Türkdoğan: ‘Çatışma çözümü’ yaşanmadan Türkiye normalleşmez

Türkiye’de yaşanan bütün olumsuzlukların Kürtlere karşı yürütülen savaştan kaynaklandığını belirten İHD Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, “Yaşadığımız OHAL değil sıkıyönetimi aşan bir durum” dedi. Türkdoğan, “çatışma çözümü” yaşanmadan da Türkiye’nin normalleşmeyeceğini dile getirdi.

Olağanüstü Hal’in (OHAL) birinci yıldönümünde tablo giderek ağırlaşırken, gelinen aşamada hak ihlallerini raporlayan insan hakları kuruluşları da hedef alınmaya başlandı. Yıllardır insanlık hakları mücadelesi yürüten İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, OHAL, İHD’nin kuruluşu, insan hakları savunucularının hedef alınması gibi temel başlıkları dihaber’e değerlendirdi.

* 12 Eylül darbe koşullarında kurulan İHD, 31’inci kuruluş yıldönümünü OHAL koşullarında karşıladı. Nedir bugünkü koşullar?

31’inci kuruluş yıldönümümüzde şöyle bir sloganımız var, “Sıkıyönetimde kurulduk, OHAL’de mücadeleye devam” diye. Tabi bu cümle birçok şeyi ifade ediyor.

* Bunların neyin göstergesidir?

Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorunlarını çözememiş olmasının yarattığı sonuçlardır bunlar. Biz Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorunlarını çözebilmesi için gerçek bir çatışma çözümü yaşamasını öneriyoruz. Yani Kürt sorununu çözmesini öneriyoruz. Türkiye, Kürt sorununu çözmediği, Kürt sorunun da savaşta ve çatışmada ısrar ettiği, Kürtlerin ve diğer etnik grupların, inanç gruplarının topluluk olmaktan kaynaklandığı haklarını tanımadığı sürece korkarız ki gerçek bir çatışma çözümü yaşayamayacaktır. Bu nedenle sürekli bir kısır döngü içerisinde olacaktır.

* İHD’nin kuruluşu birazda bu ihtiyaçtan kaynaklanmadı mı?

İHD kurulduğunda hem darbeye karşı mücadele etmek hem de 82 Anayasası’na karşı faaliyet yürütmek için kuruldu. Hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması mücadelesi yürüttü. Sadece ihlalleri belgeleme, raporlama, mağdurlarla dayanışma, adalet arayışında bulunma değil, bu aynı zamanda demokrasi ve insan hakları mücadelesi yürütmek içindi. Gelin görün ki, 31 yıl geçti, 2017’deyiz, Türkiye’nin Anayasası 82 Anayasası’ndan bile daha geriye gitti. İdari yönetim anlamında yürütmenin yetkisinin arttırılması anlamında, yasama ve yargının neredeyse emrine girmesi anlamında korkunç gelişmeler oldu. Yani 16 Nisan 2017’de kanuna aykırı Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararıyla kabul edildiği söylenen Anayasa değişiklikleriyle Türkiye, yeni bir döneme, tamamen otoriter bir yönetim anlayışı sürecine girdi. Yani “Türk Tipi Başkanlık” ya da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye adlandırılan şey aslında bir nevi otokrasi, otoriter yönetim anlayışıdır.

* Bu durumdan kurtulmanın anahtar kavramı nedir?

Çatışma çözümüdür. Bir çatışma çözümü yaşamazsanız demokratikleşmeye gideceğinize tersi bir istikamete giderseniz. Türkiye şu anda tersi bir istikamete girmiş durumda. Bizi en çok kaygılandıran noktaların başında bu geliyor. Bu anlamda baktığımız zaman ana sorunlar olduğu yerde duruyor, çözülmemiş. Çözümün önünde güçlü bir direnç var.

* Peki, bu durum kabullenildi mi?

Hayır. Bütün bunlara karşı güçlü bir direniş var. Hak savunucularının 30 yıllık mücadelesi, Türkiye insan hakları hareketinin biriktirdikleri ve mücadele deneyimleri, Türkiye demokrasi güçlerinin, barış güçlerinin, emek güçlerinin bu güne kadar ki mücadelesi ve direnişleri elbette ki önemli bir noktadır. 16 Nisan referandumunda resmi olarak ilan edilen yüzde 49’luk “Hayır” oyu bile çok ciddi bir direniş olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle bölgede, OHAL koşullarında, silahlı çatışmaların devam ettiği ortamda, her türlü yargı baskısının olduğu ortamda bile seçmenin ciddi oranda “Hayır” oyu vermesi Türkiye’de aslında önümüzde mücadele bağlamında önemli kazanımlar olduğu ve pek ala bunun da başarılabileceğini gösteriyor.

* İHD kuruluş sürecinde toplumun birçok kesimlerini barındırıyordu. Toplumsal muhalefeti temsil ediyordu. Gelinen aşamada yeni bir insan hakları mücadelesine ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

İnsan hakları mücadelesi süreklidir. Ve elbette ki her zaman bir yenilenmeye ihtiyaç vardır. Türkiye’de maalesef yaşam hakkı ihlalleri ciddi manada devam ettiğinden hak savunucuları bu konuda mücadele etmek durumundadırlar. Bu da Kürt sorununda savaş politikasında ısrardan kaynaklanmaktadır. İHD kurulduğunda zaten başka bir sivil örgüt yoktu. Başka bir siyasal mücadele yürütebilecek platformlar yoktu. Dolayısıyla o zamanın bütün ileri gelen insanları, aydın ve yazarları, annelerimiz, hapishanelerde çocukları olan aileler hep birlikte derneğin kuruluşunu gerçekleştirdiler. Zaman içerisinde aslında Türkiye’de birçok alana aktivist yetiştirdi. Aslında İHD okul olma görevini gördü. Şu anda faaliyet yürüten birçok sivil örgüte insanlar gitti, birçok siyasal harekete İHD’de yetişen insanlar katıldı. Türkiye’de sivil toplum alanı, siyasal alan gelişmiş bir durumdadır fakat şu andaki temel sorun birlikte nasıl mücadele edileceğiyle ilgili bir sorundur.

* Nasıl mücadele edilecek?

Bakın otoriter yönetimde bir araya gelenlere bakmak gerekiyor. Klasik ulus-devlet ısrarını sürdürenler nasıl bir araya geliyorsa kendileri dışında kalanlara baskı uygulamada hem fikirlerse baskıya maruz kalanların da bir araya gelmek dışında başka bir seçeneği yok. Bugün Sayın Cumhurbaşkanı başkanlığındaki AKP, MHP, farklı milliyetçi partiler, kendisini ulusalcı diye tabir eden farklı kesimler, hatta bunların legal, illegal yapıları bir araya gelmişse, Kürtlere karşı yürütülen savaşta ortak bir söylem tutturmuşlarsa ve bunun adı da “Biz terörle mücadele ediyoruz” söylemi olmuşsa hatta daha ileri gidip, “Ölüm kalım savaşı veriyoruz” diyebiliyorlarsa, bunun dışında kalan bütün kesimlerin, Kürt siyasal hareketinin, Türkiye sosyalist hareketinin, sosyal demokratların, bütün sivil hareketlerin; gençlik, kadın, insan hakları hareketlerinin asgari koşullarda bir araya gelmesi gerekiyor. Çünkü bir taraf haklı bir taraf haksız. Haksız olan taraf zor gücüyle devletin zor aygıtını kullanarak kendi ideolojik dayatmasını sürdürmek istiyor. 16 Nisan’da bunu gördük. O anlayışa uygun bir anayasa yapıldı biliyorsunuz. Şimdi buna karşı olanların da bir araya gelmekten başka seçeneği yok. Geniş kesimlerin bir araya gelmesinden bahsediyorum.

* Bunun koşulları var mı? Farklılıklar var, baskı var, yöntemler değişiyor…

Bence koşullar elbette ki var. Siyasal partiler açıksa, insanlar faaliyetlerini asgari olarak sürdürebiliyorsa, hapiste dahi olsalar düşüncelerini ilan edebiliyorlarsa, bu bir zorunluluk. Bir araya gelmek için bence bundan daha iyi bir koşul olamaz. Yani nereye kadar? Herkes sıranın kendisine gelmesini mi bekleyecek. HDP’nin eş genel başkanları ve çok sayıda milletvekilleri hapiste. 80’den fazla belediye el konulmuş durumda. Gazeteciler, aydın ve yazarlar en son da insan hakları savunucuları cezaevinde. Dünyanın gözü önünde çok büyük bir adaletsizlikle, haksızlıkla tutuklanabildiler. Peki, diğer insanlar daha neyi bekleyecek? Türkiye’deki sosyal demokrat muhalefetin Kürt muhalefetiyle buluşması gerekiyor. İş örgütleriyle, emek örgütleriyle ve bunun dışında gerçekten hak savunuculuğu yapan bütün kesimlerle buluşulması gerekiyor. Bence zemin var, koşullar uygun. Çünkü şu anda Türkiye’yi yönetenler fiili bir durum yaratmış durumda. Hiç kimsenin hukuk güvencesi yok. Böylesi ortamlarda yan yana gelmek dışında başka yapılabilecek bir şey yok.

* OHAL dördüncü kez uzatıldı. Hükümet Sözcüsü “1-1,5 ayda kalkar” demişti, bir yılını doldurdu. OHAL, “darbe ile mücadele” gerekçesiyle uzatılıyor. Darbe ile mücadele neyle ediliyor?

OHAL uygulayarak siz darbe ile mücadele edemezsiniz. Çünkü darbe demokrasiye karşı en önemli yönelimlerden bir tanesidir. Demokrasiyi savunuyorsanız, demokrasiyi kurumsallaştırmak istiyorsanız bunu OHAL ile yapamazsınız. Çünkü OHAL halka karşı ilan edilir. Yani halkı baskı altında tutmak için ilan ediliyor.

* “Biz OHAL’i devlete karşı ilan ettik” diyorlar…

Bu bir söylemdir. Bunların gerçekte bir karşılığı yoktur. Bir yıllık OHAL uygulamalarına baktığımız zaman bunun doğrudan doğruya halka karşı olduğunu göreceksiniz. 15 Temmuz’daki darbe girişimi ciddi bir girişimdi ve hepimiz buna karşı çıktık. İktidar partisi Meclis’teki çoğunluğunu da verdiği güçle istediği yasaları yapabilirdi, darbe ile mücadele etmek için. Meclis’teki dört parti hükümete açık çek verdi. Şimdi siz bunları yapmayacaksınız, daha sonra OHAL ilan ederek bir nevi “karşı darbe” yapacaksınız. Ve bunu Sayın Cumhurbaşkanı açık açık itiraf etti. “Biz karşı darbe yaptık” dedi. Tamamda peki devlet içerisindeki illegal yapılarla mücadele etmek için OHAL ilan etmeye gerek yoktur ki. Her türlü yasal tedbirlerle bunu yapabilirsiniz.

* OHAL hukuku neyin hukukudur?

Bu otoriter bir hukuktur. Hukuk bile dememiz doğru değil. Elbette ki OHAL’in anayasal dayanakları vardır. Fakat OHAL zamanlarında bile kesinlikle kısıtlanamayacak haklar vardır. Şimdi son bir yıldır OHAL uygulamalarına bakalım. Suçsuzluk karinesi ihlal edildi, yüz binlerce insan mağdur edilmiş durumda, suçlu kabul edilerek ihraç edildiler. Avrupa’nın baskısıyla şimdi OHAL İnceleme Komisyonu devreye girecekte inceleyecekte ondan sonra yargı yolu açılacak… Demek ki siz suçsuzluk karinesini en başından ihlal etmişsiniz. Hiç kimsenin inancından, dininden, vicdani kanaatinden suçlanamayacağı ilkesini ihlal etmişsiniz. İşkence ve kötü muamele yasağı noktasında bizzat devlet televizyonlarına yansıyan görüntülerden anlaşılacağı kadarıyla ihlal etmişsiniz. Biz buna anayasal bir rejim diyemeyiz. Temmuz 2015’te başlayan fiili durum daha fazla sürdürülemedi. Bunun bir anayasal dayanağa kavuşturulması gerekiyordu. İşte bu anayasal dayanak noktasında da OHAL ilan edildi, çünkü OHAL aynı zamanda bir KHK rejimidir. Yürütme organı, hükümet istediği gibi kararname yapabiliyor. Oysa anayasadaki sınırlamalara da bağlı kalmadan yapabiliyor. Burada bir keyfilik söz konusu. Ve zaten 16 Nisan referandumuyla da tamamen anayasal dayanağa kavuşturuyorlar. Aslında şu andaki durumun tarifi şudur; Türkiye’deki Olağanüstü Hal, 16 Nisan referandumuyla kabul edilen anayasal değişikliklerden yürürlüğe girene kadar kalkmayacaktır. Bu iktidar bu uygulamaların sürdürdüğü sürece OHAL’i sevmiştir, OHAL KHK’leriyle Türkiye’yi yönetmek kolayına gelmiştir, parlamento burada ikinci planda kalmıştır. Zaten ilk Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığında da çok fazla yetki seçilecek cumhurbaşkanına geçeceği için Cumhurbaşkanı fiilen Türkiye’yi yönetmektedir. Gelecekteki seçimde, 2019 yılında ise anayasal dayanağa kavuşacaktır bu yetkisi. Böyle bir kurgu var. Bu kurguya baktığımızda da Türkiye’de OHAL’in kısa vadede kalkacağını düşünmüyorum.

* Neden OHAL’i kalıcılaştırıyorlar?

Asıl bir gerçek gerekçe de devam eden silahlı çatışmalardır. Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusunda Kürt kentlerinde devam eden silahlı çatışmalar, Türkiye ordusunun Irak’ta ve Suriye’de bulunması, her an Suriye’de sıcak bir savaşa girme ihtimali, Türkiye’nin Suriye ve Efrin’e müdahale etme ihtimali, Irak’ta Sincar (Şengal) bölgesine müdahale etmek, Irak’a kara harekatı yapma ihtimali bu savaşın büyüyebileceğini gösteriyor. Böylesi bir durumda hükümetin OHAL’i kaldıracağını açıkçası düşünmüyorum. Çünkü OHAL’in uygulanmadığı alanlara baktığımız zaman hükümet bakımından bunun bir zorunluluk olarak sürdürüleceği anlaşılıyor. Bu bir baskı rejimidir ve kabul etmiyoruz. Darbe ile mücadele söylemiyle OHAL sürdürülmesini kabul etmiyoruz.

* 1987-2002 yılları arasında uygulanan bir OHAL var. Sonrası sıkıyönetim, kentlere saldırılar. Yani OHAL rejiminin kesintiye uğramadığı, kendisini süreklileştirdiği yönünde bir değerlendirme var, katılıyor musunuz?

Burada özellikle 2002-2005 arası, 3 yıllık dönem önemliydi. Çünkü AB reform süreciydi. Kısmen bir rahatlama olmuştu, silahlı çatışmalar yoktu. Yine 2011-2013 arası bir rahatlama dönemiydi. Bir barış ve çözüm süreci vardı. Orada kısmen bir rahatlama dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Hak ve özgürlükler bakımından söylüyorum. Bunu dışındaki zamanlara baktığımızda özellikle yargı yoluyla baskı uygulamaları hep vardı ve bunlar hiç kalkmadı. Normal zamanlarda yaşadığımız dönemler çok azdır. Dolayısıyla hep zaten olağandışı yönetim usulleri hep vardı.

* Geçmiş OHAL ile bugün arasında biçim olarak bir fark var mı?

Şu anki OHAL uygulamasına baktığımız da hükümet daha çok KHK çıkartıp her şeyi düzenliyor. Daha önceki OHAL uygulamasında kamudan ihraçlar, dernek kapatmalar, medya organlarının kapatılması yoktu. Bu anlamda daha ağır bir dönemi yaşıyoruz. Çünkü OHAL kanununda böyle yetkiler yok. Şu anda hükümet OHAL kanununun çok dışına çıkmış durumda. Türkiye’de bir OHAL kanunu var. OHAL’i de aşan bir uygulama var. Aslında bu sıkıyönetimi bile aşan bir uygulama. Sıkıyönetim halinde bir ancak bir sıkıyönetim mahkemesi kararıyla bir yeri kapatabilirsiniz. Veya sıkıyönetim mahkemesi kararıyla insanları işten atabilirsiniz. Örneğin, Kürt kentlerindeki belediyelere el konulması. Bunun OHAL ile açıklanacak hiç bir yanı yok. OHAL mevzuatında böyle bir şey yok. Siz halkın iradesine el koyuyorsunuz. Kayyım demek, geçici olarak seçime götürmek için atanan kişi demektir. Ama burada böyle bir şey yok. Direk el konulmuştur. OHAL koşullarında vekillerin dokunulmazlığını kaldırdınız, hapsettiniz. Biz bunun 1994 yılında yaşadık. 94 yılında Anayasa Mahkemesi’nin “Balbay kararı” yoktu. Şimdi yüksek yargı kendi kararına dahi sahip çıkamıyor. Çünkü OHAL’i daha da aşan bir uygulama var. KHK rejimi var. Yüksek yargıçlar dahi hükümetten çekiniyorlar.

* Böyle bir ortamda insan hakları savunucularına doğrudan bir saldırı var. İnsan hakları savunucuları neden hedefe konuldu?

İnsan hakları savunucularının baskı altına alınması yeni bir olay değil. Bütün dünyada insan hakları savunucuları devletlerden ve hükümetlerden kaynaklanan ihlalleri raporlarlar, dünyaya duyururlar, yetkili makamlara bildirirler. Bu konuda işlem yapılmasını isterler. Yani adalet ararlar insan hakları savunucuları. Şimdi adaletsizliğin bu kadar genişlediği bir ülkede adalet aradığınız zaman elbette ki siz de hedefe konulursunuz. Özellikle Temmuz 2015’ten sonra silahlı çatışmaların başlamasıyla birlikte insan hakları örgütlerinin bölgedeki ilçelerde sokağa çıkma yasaklarında uygulanan ihlallerle ilgili raporları zaten hükümetin tepkisine sebep olmuştu. Süreç önceden başlamıştı. Nisan 2016 tarihinde başlayan bir süreçti. Suç duyurusunda bulunulması, çok sayıda arkadaşımız hakkında soruşturma ve dava açılması, gözaltı ve tutuklamalar vardı. Ama darbe teşebbüsünden sonra özellikle işkence ve kötü muamele yasağı konusunda açıklamalar söz konusu oldu. Af Örgütü’nün raporu yayınlandı. Farklı farklı raporlar yayınlanmaya devam etti. Türkiye’de yıllardır bu mücadeleyi yürüten örgütler baskı rejimiyle her zaman karşılaşmıştır ama Uluslararası Af Örgütü bağlamında hükümet biraz daha baskıcı uygulamayı genişletti.

* “Ajanlık”, “Casusluk” diyorlar ya da “Yeni bir Gezi” diyorlar… Büyükada olayı nedir?

Bakın elimde soruşturmaya yürüten savcının yazısı ve hakimliğin sorgu tutanağı var. Kesinlikle casuslukla ilgili bir soruşturma yok. Hükümete yakın basın yayın kuruluşlarının dezenformasyon bilgisidir. İsmi konmayan yasadışı silahlı örgüte yardım etmekle suçlanıyor arkadaşlar. Peki, bu hangi silahlı örgüt. Bu örgütün adı yok. Soyut bir örgüt icat edilmiş, arkadaşlarımız güya orada gizli bir toplantı yaparak bu örgüte yardım ediyorlarmış. Ne şekilde yardım etmişler bu ortaya konamıyor. Aslında insan hakları savunucularının bir araya gelip insan hakları savunucularının korunması, rehabilitasyonu, stresle baş etmesini, web ve dijital güvenliklerinin konuşmasını hükümet suç olarak değerlendiriyor. Bu kabul edilebilir. Ben bunun bahane edilerek insan hakları alanının daraltılmaya çalışıldığını görüyorum. Şu belgelere baktığımız da bu soruşturmanın sonucunda kesinlikle beraat çıkacaktır.

* Bu gözaltılarda Türkiye’nin Avrupa ile yaşadığı gerilimin bir etkisi var mıdır?

Türkiye’nin son dönem politikalarında Avrupa Birliği ile ilişkileri zaten sorunlu. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye’nin nüfusunun büyük çoğunluğu AB’yi istemiyor” şeklindeki beyanları bunu gösteriyor. Avrupa Konseyi, Türkiye’yi tekrar siyasi denetim altına aldı. Bu anlamda tek ülkedir Türkiye. BM’nin sözleşme organları sürekli Türkiye’yi uyarmakta. Türkiye anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca, taraf olduğu sözleşmelere uyması gereken kurallara artık uymuyor. Sözleşmelere uymuyorsanız, fiili bir durum yaratıyorsanız bu zaten çağdaş dünya ile aranıza ciddi bir mesafe koyduğunuz gösteriyor. İnsan hakları savunucularını bu şekilde haksız bir şekilde gözaltına alınıp tutuklanması Türkiye’nin çağdaş dünyayla arasına mesafeyi daha da büyütecektir. Daha baskıcı bir yönetim anlayışıyla yönetildiği ortaya koyacaktır. Devlet içerisinde bu garip işleyişin Türkiye’yi nereye götüreceğinin bilinmesi gerekiyor. Suçlama yok, örgüt yok, fiil yok. Toplantı yapmak suç değildir, aleni açık toplantıdır bu. Buradan bir örgüt çıkarmaya kalkarsanız, kusura bakmayın dünya size hiç inanmaz.

* Ne olacak bundan sonrası için, öngörünüz nedir?

Türkiye’nin içinde bulunduğu durum oldukça karmaşık. OHAL sürüyor, silahlı çatışmalar devam ediyor. MGK toplanıyor, Suriye’de ve Irak’taki Kürtleri tehdit ediyor. Siz herhangi bir BM sözleşmesinden kaynaklanan haklarınızı kullanırsanız, “Ben bunun kendime bir saldırı olarak kabul ederim” diyor. “Sizinle savaşırım” diyor. Siz bu şekilde bir ülkeyi daha ne kadar yönetebilirsiniz? Kürtlerle kavgalı, Alevilerle kavgalı, demokratlarla kavgalı, hak savunucularıyla kavgalı. Herkesi iç düşman, dış düşman olarak görerek daha nereye kadar yönetebilirsiniz? Hapishaneler dolmuş, taşmış. Sürekli insanlar gözaltına alınıp, tutuklanıyor. Peki, nereye kadar? Suriye ile Suriye’deki Kürtler ile nasıl barışacaksınız. PYD ve YPG yok oldu gitti diyelim ama orada yaşayan Kürtler yok olmuyor. “Referandum yapamazsınız” diyor. Gerçek büyük bir kaos ve belirsizlik var. Sürekli bu katı baskı rejimiyle nasıl yürütüleceği konusunda emin değilim. Kaygılıyız bu nedenle. Geleceğe dair çok bir şey söyleyemiyoruz. Hak savunucuları hak mücadelesini, adalet arayışını sürdürecektir, adaletsizlik olsa da sürdürecektir. Yarın öbür gün iktidarda bulunanların haklarını da bizler savunacağız. O kadar çok haksızlık yapıyorlar ki!

Deniz Nazlım / Kenan Kırkaya – dihaber

EN SON EKLENENLER