikle Dersim Kızılbaş topluluklarıyla ilişkileri gözetildiğinde, bu topluluklarla yaşadığı ciddi gerilimli olaylar var. Tarik-pençe tartışmaları gibi teolojik görünümlü ocak egemenliği tartışmalarından, I. Dünya Savaşı içinde yaşanan Osmanlı’ya asker verip vermeme tartışmalarına ve nihayet Cumhuriyet döneminde yaşanan kimi gerilimlere kadar. Bir hususu daha atlamadan geçmemek gerekir; dergahın ve postta oturanların Osmanlı’dan günümüze (ve dahi dergahın tesisinden başlayarak) devletle ilişkileri çoğu Alevi topluluk açısından anlaşılmaya muhtaç çok biçimli gerilimler içeriyor; bu da açık. Dolayısıyla Sayın Ulusoy bir açıklama yaptığında ve bu açıklamaya tepkiler gündeme geldiğinde, öncelikle alfabetik düzeyde bu bagajı paranteze alıp ihmal etmemeliyiz. Paranteze almalıyız; tarih hiç akmamış, hiçbir şey değişmemiş, tarihin her anında dergah ve posttakiler hep aynı biçimde davranmışlar gibi özcü hatalara düşmeyelim diye. Örneğin bugün Sayın Ulusoy’un devletle mesafesi, devletle ilişkileri, siyasal sorunlara yaklaşımı, kendisine Kızılbaş deyip Kızılbaşlıktan devrimcilik olarak nasiplenmeye kalkanların ya da irili ufaklı çeşitli Alevi derneklerinin başına çöreklenip hem Dersimlilik hem müahhitlik taslayanların havsalasını bile aşar! Sayın Ulusoy’un varlığı, (Ulusoy ailesini kast etmiyorum) açıkça söylüyorum Alevi hareketinin tümü açısından büyük bir şanstır. Ama ihmal de etmemeliyiz; çünkü tarihin altından hangi sular akarsa aksın, sembolik evrende sular o kadar hızlı akmaz ve bizim dünyaya bir bütün olarak yaklaşımımızı yapılandırıp yeniden yapılandıran daha çok sembolik evrenimizdir. Dolayısıyla ihmal etmemeliyiz ki gelen bir tepki bizi dumura da uğratmasın.

Bu notu düştükten sonra, VHU açıklamasına bakıldığında, öncelikle biçimsel olarak, bu açıklamanın özel olarak ilgili deklarasyona karşı yapılmadığı, üç ayrı gelişmeye yer verildiği görülüyor. Bu neden önemli: En başta şundan; VHU deklarasyonu kerameti kendinden menkul değerinden gayrı bir değerlemeye ve buna bağlı bir değerlendirmeye tabi tutmaya gerek duymuyor! Ama bunun ihmale gelmeyeceğinin de farkında; yani yok da saymıyor. Tıpkı saydığı diğer iki gelişme gibi. İkinci olarak, VHU yine de en çok ve en ağır cümleleri bu deklarasyon için kuruyor ve kestirmeden mahkum ediyor. Aynı ağırlıkta ve kesinlikte ikinci husus ise bayram cemi meselesi. Hiçbir kuşkuya, tereddüde yer vermeden bayram cemi uygulamalarını da mahkum ediyor. Ki Alevi hareketini ve topluluklarını az çok bilenler bu mahkum etme girişiminin özellikle kimleri, hangi çevreleri rahatsız edebileceğini de kestirebilir ve dahası, gerçekten de bu açıklıkta ve sembolik olarak en tepeden bu mahkumiyetin zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmişti bile. Geç de olsa iyidir. Sayın Ulusoy’un açıklamasında en az değindiği mesele Madımak anmasında yaşanan Şeyh Sait meselesidir.  Bunları neden hatırlatıyorum? Basit: Sanki Sayın Ulusoy, Şeyh Sait göndermesiyle, Sayın Baydemir’e, bir bütün olarak HDP’ye ve dahası, ne komiktir ki bir bütün olarak Kürtlere karşı bir açıklama yapmış, halkların düşmanlığını istiyormuş, halkların düşmanlarının yanında saf tutmuş gibi sunuluverdi! Dahası, bu sunumların hiçbirinde de Sayın Ulusoy’un tüm bunları yaptığına ilişkin en küçük bir kanıt yoktu! Önemli mi ki? Evet ve hayır. Evet, çünkü birazdan göreceğimiz gibi, eğer insanları sözüm ona gerçeğe davet ederek terbiye etmek peşindeyseniz, aynı terbiye makası sizi de keser. Bu durumda V. H. Ulusoy’un tüm bu iddialarınıza dayanak oluşturacak verilerini de sunacaksınız. Hayır, çünkü sembolik bagaj devreye girmişse, gerçeğin ne olduğunun öneminden çok, ilgili gerçek dolayımıyla sembolik bagajın nasıl, hangi saiklerle devreye girdiğini anlamak daha önemli hale gelir. (Geçmeden bu arada, benim için utanç verici bir beyan olsa da –utanç verici olan beyanın içeriği değil, beyanda bulunmak gerekliliğini duymam- beyan etmek isterim: HBV dergahının yani Sayın Ulusoy’un talibi değilim, ne de bir başka ocağın. Bende, kişisel olarak talip olacakkapasite yok. Taliplik yolunun hakkını verebilecek hiçbir özelliğim yok; talip olamayacağımı bilmek dışında. Dolayısıyla bu satırlarla Sayın Ulusoy’u savunmuyorum. Zaten hemen aşağıda göreceğiniz gibi, dert onu savunmak değil, düşmanlığın nasıl yaratıldığına ikinci bir ışık tutmak.)

Sayın Ulusoy’un açıklaması üzerine ilk yazımda da belirttiğim gibi sert bir yazı yayınlandı. Ama bu yazının arkası da geldi. Ben, yazımın ilk bölümünde yine Alevi hareketinin çok iyi bildiği, medya dünyasında adı çeşitli Alevi tv deneyimleriyle bilinen ve bu deneyimlerinin de gösterdiği gibi, özellikle Dersim Alevi topluluklarıyla ve onların dertleriyle hemdert ve onlarla hemhal olan, Sayın Şükrü Yıldız’ın yazısı üzerinde duracağımı hesaplayarak bir diğer örnek demiştim. Geçmedi, üstüne yine Alevi hareketinin yakından tanıdığı bir diğer HDP’li isim, Kemal Bülbül’ün yazısı sosyal medyaya düştü. Yetmedi, yukarıda andığım Sayın Kenanoğlu’nun yazısı düştü. Arada derede araştırmacı ya da tarihçi olarak takdim edilenlerin başka yazıları da oldu ve hepsinin ortak keseni şuydu: “Şeyh Sait ile Seyit Rıza arasında geçtiği iddia olunan olay gerçek dışıdır!” Buna sırtını yaslayan her yazar, ardından kendi meşrebince Sayın Ulusoy’u ya da açıklamasının ilgili kısmını eleştirip çeşitli sonuçlar çıkardı. Ben, dikkati Şükrü Yıldız’ın yazısına çekmekle yetineceğim. Sonra Kısaca da olsa kemal Bülbül’e iki çift söz söylemek dilerim, ardından da olaya ilişkin kendi yaklaşımımı beyan edip bugünlük yeter diyeceğim.

Şükrü Yıldız’ın yazısı, Sayın Ulusoy’un açıklamasıyla aynı başlığı taşıyor. “Pirincin içindeki beyaz taşlar.” İlgili yazıyı sosyal medyada ya da www.alevinet.com adresinde kolayca bulabilirsiniz. Yazının ilk cümlesi: “Bizde, tarihi içlerindeki kin ve düşmanlıklar üstünden okuyan, akıl fukarası bir kafa olduğu kesin.” Devamla “Birileri pirincin içindeki beyaz taşları ararken, gömüldüğü karabatağı görmüyor, sarayın kapısında geziniyor…Osmanlı kafasıyla birlikte kendisine alan açıldığını görüyor, 1826’dan önceki uğursuz rolünü istiyor. Saldırıyor, yalanın şahitliğine soyunuyor.” Sonra da yukarıda Sayın Ulusoy’a ait olan cümleleri alıntılıyor Şükrü Yıldız. Meğer Sayın Ulusoy, o cümleleriyle ne yapmış da biz fark etmemişiz; bizi aydınlatıyor Sayın Yıldız. Bu “akıl fukarası, tarihi içindeki kin ve düşmanlıkla okuyan, sarayın kapısında gezinen, yalanın şahitliğine soyunan, (…) Kürtlere ve Alevilere kin kusmanın para ettiğini bilen, kapıda kulluk isteyen, cehaletten biat isteyen, bunun için yalanını “anasının ak sütü gibi” piyasaya süren” Veliyeddin Hürrem Ulusoy, meğer bizi nasıl da kandırmış!!! Şükrü Yıldız aydınlatmaya devam ediyor: Meğer Sayın Ulusoy ve üstüne oturduğu post “Osmanlının kapısında, Ebussud efendinin fetvalarıyla kesilen kurbanların üstüne üşüşenler”, “Alevi kanında eli olan Osmanlı askerleri”ymiş! [Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşilikle bağına gönderme yapıyor] Bütün bunları, tam da yazarının söylediği gibi, tarih fukaralığından tedaviye muhtaç tüm bu cümleleri, niçin hak etmiş Sayın Ulusoy? Tüm Alevi camiasında, Dersim dahil –aksini iddia edene Dersimli pirlerin, seyyidlerin kayıtlarını gönderirim- yaygınlıkla bilinen, Alevi topluluklar arasında birden fazla çeşitlemesi olan (en az üç ayrı biçimini ben biliyorum ki Dersimli değilim üstelikJ. Birinde Şeyh Sait koyunları kendi adamlarına kestirmek ister, diğerinde koyunlar kesilir ama Şeyh Sait ve adamları sofraya oturmaz, yanlarında getirdikleri tayınları yer, üçüncüsünde olayda hiç koyun yoktur, vs. vs.) bir kabulü, bir inanışı dile getirdiği için! Sayın Ulusoy yazısında bunun tarihsel bir gerçek olduğunu filan mı iddia ediyor? Tarihçiliğe mi soyunmuş mesela? Tam burada Ali Kenanoğlu’nun ve Kemal Bülbül’ün de yazılarını gündeme alabiliriz. Onlar da bu olayın (şu ya da bu amaçla, ama şöyle ama böyle) bir yalan olduğunda ısrar ediyorlar. Yani tarihte böyle bir olayın olmadığında, bunun tarihsel bir gerçek olmadığında ısrar ediyorlar ve tüm eleştirel güçlerini buraya yığıyorlar! Kuşkusuz, Şükrü Yıldız’ın yaptığı düpedüz saygısızlığı, üstelik Şeyh Sait’e saygıya çağrı çıkaranın önce kendisinin saygıdan neyi anladığını göstermek yükümlülüğünü bile fark edemeyen idrak yoksunluğunu Ne Sayın Bülbül’e ne de Sevgili Kenanoğlu’na atfedebilirim. Ama ne yazık ki bu üç isim de aynı aksta birleşiyor: “Bu olay tarihsel bir gerçek değil, bir rivayettir, bir yalandır, bir hikayedir!” El hak öyle olsun.

Gerçeğin ne olduğunu, haddimi aşıp ben söyleyeyim: Sizin dediğiniz gibi olsun, Seyh Sait ve Seyit Rıza karşılaşması tarihsel bir gerçek olmasın amma Alevi toplulukların bu karşılaşmanın gerçekliğine ve bu karşılaşma anında Şeyh Sait’in Seyit Rıza’nın sofrasına oturmadığına ilişkin inancı gerçektir! Gerçek budur işte. Tartışacaksak bunun varlığını ya da yokluğunu tartışalım ve tarihsel gerçek değilse, bu inancın nasıl, nerelerden türediğini, nasıl yerleştiğini, Alevilerde nasıl karşılık bulduğunu anlamaya ve kavramaya çalışalım ama küfretmeden ve Sayın Ulusoy’u bilmesek, canavarlaştırmadan! Eğer Sayın Ulusoy’u da böyle ağza alınmaz sözlerle düşman ilan edecekseniz, buyurun yolunuz açık olsun; taptığınız Tanrı düşmanınızdan mahrum etmesin sizi!

Eğer gerçek, bu karşılaşmanın tarihsel olarak olup olmadığı değil, Alevi toplulukların bu inancının ta kendisiyse, bu inancın kendisi de iddia ettiğiniz gibi tarih dışı bilgilere dayanıyorsa, değiştirmek ve böylece yeniden yazmak istediğiniz tarih, sözümona gerçek dışı olduğu kabul edilen inancın yerine, sözüm ona gerçek olduğu kabul edilen tarihselliğin geçirilmesiyle yazılmaz, bu mümkün değildir. Bu şuna benzer:

Demir Küçükaydın’dan yararlanalım biraz: Diyelim Tanrı’nın varlığı gerçek değildir; elbette herhangi bir bilim yoluyla Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz. Çünkü bu mesele bilimin konusu değildir. Ama Tanrı’nın varlığına olan inanç su katılmamış gerçektir! Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz ama Tanrı’nın varlığına olan inancın varlığı kanıtlanabilir, bilimsel olarak çalışılabilir. Bu çizgiyi izlediğimizde, öyleyse Tanrı’nın varlığına inanan birinin karşısına geçip “Ayyy bu senin inancının hiçbir gerçekliği yoktur, Tanrı yoktur, gerçek değildir, inancın yalana dayanıyor” diye tepinmenin alemi yoktur. Yoktur, çünkü Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu meselesi zaten bilimin konusu değildir en başta! Öyleyse Tanrı’ya inanan birinin karşısına bilim silahıyla çıkmak kadar aptalca bir şey de yoktur! Bizim bilimsel olarak anlamak zorunda olduğumuz şey, Alevilerin neden ve nasıl buna inandıkları, yeniden ürettikleri, bunun neye ışık tuttuğu, neleri açığa çıkardığıdır! Konuya dönelim, demek ki neymiş, Sayın Ulusoy bir tarihçi gibi karşımıza geçip bir olayın gerçekliğini iddia etmiyormuş ama Sayın Ulusoy’un sözlerinde dile gelen şey katıksız gerçektir! Yani ortada Sayın Ulusoy’a atfedebileceğimiz herhangi bir yalan yok! Böyle olunca, tarih silahını çekip Sayın Ulusoy ve onun nezdinde Alevilerin karşısına geçip onları Şükrü Yıldız’ın yaptığı gibi terbiye etmeye kalkmanın da alemi yok! Böyle terbiyeye niyetlenmişseniz, o zaman o tarih kılıcına hakim olacaksınız! Yoksa tarih kılıcı tırpan gibidir, acemi ellere düşerse, mazaallah bacaklarını koparır kullanmaya kalkanın! Tekrar ediyorum: Ulusoy bir gerçeği dile getiriyor, dile getirdiği şey kesinlikle gerçektir! Aleviler arasında bu yaygın bir inanış ve kabüldür, nokta. “Böyle bir şey olabilir mi ya” diyene ne zamandır Newroz’un Demirci Kawa’yla ilişkili olduğunu sorarım!

Devam edelim, varsayalım ki sözkonusu karşılaşma olayı Tanrı’nın varlığı-yokluğu cinsinden bir olay değildir. Bal gibi de tarihsel olarak araştırılabilir. Çeşitli türden belgeler, bulgular yoluyla karşılaşmanın varlığına ya da yokluğuna ilişkin anlamlı bir tablo ortaya çıkarabiliriz (ki bugüne değin bu konuda dişe dokunur bir çalışma görmedim ben, benim görmemem elbette olmadığı anlamına da gelmez, o ayrı.) Diyelim ki “evet ya, gerçekten Aleviler bir yalana inanıyormuş!” Eeee, sonuç ne? Ne geçti elimize Alevileri cahil ilan ettik peki ama sonuç ne? Bu mesele hala tarihin değil, siyaset biliminin, siyasetin, sosyolojinin, toplumsal mücadelelerin meselesi olarak kalmaya devam edecek. O halde, böylesi bir meselede, hele de Kemal Bülbül ve Ali Kenanoğlu gibi siyasetçilerin tarih bilimine sığınmalarının anlamı nedir? Hep yaptığım benzetmeyi yapacağım. Bu şuna benzer: “Ermeni soykırımı vardır” diye ortaya çıkan iddiaların karşısına “hele siz getirin tarihçilerinizi, biz getirelim tarihçilerimizi, siz getirin belgelerinizi, biz getirelim belgelerimizi, buna tarih karar versin!” İyi de bu tarihin karar vereceği bir mesele değil ki…Tarih karar verdi diye de ortadan kalkacak bir mesele değil. Şafii Kürt topluluklarının Alevilere karşı negatif bir bagajı var, değil mi? Tarih bu bagajı ortadan kaldıracak mı, Şeyh Sait Seyit Rıza’yla buluşmamış diye? Kaldırmayacağı için, ondan sonra tarihi zorlamaya devam edersiniz ve komik olursunuz: Efendim Şeyh Sait’in torunu Seyit Rıza’ya yardıma giderken öldürülmüş! Belki de doğrudur ama kaynak? Kaynak mı, biraz önce küfrettiğiniz resmi ideolojinin sesi bir gazete küpürü! Ne güzel değil mi? Ya da yetmez, Şeyh Sait’in ailesinden başlar ailevi soy sop güzellemeleriyle nasıl da Alevilerin dostu olduğunu anlatmak zorunda kalırsınız ki gülelim mi ağlayalım mı bilemeyiz. Öyle olur ki sonunda ünlü bir Kürt Şafii alimi olan Şeyh Sait, Veliyeddin Ulusoy’dan daha Alevi çıkar! Olur mu olur; tarih bu; kimin, nasıl yazdığına bakar efendimJ Çok mu abarttım? Hayır. Şükrü Yıldız’ın yaptığı tam budur işte: Veliyeddin Ulusoy’a Bektaşi dergahının tarihi hakkında sıfır bilgiyle Yeniçerilik Bektaşilik üzerinden küfreden kişinin hali budur. Böyle küfretmeye kalkarsanız Kürt Şafii beylerinin Osmanlı’yla ilişkileri ve o ilişkilerin ortasında yatan Alevi cesetler gösterilir size! Hiç bilmeyene, en cahiline Hamidiye Alayları gösterilir. O Alaylar sadece Ermenileri mi kırdı geçirdi sanıyorsunuz?

Öyleyse ikinci kez bir bagaj sorunuyla karşı karşıyayız. Bu karşılaşma inancının da gösterdiği gibi, Alevi topluluklar ile Şafii topluluklar arasında da bir bagaj durmaktadır. Şafii toplulukların gerek kendi dinlerinin ve gerekse bu dinin de bir parçası olduğu tarihten bugüne kurup geliştirdikleri devletle ilişkilerinin ve bunların Alevi topluluklar üzerindeki negatif etkilerinin hesaba katılması gerekir. Alevi topluluklar Şafii topluluklardaki bu bagajın farkındadır ve bunu sembolik dünyalarında bir tehdit olarak korumaya devam ederler, ediyorlar da. Burada kabahat Alevilerin diye höykürmenin alemi yok. Bu bagaj çok değişti demenin de alemi yok. Eğer bu bagaj değişiyorsa, Dergaha ilişkin bagajınızın nasıl değişmeden kaldığını önünüze koyarlar! Siz kadir-i mutlak olmalısınız! Elbette iki topluluk grubu arasında bagajlar var ve bu bagajlar elbette değişiyor. Şu ya da bu yönde ve elbette bu bagajı olduğu gibi tüm negatif yüküyle koruyan ve korumak isteyen Şafii gruplar var ve bunun için mücadele ediyorlar; kim diyebilir ki bu bagaj olmasaydı bile tüm Şafiiler Alevi dostu kesildi diye? Velioğlu’nun Hizbullahından IŞİD’e kadar gelelim isterseniz. Bu radikal grupları istisna sayacaksanız, Nurcu grupların, hemen tüm versiyonlarında karşımıza çıkan Alevi düşmanlığını ne sayacaksınız? Aynı şekilde bu olumsuz bagajı ortadan kaldırmak isteyenler de var. Şükrü Yıldız bunlardan biri değil, belli. O tüm olumsuzluklarıyla bagajı yeniden üretmenin peşinde; Kürt bagajını da, HBV dergahı bagajını da. Elbette Kemal Bülbül ve Ali Kenanoğlu, bu negatif bagajları kaldırmak isteyen safta yer alıyor ama bunun yolu Alevileri tarihle terbiyeden geçmiyor. Nereden geçtiğini Marx’tan biliyoruz: Dine karşı mücadele dindara, ibadethaneye, ibadete karşı mücadeleden geçmiyor; dünyaya karşı mücadeleden geçiyor. Dahası, “evet, evet ben tam da bu dünyaya karşı mücadele ediyorum” demek de ne yazık ki bagajı ortadan kaldırmıyor; elbette ediyorsunuzdur, ne bilelim ama yüzlerce yıllık bir bagajın ağırlığı ve izleri, insanların ruhlarından siz üç beş on, her neyse, yıldır mücadele ediyorsunuz diye ortadan kalkmaz. Birden çok panelde başıma gelmiştir; panel biter, bir üniversiteli, okumuş, pırıl pırıl bir Şafii genci yanıma sokulur ve bana şöyle okkalı bir ders verir: “Hocam, bu Alevilerin sorunu ne biliyor musunuz, dinleri yok, dinleri…Bakın bize bizim bir dinimiz var, o yüzden başarılıyız….” Niye diye sorarım, “niye dinleri yokmuş?” “Çünkü kitapları yok hocam!” Gördünüz mü? Şimdi bu gencecik çocuğa kafa mı atarsınız, karşınıza alır, dinler ve kitaplılık arasındaki ilişkisel tarihi mi anlatırsınız, yoksa sırtınızı döner gider misiniz? Ben sonuncusunu yapıyorum, çünkü biliyorum ki ona böyle konuşma hakkını, hadsizliğini, cesaretini, utanmazlığının bile farkında olmasını sağlayamayan utanmazlığını veren sırtındaki bagajdır! O bagajı ben indiremem. Aleviler de indiremez. Aç parantez söyleyim ki o yüzden Aleviler ne kadar uğraşırsa uğraşsın “Ayyy bizi tanımıyorlar, kendimizi tanıtalım da cahil cahil konuşmasınlar” demeleri boşunadır. Bundan vazgeçmek gerekir. Onları değiştirecek olan Aleviler değildir. Ama onlar Aleviliği değiştiriyor. Bu tartışma vesilesiyle de ortaya çıktığı gibi, kendini Alevi saymaya cesaret eden birileri, kendi saydığı Alevilikten olmayan deklarasyonculara utanıp sıkılmadan sizin Alevilik saydığınız dinin kitabı nedir diye sorabiliyor. Bu soruyu soran mı Alevi, buna muhatap olan deklarasyoncu mu Alevi acaba?

Parantezi kapatıp Sayın Ulusoy’un mesajına dönelim. Sayın Ulusoy ilgili mesajında ne diyordu? “Madımak Katliamı’nda yaşamını yitirenlerin anması sırasında karanfiller bırakılırken Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal’ın, Alevilerin kurmuş olduğu Kamber-i Ali sofrasına oturmayan Şeyh Sait ile aynı kefeye konulurken ‘alkışlanması’ incitici bir durumdur. ‘Alevilerin kestiği haramdır, yenilmez’ düşüncesi ile kurulan sofraya oturmayan birinin Yolumuzun uluları ile aynı kefeye konulmasına gönlümüz razı olmaz.” Özetle şu: 1. Şeyh Sait’in Madımak anmasında alkışlatılması bizi incitti. 2. Soframıza oturmayan birinin yolumuzun ulularıyla birlikte anılmasına razı değiliz. Bu iki ifadeden Şeyh Sait değil de sanki Sayın Baydemir ya da topyekun HDP’nin alkışlanmasının Ulusoy ve temsil ettiği topluluğu incittiği sonucunu çıkaran, düşmanlığın önde gidenini yapıyordur ve bundan sonra eğer alkışlanacaksa, Sayın Baydemir ve HDP’liler alkışlanmasın diye uğraşıyordur, bu kadar açık. Dahası ve en kötüsü, Şeyh Sait-Seyit Rıza karşılaşma inanışı gereği tüm Alevilerin böylesi bir olayda incinme hakkı vardır! Sıradan biri olarak ben bile incinirim! Yetmez, Sayın Ulusoy bu durumu çok hafif değerlendirmiş, ben “incinme” sözüyle yetinmez, yazsam o bildiriyi, açıkça şunu yazardım, “Bu durum bizim için incitici ve daha ötesi tehdit edicidir.” Neden mi tehdit edicidir? Çünkü Sayın Ulusoy’a gösterilen tepkiler, açıkça 1. Alevilerin kendi sembolik evrenleri ve dinleri gereği incinme hakkını bile ellerinden almakta, buna tepki göstermekte, incinmelerine bile izin vermeyeceğinin açık beyanı anlamına gelmektedir. 2. Şafii Kürt toplulukların ikonik bir dinsel ve siyasal figürüne Alevi toplulukların sembolik evreninde yer açılmasını talep etmekte ve dahası 3. Bu ikonik siyasal ve dinsel figürü diğer Şafii Kürt topluluklardan oldukça geç ve işlevsel olduğunu kavradığı ölçüde keşfeden ana akım bir siyasal hareketin tüm gücünü arkasına alıp bu talebi siyasal bir dayatmaya dönüştürmektedir! Bundan öte tehdit mi lazım? Yoksa, incinme hakkının tanınmaması gibi, Sayın Ulusoy’un mesajındaki ikinci unsurun da tümden ortadan kaldırılması mı lazım: yani razı olmama hakkı! Kimin gönlünün kimden razı olup olmayacağını belirleyen bir merkezi otorite, bir razılık-ölçer-metre var da biz mi bilmiyoruz yoksa böyle bir ideal peşinde misiniz ki o zaman, yine bir tehdit var demektir!

Üçüncü maddeyi açmak isterim. Şimdi can hıraş Şeyh Sait üzerinden Alevi topluluklara ders vermeye, hele de halkların kardeşliği dersi vermeye kalkanların tümünün ana akım Kürt siyasallığının Şeyh Said’i ne zaman keşfettiğine ilişkin biraz düşünmeleri gerekir. Şeyh Sait ne zamandır ikonik bir siyasal figür olarak bu hareket tarafından devşirilmiştir? Bu hareketin tarihine dönüp bakın; yazıp çizdiklerine bakın. Bizzat bu hareket için Şeyh Sait “gerici, feodal bir yobaz” değil miydi bir zamanlar? Bu hareket Şeyh Sait’in varlığını hatırlamıyorken, çok önce Nurcu Şafii gruplar İki Sait diye biliyorlardı, Hizbullah biliyordu. Ne zaman ki onların bilişinin siyasal olarak sonuç getirdiği görüldü, kestirmeden bu hareket de Şeyh Sait’e ilişkin yeni bir yaklaşım geliştirdi. Bunları ben uydurmuyorum. Merak eden, özellikle Sevgili Kenanoğlu ile Kemal Bülbül, kendi saflarında yer alan çok değerli akademisyen hocamız HDP milletvekili Hişyar Özsoy’un bu konudaki çalışmalarına göz atabilirler. Hişyar hocamıza ulaşamazlarsa kaynakları ben göndereyim. Şeyh Sait isyanını Sevgili Kenanoğlu’nun yazısındaki tabiriyle ve onun doğrudan cümleleriyle “Kürt halkı üzerindeki inkar, imha ve asimilasyon politikalarını gölgelemek isteyenler bu isyanı “Şeriatçı bir isyan” olarak niteleyip işin kolayına kaçanlar” bu gün ana akım bir siyasal hareketin ta kendisiydi! Alevilerden öte ve önce! Bu dersi Alevilerden önce belki onlara vermeniz yararlı olur!

Şimdi durum daha da ağırlaşıyor. Demek ki kimileri, şu an gücünü arkasında hissettikleri ya da kendi aidiyetleri gereği bilemem, bir siyasal hareketin kendi tarihi içinde baştan beri yer almayan, ancak belli bir konjonktürde seferber etmeye giriştiği ve belki de belli bir konjonktürde bir kenara fırlatıp atacağı, ikonik bir figürü Alevi toplulukların önüne bir saygı nesnesi olarak dayatmaya kalkışıyor! Dahası bizleri de sanki baştan beri bu ikon bu hareketin bir parçasıymış gibi inandırmaya zorluyor, “tarih tarih” nidalarıyla!

Hadi  biraz durumu hafifletelim: Sayın Kenanoğlu ve Bülbül ilgili karşılaşma hikayesinin tam bir hikaye olduğuna, palavra olduğuna imanınız kavi olduğuna göre, hele hele sayın Kenanoğlu kendisine de yöneltilen “Şeyh Sait’in torunlarıyla siyaset yapıyorsunuz” eleştirilerine karşı “belgeniz var mı belgeniz” diye ortaya çıktığına göre, soruyorum, belgesi olan biri çıkarsa ne yapacaksınız? Vaz mı geçeceksiniz Şeyh Sait’in torunlarıyla siyaset yapmaktan? Eğer Şeyh Sait, Seyit Rıza ve Alevilere o haksızlığı ve terbiyesizliği yaptıysa, siz torunların torunu olarak aynı adil dünya özlemini paylaştığınızı iddia ettiğiniz Hişyar Hocamla siyaset yapmaktan vaz mı geçeceksiniz? Bu kadar mı yani? Ölçü bu mudur? Kişisel olarak ben buna hayır derdim, elbette, Şeyh Sait’in bir günahı varsa, ne zamandır torunlarını bağlıyor? Kaldı ki Şeyh Sait o devrin şeyhiydi, bu devrin aynı devir olmadığı açık, toplulukların kendi içlerinden ve kendilerini kuşattıkları ilişkiler içinde değiştikleri açık. Diyarbakır’da cemevi hayal edilebilir miydi? Gerçek oldu. Adı Osman olan biri tarafından hem de; tarihin intikamı diyelim.  Şeyh Sait bir günahkar olarak belgelense bile, bu gerçek bile, torunlarıyla olmak için yeterli sebep sayılmaz mı sizce? Ben, HDP’li bir siyasetçi olmadığım için daha fazlasını bilemem, gerisini kendisine havale ediyorum. Tüm o satırları yazmak yerine, şunu yazsanız yeterdi: “Madımak önünde alkışlanan Şeyh Sait değil, Osman Baydemir’di. Sayın Ulusoy yanlış bilgilendirilmiş”, hepsi o. Bu, belki Sayın Ulusoy bakımından yeterli olurdu ama benim için yine de bir problem kalmaya devam ederdi. Onu da yazıvereyim, içimde kalmasın.

Üç hususa dikkat çekmekle yetineceğim ki birini yeterince işaret ettim. Son kez vurgulamakla yetineceğim, üçüncüsü daha önemli. İlki şu: Toplulukların kendilerine ait sembolleri, ikonları, kahramanları, şehitleri, kutsalları vardır. Hiçbir topluluk diğerinin tüm bu değerlerine diyelim toptan, saygı duymak zorunda da değildir. Bilinir ki her topluluk bir diğerinin değerlerini diline pelesenk edebilir, eleştirebilir, alay edebilir, fıkralar uydurur, lakaplar takar, sosyal hayatın olağan akışıdır bu. Saygıya davetin, hele bu davet üzerinden iri iri siyasal slogan ve çağrıların sosyal hayatta hiçbir karşılığı yoktur. İhtiyacımız olan şey saygıya davet değildir. İhtiyacımız olan şey, öncelikle bu farklı sembolik evrenlerin varlığını bilmek, farkında olmak ve bu farkındalık çerçevesinde siyasallığın ya da aynı anlama gelmek üzere, siyasal bir birlikteliğin imkanlarını yaratmaktır ve bu yalnızca hukuki bir birliktelik de olamaz, bu da açıktır. Bunun er geç su alacağını tarih göstermektedir zaten. Öyleyse Sayın Ulusoy ve onun nezdinde Aleviler Şeyh Sait’e saygısızlık etmiş, eh Şeyh Sait’e saygısızlık etmiş ise onu ikonlaştıran tüm bir topluluğa etmiş gibi bir sonuç çıkarılamaz, çünkü edebilirdi de! Bu siyasal birlikteliğin imkanları yoksa, bu imkanlar üzerinde düşünme olanakları yoksa, böyle bir idealimiz yoksa, yoksa, yoksa, yoksa…uzar gider bu… Oysa ne Aleviler için, ne Sayın Ulusoy için bunu iddia edebiliyoruz.

İkincisi şu torun meselesi. Sayın Kenanoğlu diyor ki “Buradaki torunları kavramını az çok siyasetle ilgili olanlar bilir ki biyolojik bir anlam değil, takipçi, yoldaş, müritlik, taliplik ilişkisini ifade etmektedir.” Sayın Kenanoğlu “torunluk kavramını” kendisi açıkladığına göre, kendi açıklamasıyla sınırlı olarak soruyorum: Şeyh Sait’in torunları kimdir ve siz hangi “silsilede” yer alıyorsunuz? Alevi olduğunuza göre, müridi, talibi olamazsınız, bu açık. Geriye kalır yoldaşlık, takipçilik. Şeyh Sait’i nereye koyarsanız koyun, Şeyh Sait’in torunları, eğer örneğin onlar bugünkü HDP çizgisinin unsurları ise, Şeyh Sait’le aynı siyasal ideallere, aynı dinsel ideallere mi sahiptir? Bu nasıl bir tarih okuması ve nasıl bir toptancı üstlenmedir ki hem tarihin hem geleceğin yükünü Şeyh Sait’in üzerinden kendi üstünüze alırsınız? Demokratik Cumhuriyet filan diyorsunuz. Mesela Şeyh Sait demokratik bir cumhuriyetin mi peşindeydi? Offff ki offf…Ört ki ölem!

Üçüncüsü ve en önemlisi, siyaset bir semboller evreni ve sembollerin seferberliği ve mücadele alanıdır. Şimdi Madımak anmasındaki olayla ilgili kendi yaklaşımımı açma zamanı işte. Genel geçer bir saptama olarak belirtmek isterim ki HDP’nin epeydir siyasetten koptuğunu, siyasal bir canlı cenazeye döndüğünü biliyorum, hadi biliyoruz demeyeyim. Ancak en başarılı olduğu ve olması gerektiği sembolik seferberlik alanında da bu kadar büyük bir düşüncesizliğe savrulabileceğini rüyamda görsem inanmazdım. (Muhtemelen HDP’yi tanımadığımdandır ama olsun, o da benim cehaletim işte) Madımak önünde anmaya gidiyorsunuz ve kronolojik sırayı bile gözetmeden –Şeyh Sait, Seyit Rıza ve Pir Sultan, Hacı Bektaş- (yok artık) Şeyh Sait’ten başlayarak üç karanfil bırakıyorsunuz; torunları adına. Kronolojik sıralamadan geçtik ki kronolojinin ötesinde ilk sayılan isimden son sayılan isme, bu sıralamanın sembolik evrende karşılık geleceği şeylerden (örneğin bir sıradüzenin imasından) haberdar olmanız gerekirdi, habersizsiniz, bunu anladık ve geçtik. Yetmiyor, çok temel bir şeyi daha atlıyorsunuz: Madımak’ın önünde Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın işi ne? Bu iki isim, Nazım Hikmet’in dizeleriyle söyleyelim hadi “dövüşerek öldüler” ve “yenenler yenilenlerin ak göyneklerinde sildiler kılıçlarının kanını”. Ya Madımak’ta katledilen, yakılanlar? Aradaki benzerlik, sembolik benzerlik nerede? Yok çünkü. Öyleyse, niye oraya taşıyorsunuz? Oraya taşıyacağınız kendi siyasal mücadelenizden, bire bir sembolik karşılığı olan unsur yok mu? Var, öyle acı örnekleri var ki hem de…. Daha dün gibi, gün gibi aşikarken bunu da ben hatırlatırsam size, ayıp olmaz mı? Şeyh Sait’in torunları, Seyid Rıza’nın torunlarını bırakın, Madımak gibi kuşatılmış, yakılmış nice örneğimiz var ortak tarihimizde, karanfiller neden onlar için de değil? Hadi bunu da geçtik, HDP gibi bir siyasal hareket Alevi ve Şafii topluluklar arasındaki kültürel bagajların, sembolik mücadele alanlarının nasıl farkında olmaz? Devlet bal gibi farkındayken ve bu sermayeyi karşılıklı çatır çatır seferber ediyorken? Sadece Osman Baydemir’in kişisel saygınlığı yeter mi sanıyorsunuz da Baydemir’in sırtına koca bir sembolik dünyayı yükleyip kınalı koçlar gibi kurban ediveriyorsunuz? Demirtaş’ın aynı biçimde kurban edilmesinden hiç mi ders çıkarmadınız? Ne diyeyim, ne gelir elimden üzülmekten gayrı….

Bugünlük yazının sonuna geldim ama başta belirtmiştim, Kemal Bülbül’e de iki çift söz edip sormak dilerim. Korkmayın aynı konulara yeniden dönmeyeceğim. “Arif Bilir Aşk Ehlinin Halini” başlığıyla yazan Sayın Bülbül’ün yazısına dileyenler PİRHA ve sosyal medyadan ulaşabilirler. Ehlinin bildiği gibi Sayın Bülbül’ün derde deva mıdır bilmem ama gönüle sefa bir dili vardır. Benim nice özensem sırrına eremeyeceğim bir üslup. Bu üslupla yazan Sayın Bülbül, Sayın Ulusoy’un açıklamasından sonra Sayın Ulusoy’a cepten telefon etmiş, ulaşamamış ama Sayın Baydemir’le telefonda görüşmüş ve oradan  hareketle soruyor:

“Bu tevatürü halkların ve inanç gruplarının arasına nifak sokmaya çalışan resmi ideoloji yanlısı Türk İslamcı ırkçıların üretmiş olduğunu Hacıbektaş Ocağı Mürşidi Pir Veliyeddin Hürrem Ulusoy da mutlaka farkındadır. (…) Gül cemalinden feyz aldığımız, yüzünün izzetinden, dilinin lezzetinden nasiplendiğimiz, Şah-ı Şehidan Şah Kalender Çelebi’nin torunu HBO [ben kısalttım] Mürşidi Pir VHU [ben kısalttım] çeşitli nedenlerle biz canlara hitap ederken Kutbi Hakikat Mürşidi Arifan Hünkar HBV’nin [ben kısalttım](…) nefesini terennüm eylerler. (…) Ey ilmine, edebine, yoluna, ocağına niyaz olduğum Hacı Bektaş Ocağı Mürşidi Pir Veliyeddin Hürrem Ulusoy… Günümüzde tam da Kutbi Hakikat Mürşidi Arifan Hünkar Hacı Bektaş  Veli’liyi eylemi, söylemi, yaşamı, hak ve hakikat aşkıyla güncelleme ve Yetmiş iki milleti Muaviye soylu yezit huylu anlayış karşısında eşitlikte, özgürlükte, adalette “Bir iri ve diri” eyleme günü değil midir?? Dedik ya; Arif bilir aşk ehlinin halini. Arife tarif, hakikate zulm etme manasına gelir. İnancımız o ki! Hacı Bektaş Ocağı Mürşidi Pir Veliyeddin Hürrem Ulusoy bu kemter canın feryadına ilmi hakikat muvacehesinde bir yorum yapacaktır.”

Sevgili Kemal Bülbül’ün ilm ü ferasetine sığınarak diyem ki: Ey dil-i şeyda, kemaleti bülbülden, bülbülü kamilden olan dürr-ü meknun, hangi erkana sığar ki bir talip “Gül cemalinden feyz aldığı, yüzünün izzetinden, dilinin lezzetinden nasiplendiği, Şah-ı Şehidan Şah Kalender Çelebi’nin torunu Hacı Bektaş Ocağı Mürşidi Pir Veliyeddin Hürrem Ulusoy’a” telefon ede? Cep telefonuyla varan talip talip, varılan mürşit mürşit ola? Tacın kimden kaldığını biliriz de handy kimden kaldı? Sayın Baydemir’e telefon edilir gibi telefon edile? Ana Sultan ola ki telefon ede: “Herif herif, şu Hacı Bektaş bozkırının ortasında nasıl bitmiş bilinmez o tansık zeytin ağacının duldasından kendini kaldırıp getirebilirsen, gelirken bir iki limon alacaktın çarşıya uğrayıp unutma.” Telefon eden Ana Sultan ola. Ey dili bülbül, gönlü bağce, hangi erkandan bildinse biye de öğret: Talip mürşidinin iki kaşın arası okumaz da bir de duta dil eyler? İki kaşın arası değil midir “kemter canın feryadının yuvası?” Yuvasını bulamamış can, yuvasını yitirmiş can hangi sözle figanına hemdert arar ki çare olası? Ve dahi ol söze bir de şart koşa: “Hakikat muvacehesinde.” Mürşide hakikat söylemek ardır. Ol sözüm budur: La edep buldunsa ey bülbül-ü Şeyda, medet dahi sendedir: Medet!

Bugünün ve bu “mukaddemenin” bu günlük kısmının özü: Nasıl ki yazının ilk kısmında üzerinde taleplerinin üzerinde durduğum Sayın Cihan Söylemez, benim gibi düşünenleri Alevi etkinliklerinden kovmaya davetiye çıkarıyor diye düşmanım değilse, yazısı Söylemez’in yazısından farklı olarak düşmanca kaleme alınmış ve açıkça düşmanlık üretiyor olmasına rağmen, Alevi hareketinin medyadaki emektarlarından Şükrü Yıldız da düşmanım değildir. Alevi topluluğun doğal parçasıdır. Nasıl ki düşmanlık edip Söylemez’e düşmanca sorular sormadıysam, Şükrü Yıldız’a da sormuyorum. Örneğin daha geçenlerde TV 10’un açılması için mücadelelerinin sürdüklerini söylüyordu bir tv’de. Örneğin sormuyorum, bu mücadelenin kapsamı nedir? Hangi ilişkileri, hangi bağlantıları, hangi sermaye çevrelerini içermektedir? Kimlerle nasıl temaslar kurulmuştur; bu temasların AKP ayağında birileri var mıdır, yok mudur diye…  soruların her birinin yanıtı Sayın Yıldız’da eminim ki vardır ama olsa ne olacak ki, soru, şuyuu vukuundan beter olanın lekesini düşürmeye görsün bir kere…Düşmanlığa gerek yok…Tarihin yükünü bir kere harekete geçirmeye görelim, kimin o yükün altında kalacağını ancak o yükün içinde işlediği dinamik süreç belirler.

Bugünlük bu kadar efendimJ Devam edeceğiz…Mukaddemimiz sürüyor. Sabır, sabır, deklarasyona da geleceğiz….

EN SON EKLENENLER