Özgür Amed: Kalemin yetmediği bir ortamdayız

Cezaevinden yeni çıkan yazar Özgür Amed, Meksikalı bir yazarın “Günümüzde baltayla yazmak gerekiyor” sözlerine atıfta bulunarak, kalemin yetmediği bir dönemden geçildiğini söyledi. Amed, “Galileo, ‘Diktatörler gitmez, onları itmen lazım’ diyor. Bunu tek kişinin parmağıyla itemezsin. Örgütlenmeden daha haklı bir durum olamaz” dedi.

Kanun Hükmünde Kararname ile kapatılan Özgür Gündem Gazetesi’nin yazarı Özgür Amed, Roboski yürüyüşüne katıldığı için 2.5 yıl tutuklu kaldıktan sonra geçtiğimiz günlerde tahliye oldu. Mizahi yazılarıyla bilinen genç kalemlerden Özgür Amed, içinden geçtiğimiz çetin süreci “Fiziki soykırımla beraber kültürel soykırım aşamasındayız. Belki de olabilecek son aşamadayız” sözleriyle özetledi. “Mizah muazzam bir direniş aletidir. Tahakkümlere karşı bir direniş sanatıdır” diyen Amed ile cezaevini, Diyarbakır’ı, ülkenin gündemini ve mizahı konuştuk.

* Cezaevinden yeni çıktınız. Cezaevleriyle ilgili açıklanan raporda hak ihlalleri oldukça artmış. Bu ihlalleri neye bağlıyorsunuz ve nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’deki zindan gerçekliğini sosyal, siyasal gelişmelerden bağımsız ele alamayız. Son iki yılda savaşın başlamasıyla zindan politikaları da kökten değişti. Ben savaş başlamadan üç dört ay önce cezaevine girmiştim. O dönemdeki yaklaşımlar ile savaş sonrasındaki yaklaşımlar arasında dağlar kadar fark var. Zindanları 24 Temmuz 2015 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmak mümkün. Bu süreçten sonra bine yakın arkadaş peyderpey sürgün edildi. Bir sürü tutuklamalar oldu. Batıdaki cezaevlerinin çoğunda hak ihlalleri açık hale getirildi.

* Niye açık hale getirildi?

Çünkü bir savaş var ve savaş yozlaştırır. Bu yozlaşma egemen açısından zamanla zindanlar üzerinden kendi varlığını kanıtlamaya çalıştığı bir arenaya dönüşüyor. Artık çok rahatlıkla saldırabilir, hak ihlallerinde bulunabilir, akla mantığa hiç uymayan şeyleri sana dayatabilir. Kantinde satın aldığın ürünü aramada gelip alıkoyabiliyor. Bunun gibi yüzlerce örnek verilebilir.

* Siyasi tutuklular bu durumu nasıl okuyor?

Hasta arkadaşlara yönelik politikalar çok trajik ve korkunç bir durumda. Tabi tüm bunlar bir tarafa zindan açısından asıl belirleyici durum, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın durumudur. Öcalan şu an ciddi bir tecrit altında ve haber alınamamaktadır. Kayıp statüsündedir. Bunu hiçbir hukukla açıklayamazsın. Onun şahsında bir halk cezalandırılıyor. Zindanlar açısından birinci sorun Öcalan’ın durumudur. Daha sonra hasta tutsakların durumudur. Ondan sonra da hak ihlalleridir. Dışarıda nasıl ki katliamlar rahatlıkla göz göre göre yapılabiliyorsa içeride de farklı bir versiyonu yapılıyor. Dışarıdaki durum içeridekinden bağımsız değildir.

* Sizin de bulunduğunuz Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde 6 tutuklu firar etti. Bu olaydan sonra cezaevi yönetiminin tutumu ne oldu, uygulamalar değişti mi?

6 arkadaşın özgürlük eyleminin ardından zindanlardaki yapı değişti. Tüm cezaevlerine yansıması oldu. Çünkü aynı gün tüm cezaevlerinde arama yapıldı, çek pas sapları 75 santime indirildi. Paranoya biraz o zaman başladı. Esas zorlukların başladığı dönem o dönemdi. OHAL’de bunun üzerine biraz tuz biber oldu. Zindanlarda rahatlıkla hukuk eliyle hukuk devre dışı bırakılıyor. Tabi o dönemi devlet açısından ister istemez anlayabiliyorsun. Cezaevi müdürü ‘Bu 6 nokta şiddetinde bir depremdir. Onun için etkileri ağırdır’ diyordu.

* Cezaevi müdüründe “deprem” etkisi yaratan bu olay tutuklular üzerinden nasıl bir etki bıraktı?

İlk gün çoğu arkadaş gittiklerine inanamıyordu. Bizdeki kaygı, ‘Acaba arkadaşlar gidebildiler mi?’ idi. Çünkü haber alamıyorduk. Zamanla gittiklerine ikna olduk. İçeride muazzam bir sevinç vardı. Genelde zindandan kaçış daha çok yeraltı olarak tabir edilirdi fakat bu defa havadan uçtular diyebiliriz. Tam bir uçuş gerçekleşti. İnsan neye yoğunlaşırsa, insan neyin yoksunluğunu, eksikliğini hissederse ona ulaşır. Herkese çok büyük bir moral oldu. Sonucu ne olursa olsun. Çok büyük bir eylemdi. Türkiye zindan tarihinin en büyük eylemlerindendi. 6 ağırlaştırılmış müebbet almış arkadaş uçarak gidiyor oradan. Yüksek güvenlikli olarak tabir edilen bir cezaevinden. Burada ne oluyor? Devletin bekası zedeleniyor. Biz mutluyduk. Zorluklar olsa da bu da işin doğasında var. Biz o eylemle gururlandık gerçekten. Ortak duygumuz biraz buydu.

* Uzun bir zamandan sonra tekrar Diyarbakır’dasınız. Bırakmak zorunda kaldığınız şehri nasıl buldunuz?

Bu benim açımdan zor bir mesele. Ben daha önce Amed ve kendi iç gerçekliğiyle biraz hemhâldım. Daha önce de Amed’deki durum, özellikle kentsel dönüşüm çabaları, Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye etmek için binbir takla atarak, acayip planlar ve programlar geliştirmeleri üzerinde düşündüğüm ve yoğunlaştığım konulardı. AVM’ler meselesi örneğin bir şehirde bu kadar çok AVM’nin ne işi var? Amed sıradan bir şehir değil. Bir kimliği var. Bu kimlik şu anda kapitalist modernitenin cenderesinde. Bir taraftan da kendi kimliğini ve özünü bulma arayışında. Bu ikisi şu anda çatışma halinde. Bu çatışmanın ortasında aynı zamanda sınıfsal çatışmalar da var. Bugün bakıyoruz savaşın tırmanmasıyla beraber çoğu özellikle Yoksul denilen mekanların tasfiyesi yapılmış. Bu tasfiye planları Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gelen süreçten bağımsız ele alamayız.

* Tarihi Suriçi’ndeki evler, yapılar, tarihi değerler “kentsel dönüşüm” adı altında bir bir yıkılıyor. Sevdiğiniz ve ilgili olduğunuz Sur’da ne yapılmak isteniyor?

Bunun ismi soylulaştırmadır. Özellikle görece alt sınıfın yaşadığı yerlere gidip oraya savaş veya başka araçlarla girip, bitirip, onları oradan tasfiye edip yerine daha sonra yeni binalar koyup biraz daha orta ve üst sınıf muhiti yapmaktır. Orayı kendince biraz daha zenginleştirme veya yükseltme diyebilirsin ama bunun adı soylulaştırmadır. Bunu yaparak aslında alt sınıfı tekrar cezalandırıyor. Bunu yaparken istediği tek şey şudur: Siyasete bulaşma. Bunun sebebi de buradaki insanların kendilerini siyasal olarak bir özne olarak görmesidir. Çünkü biz diyoruz ki politik ve ahlaki toplum Amed’in arayışı buydu. En azından Amed’te vicdanı olan insanların peşinden koştukları şey bu. Fakat ulus-devlet gerçekliğinde dayatılan şey korkunç bir izolasyon, tehdit, tenkil, tasfiye planı…

* Biraz açar mısınız?

Atatürk’ün çok fazla danıştığı Hasan Basri diye bir tarihçi var. Onun bir ‘T’ planı vardı. Bu plan bir T harfi şeklindeydi ve T’nin farklı uçlarına Kürtleri koyup ortaya Türkleri koymak ve ona göre izole etmek amacı taşıyordu. Bu T planı için o döneme bakıyoruz; tedip, tanzim ve tediye vardı. Bol bol T’ler var. Bugün de aslında bakıyoruz kendini T Tipi Cezaevi şeklinde gösteriyor. Bu planın yeni ismi ‘Tayyip’ denilen bir tipe dönüştü. Bugün gelinen nokta aslında budur. Tayyip tipi bir toplum, Tayyip tipi bir zindan. Bütün bunlar kesinlikle tesadüf değildir. Mevcut paradigmanın aslında Kürtlere bakış açısıyla ilgilidir. Mesela ben artık şuna ikna oldum: Kıyamete kadar Kürtlerle savaşacaklar. Herhangi bir yerde bir Kürt’ün adı, kazanımı, durumu olmasın böyle bir noktaya gelmiş durumdalar. Bunu çok açık gördük. Rojava ve Efrin buna bir örnektir.

* Bugünkü atmosfer insanlarda nasıl bir psikoloji yaratmış?

Genel olarak gözlemim, insanların psikolojisi iyi değil. Muazzam bir dip dalga var, bir öfke var, çok fazla haksızlıklar var bu ortadadır. Fakat son iki yılda yaşadığımız süreçten anladığım kadarıyla Kürtlerin 100 yıllık tarihinde yaşanacak şeyleri iki yıla sığdı. Amed şu anda psikolojik olarak on yıl daha gerilemiş durumda. Her şeyin bu kadar hızlı yaşanması, savaş sürecinde yaşanan şeyler, 90’larda bile yaşanmamıştı. Savaşın şehirlere bu şekilde yansıması, insanların bodrumlarda yakılması bir Holokost’tur.

* Nasıl yani?

Bu büyük bir kırımdır. Kültürel bir soykırımdır. Bir dip dalga ve öfke var, ama biraz da kontrolsüz bir öfke. İnsanlar gündelik yaşamlarında birbirleriyle çok rahat kavga edebiliyorlar. Bu biraz da bastırılmış duygulardan kaynaklanıyor. Herkes dertli, herkes çok haklı ama aynı zamanda herkes çok haksızdır. İnsanlara yapılan bu yoğun haksızlık doğru şekilde okunduğunda ve örgütlendiğinde bunun çok muazzam bir dönüşüme yol açacağını düşünüyorum.

* Uğur Kaymaz, Orhan Doğan’dan sonra Ehmedê Xanî’nin de heykeli kaldırıldı. Cegerxwîn Kültür Merkezi’nin ismi değiştirilmek istendi. Parklara, caddelere, merkezlere “Kürt’ün olmadığı” yeni isimler veriliyor. Tüm bunları neye yoruyorsunuz?

Egemen kendi gerçekliğine uygun hareket ediyor. Kapitalist modernite kendi gerçekliğine uygun hareket ediyor. Eğer biz Kürt sorununu aynı zamanda bir kapitalizm sorunu olarak da görürsek bu meselinin okuması da daha rahat olur. Sosyolog Baumann’ın bir tespiti var. ‘İnsanın bir durumla ilgili uzaklığı arttıysa sorumluluğu da azalır’ diyor. Aynı konuda ‘Şunu da moderniteden beklemiyorduk deme hakkımız yok’ tespitinde bulunuyor. Bu onun gerçekliğidir. Legal siyasette ‘yok canım bu kadar da olmaz’ gibi bir yaklaşım vardı. İçerideyken bunu çok yoğun hissettim. Fakat gerçeklik ve modernite kendi açısından çok tutarsız değil. Sistemin bugün gelip tabelanı indirmesinin insanların bodrumlarda yakılmasından daha mı vahim? İnsanlar bodrumlarda yakıldıysa bir tabela neden indirilmesin? Ehmedê Xanî’nin eli neden kırılmasın? Yani onun kalbi kırıldı zamanında. Aslında bu durum modernite açısından tutarlıdır. Savaşın ortasındayız, devlet her şeyi ile çok net konuşuyor. Beni bir insan olarak görmediğini açıkça söylüyor. Ben onun için sıradan basit bir çıktıyım. Ben onun için üzerinden kâr edebileceği metadan başka bir şey değilim. Buna karşı elimizde iki argüman var: Politika ve ahlak. Biraz vicdan ve ahlakın varsa bu durumun daha öncekinin bir sonucu olduğu ve buna karşı direnmenin bir hak olduğu gerçekliğidir. Diğeri de buna karşı politika geliştirmektir.

* Nasıl karşı bir politika?

Bence şu an sömürgeciliğin en yoğun yaşandığı bir dönemdeyiz. Eğitim olarak üstüne geldi tasfiye edemedi, kültürel olarak üstüne geldi tasfiye edemedi. Artık fiziki soykırımla beraber kültürel soykırım aşamasındayız. Belki de olabilecek son aşamadayız. Bence Kürdistan coğrafyasında yaşanan şiddetin açıklaması budur. Bugün toplum ve toplumsallık tasfiye ediliyor. İnsan toplumsallıkla insanlaşır. Bunu ortadan kaldırdığın zaman insan insanlıktan çıkmış oluyor. Bugün bize dayatılan şey bireysel kurtuluştur. Aşırı bir liberalizm ve gemini kurtarma dayatılıyor. Galileo, ‘Diktatörler gitmez, onları itmen lazım’ diyor. Bunu tek kişinin parmağıyla itemezsin. Bu dönemde örgütlenmeden daha haklı bir durum olamaz.

* Gazetecilerin üzerindeki baskılara gelelim. Tutuklu gazeteciler sayısı 170’i aştı. Bu baskıları nasıl yorumluyorsunuz?

Yaşanan sorunları söyletmeme yönünde muazzam bir baskı var. Söylemini elinden alıyor. Bugün muhalefetin bir söylemi yok, muhalefetin söylemi çalınmış durumdadır. Kullanacağı bir argüman yok. Çünkü iktidar da ahlak sınırı olmadığı için aynı argümanı senden hemen çalıyor. Mesela önce seni katlediyor sonra gelip bunları katledenleri kınıyoruz diyebiliyor. Öyle söylediği zaman senin elinde bir şey kalmıyor. Söylemin çalınmış oluyor. Medya kendi söylemini kurmaya çalışırken, direnmeye çalışırken bunu da bir avuç insan yapıyor. Esas olarak herkesin söylemeye çalıştığı ancak söyleyemediği ‘Aradığın katil sensin’ sözünü söylediği için baskı yapılıyor. Medyaya yönelik bu baskılar hep vardı. Bugün biraz daha şiddetli bir halini yaşıyoruz. Medyanın büyük bir kısmı ona teslim olduğu için ve sürekli asparagasla çalıştığı için sanki diğer basın artık yokmuş gibi bir hava yaratılıyor. Gazetecileri tutukluyor. İnsanlar esir alınabilir ama teslim olmamaktır asıl mesele. Gerçekler yazılmaya devam ediyor. Hakikatin ipi incelebilir ama kopmaz. Özgür basının bugün teslim olmaması bu ülke açısından çok büyük bir şanstır. Büyük zorluklar olduğu ortadadır.

* Yazlarınızda mizahi bir dil kullanıyorsunuz. Mizahı nasıl tanımlıyorsunuz?

Mizahın tanımı kendi içerisindedir. Mizah dediğin şey aslında izah etmektir. Ben de Amed’de yaşayan bir Kürt genci olarak etrafımda gördüklerim ve hissettiklerim var. Bazı durumlara baktığım zaman insanın aklı donuyor, beyni üşüyor gerçekten. Şunu düşünüyorum, hepimiz bugün en iyi argümanlarımızı getirelim, heybemizde ne varsa çıkaralım, en iyi şekilde iktidara cevap verelim ne olur? Hiç bir şey olmuyor. Kendi söylediğini kendisi çürüterek ertesi gün yaşamına devam ediyor. Böyle bir ortamda bunun ancak ironisi yapılabilir. Mizah muazzam bir direniş aletidir. Tahakkümlere karşı bir direniş sanatıdır. Çünkü iktidar dediğin şey çok ciddidir. Boşluğa izin vermez ve tahammül etmez. Bu ciddiyet çok sahte bir ciddiyet olduğu için sen bunun maskesini ancak mizahla yani onu ciddiye almadığını göstererek indirebilirsin.

* Peki, Kürt mizahı…

Savaşın en kızgın olduğu dönemde Kürt mizahı vardı. 85’te, 90’da ve 2000’de dergiler çıkıyor. Hepsi de muhalefet aracıdır. Bugün de eksiklerden biri budur. Mizahın çıkış noktası trajedidir. Trajedisi olmayan toplumların mizahı çok güçlü değildir. Çünkü mizah çelişkilerden beslenir. Benim beslendiğim nokta kendi trajedilerimizdir. Bunu yaparken kendimle de yüzleşiyorum. Kendimi de iyileştirmiş oluyorum. Kürdistan’da trajediler çok yoğun. Bu trajedilerle baş edebilmek için çok yoğun bir mizah olmalı. Yazarken düşüncemin akışkan olduğu bir alan mizahtır. Bunu yaparken güldürü gibi bir amacım yok tam tersine karşı tarafta konumlandırdığım bir şey var ve onun benim nezdimde bir şey olmadığını ve olamadığını gösterme savaşıdır. Mizah konusunda bir açlık olduğunu düşünüyorum. İnsanlar buna ihtiyaç duyuyor. Bunu yapabilecek kişiler yine Kürt yazar ve çizerlerdir.

* Cezaevine girdikten sonra yazılarınızda mizah biraz daha geri planda kaldı, neden böyle bir değişim?

İçerideyken kalemim biraz değişti bunun farkındayım. Bu, içinde bulunduğum mekan ve durumla alakalı bir şey. O dönemdeki yazılar, mevcut dışarıdaki siyasal gidişatın içeriye yansıyan etkilerinin bir ürünüydü. Biraz bilinçli olarak yapılmış bir şey. Zindan biraz anlam mekanlarıdır. Dışarıda ne kadar çok pratik etme şansın varsa, zindan o kadar çok anlam sahasıdır. Daha çok düşünüyorsun, daha çok anlama kavuşturmaya çalışıyorsun. Yani bilince çıkarmaya çalışıyorsun. Ben de o dönem dışarıda olan bitenleri bilince çıkarmaya çalışırken ki sonuçlar oldu. Biraz da politik yazılar oldu. İroninin az olduğu yazılar oldu. Mizahı yazılacak çok şey vardı fakat ben orada yazdıklarımı içeride çıkardığımız ‘Xilt (Köstebek)’ isimli dergiye veriyordum. Dışarıya bunlar çok yansımadı.

* Cezaevinde bir kitap çalışması yapmayı düşündünüz mü?

O konuda aklımda sürekli tilkiler dönüyordu. Kendimi biraz içerinin akışına bıraktım. Bir taraftan kenarda durup içerideki akışı izleyecektim ya da bende bu akışın bir parçası olacaktım. Ben o akışın bir parçası olmayı tercih ettim. Bu akışta süzgecime ne takılırsa yönüyle meseleye baktım. Orada elbette yapmak istediğim çok şey vardı. Fakat son iki yıllık süreç içeriyi çok yoğun etkiledi. Oturacak yerimiz yoktu o derece zor şartlar vardı. 3 kişilik yerde 9 kişi kalıyorduk. Böyle bir ortamda nasıl çalışabilirsin. Özel olarak bir konuya yoğunlaşmak o şartlarda çok çok zordu. Hasta tutsak arkadaşların durumu ve onlara yapılanları gördükten sonra lanet gelsin diyorsun. Oturup neyin kitabını yazacaksın böyle bir ortamda. Bu durumun ancak mücadelesini vermek gerekiyor diyorsun. Yazı anlamında boş durmadım. Yoğun bir not alma sürecim oldu. Yaklaşık iki bin sayfa kadar notum oldu. Bunları dönüştürebileceğim şeyler var. Şu an aklımda bir-iki kitap yazacak kadar konu var. Ama buna ne zaman fırsatım olur bilmiyorum. Şimdilik sıcaklar ve içinden geçtiğimiz süreç buna izin vermiyor.

* Özel olarak yoğunlaştığınız bir projeniz var mı?

Şu an içeride edinip dışarıda üretmek istediğim yazı çalışmaları var. Esas olarak üzerinde çalışmak istediğim konu Sayın Öcalan’ın hazırladığı 5 ciltlik savunmalardır. Savunmalara büyük bir haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Hepsi evrensel metinlerdir. Her birinin ayrı ayrı deşilip, özellikle edebi anlamda, sosyal ve siyasal anlamda çok farklı dünyalara hitap ettiğini yeniden keşfettim. Sayın Öcalan’ın yazdığı ve belki 50 yıl sonra değeri anlaşılacak ve arayıp da bulamayacağımız metinlerdir. Muazzam reçetelerdir. Toplumsal ve siyasal olarak herkese hitap eden evrensel metinlerdir. Sadece bir mahkeme savunması gözüyle bakmamamız gerekiyor. Bir Sokrates’in savunması kadar evrensel ve ortada duruyor.

* Bundan sonrası için Özgür Amed kendine nasıl bir yol çiziyor?

Meksikalı bir yazar ‘Günümüzde baltayla yazmak gerekiyor’ diyor. Kalemin yetmediği bir ortamdayız. İçinde bulunduğumuz sürece ve Kürt gerçekliğine baktığımız zaman hakikaten ne yazarsan yaz yetmiyor. Çok şey yapmak gerekiyor. Yazarın bahsettiği ‘baltayla yazmak’ biraz da Raskolnikov’a göndermedir. Kesici olmalı ve bunu insana hissettirmelidir. Esas olarak kendimi bir yazar olarak görmüyorum.

Bazı yazarlar var yazılarını okuduğun zaman çekilen zorluk ve zahmetin bir yerden sonra sadeliğe dönüştüğünü görüp yazının o kutsal gücüne inanabiliyorsun. Ben bir amatör olarak yazıya ilgi duyan bir insanım. Yazmayı seviyorum. Ortalama 7 yıldır düzenli olarak gazetelere yazı yazıyorum. Esas olarak benim yazmak istediğim şey hikayedir. Kürdistan bunun için muazzam bir deryadır. Kürdistan’da çok fazla hikaye var. Biz o gözle çok bakmıyoruz. Edebiyat anlamında yazı bir taraftır. Tarafın bellidir, hangi konuda ne yazmak istediğin az çok bellidir. Bunu yaparken de biraz kalıcı olabilecek şeylerin hikaye olduğunu düşünüyorum.

Ayşe Güney / Rıfat Şahin – dihaber

EN SON EKLENENLER