Bir deklare ettim ki dönemem! -IX- DEKLARASYON IX. ERKANIM ERKANIN OLSUN!

AYHAN YALÇINKAYA

Şimdi geliyoruz deklarasyonun en önemli başlığına ve hatta eğer biraz abartmıyorsam, esbab-ı mucibesine; yani erkanlara ilişkin müdahale girişimleri ve erkannamelerin yeniden düzenlenmesi ya da güncellenmesi gerekliliği meselesine. Deklarasyonun en uzun kısmı zaten bununla ilgili. Eğer Alevi erkanına, yani aslında Alevilik dediğimiz dinsel bütünün kendi içinde deneyimlediği uygulamalar, bu uygulamalara ilişkin biçimler, bu uygulama süreçlerinde kullanılan araç-gereçler ve başvurulan yol ve yordamlar bütünlüğüne müdahale edecekseniz, doğal olarak temel bir soruyu yanıtlayarak işe başlamanız gerekir: Bu müdahale ihtiyacı nereden çıkmaktadır? Bu ilk temel sorudur. Ardından diğer temel sorular gelir: Bu bütünlük, müdahale ile eğri iken doğru hale getirilebilir yani düzeltilebilir bir bütünlük müdür; malzeme buna uyun mudur? Düzeltelim derken elimizde kalmasın? Devamla, bu müdahaleye kimlerin, nasıl hakkı olabilir? Müdahale eden bu hakkını nereden ve nasıl meşrulaştırmaktadır? Nihayet zurnanın zırt dediği yer: Eğri dediğinizin eğriliği, doğru dediğinizin doğruluğu gücünü, meşruiyetini nereden almaktadır? Eğri eğri diye bağıran ses, doğruyu nereden ve nasıl öğrenmiştir? Onun eğri dediğini eğri kabul etmemiz için bize ne sunulmaktadır? Bu ve benzeri temel sorular yanıtlanmaksızın “ben bu erkana müdahale ederim arkadaş” diye ortaya çıkmak sadece insanı gülünç duruma düşürür. Deklarasyoncular, ne yazık ki bu soruların hiçbirini kendilerine sormadıkları gibi, herhangi bir yanıt da vermiyorlar. Tüm metni okuduğumuzda, buna ilişkin verdikleri tek bir yanıt göze çarpıyor: “Alevi inancı her zaman çağdaş ve kendini yenileyen bir inançtır, devamlılığı esastır. Günümüze kadar da bu şekilde devam etmiştir. Bugüne kadar sözlü gelenek şeklinde uygulana gelmiştir, aktarımı da bu şekilde yapılmıştır. Bu nedenle Erkânname çağın gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmeli, güncellenmelidir. Geçmişteki bazı ritüelleri bugün artık yürütmek mümkün değildir. Bazı Pirlerin kendini güncelleyememesi ve asimile edilmeleri nedeni ile Erkân konusunda farklılıklar yaşanmaktadır.”

Bu cümlelerden bir şey anlayan beri gelsin: Erkanların günümüze kadar sözlü gelenek biçiminde gelmiş olması ve aktarımının da bu şekilde gerçekleşmesi ile erkanların yeniden düzenlenmesi ve güncellenmesi gerekliliği arasında nasıl bir ilişki vardır acaba? Yani deklarasyoncuların asıl derdi, sözlü geleneğin artık terk edilmesi, tasfiye edilmesi gerektiği midir? Sözlü gelenek yerine yazının geçirilmesi gerekliliği midir? Bu durumda yazının sözden üstünlüğü, daha önemlisi doğruluğu nereden çıkıyor ki? Artı, sözlü geleneği yazıyla zaptetmenin anlamı, özellikle dinsel-politik anlamı üstüne hiç düşünülmüş müdür acaba? Neyi kastettiğimi biraz berraklaştırabilmek için, herkesin bildiği bir örneğe atıf yapayım: Kur’an’ın yazıya geçirilmesi. Yazıya geçirme sözlü olanı yalnızca yazıyla yazma, kaydetme, saklama değildir. Eş anlı olarak yazıya geçirme belleğe, belleğin hıfz etme, seferber etme ve “güncelleme” biçimlerine de müdahale anlamına gelir. Yazıyla iktidar arasındaki kaçınılmaz ilişki düşünüldüğünde, tüm bu müdahalelerin belirli bir iktidar şebekesinin gereksinimlerine göre şekillendiği de açıktır. Kur’an’ın yazıya geçirildiği andan itibaren İslam tarihinin bütün yönünün değişmesi biraz da bununla ilişkilidir. Kur’an yazıya geçirildiği için yön değişmemiştir ama yön değiştiği için artık Kur’an’ın yazıya geçirilmesi bir zorunluluk olmuştur. Demem o ki ilişkilerdeki büyük kaymalar yazıyı, başka bir ifadeyle, yeni bir iktidarı çağırır. Bu bakımdan erkanların sözlü olarak aktarımından şikayet, yazıya geçirilmesinin, üstelik belirli bir profesyonellikle yazıya geçirilmesinin (bunun anlamına hemen aşağıda değineceğim) talep edilmesi ya da bu ihtiyacın şiddetle kendini dayatması, ilişkilerdeki büyük bir kaymayı işaret etmektedir ve esasen dikkat edilmesi gereken de odur; yoksa, kimse meraklanmasın, her şey yazıya geçer, yazıya geçiren de bulunur; o vakit gelmişse. Deklarasyoncular için gelmiş de geçmiş bile anlaşılan. Peki, yazıya geçirmekten kaçabilir miyiz? Hayır. Bu anlamda, yazıya karşı mutlak bir itirazın hiçbir anlamı olmadığı gibi, zaten beyhude ve saçmadır. O halde ne yapmalı? Madem ki yazı ile iktidar arasındaki ilişkiyi biliyoruz; öyleyse bu ilişkinin her tür karşı-iktidarı, direnişi de besleyebileceğini biliyoruz demektir. Nasıl ki muktedirler, ezilenleri kendi araçları, prangalıyı kendi zinciriyle vurursa, ezilenler de ezenleri kendi araçlarıyla vurma kapasitesine kesinlikle sahiptir. Öyleyse, yazıya geçirmenin kendisinden kaçmak yerine, belirli bir biçiminden kaçmak ve hatta o biçimi dümdüz etmek üzere yazıyı seferber etmek gerekir. Ancak deklarasyoncular bunun tam tersi yönde ilerliyor. Okumaya devam ediyoruz.

Ama devamında da bir şey anlayamıyoruz: Yine erkanların sözlü olarak aktarımı ile çağın gereklerine uymaması arasında nasıl bir bağ kurulmaktadır? Sözlü olarak aktarılanlar otomatik olarak çağdışı mı oluyor? Yazılı olanlar da bu durumda otomatik olarak çağdaş mı sayılacak? Ek olarak, bu çağdaşlık vurgusunun içeriği nasıl doldurulacaktır? Çağa uygun olan ile olmayan nasıl ölçülecek ve nasıl tasfiye edilecektir? Örneğin, kendi yazılarından bir şeye dikkat çekelim; diyorlar ki “Gülbanglarda; Bismişah, Gerçeğe Hü, Gerçeğin Demine Hü terimlerinin başlangıç ve bitimde kullanılmasına özen gösterilmelidir.” Bismişah ile başlamak çağa uygun mudur? Ya da Gerçeğe Hü dediğinizde neyi anmış oluyorsunuz, buradaki Hü nedir ve çağa uygun mudur? Ve hatta Gülbang, gülbenk dediğiniz şey nedir ki allasen, çağa uygun mudur? Örneğin bir Buyruk nüshasına bakarsanız traş erkanı gibi bir erkan görürsünüz. Traş olmaya başlarken, bir Alevi erkeğe “hadi bu erkana uygun traş ol” demek ne kadar çağa uygundur, ne kadar değildir? Hasılı bu çağdaşlığın sınırını kim belirleyecektir; deklarasyoncuların kendi keyfi ve kadim Alevilik dedikleri özcülüğe göre şekillenmiş iradeleri dışında? O halde neden sizin iradeniz; yüzyıllardır süzüle süzüle gelen sözlü geleneğin yansıttığı topluluğun iradesi yerine? Siz topluluktan daha mı üstünsünüz? Ya da kerametiniz nedir?

Devamla deklarasyoncular deklare ediyor:   “Geçmişteki bazı ritüelleri bugün artık yürütmek mümkün değildir.” Mesela hangilerini? Belli, bazı ritüelleri atmayı önereceksiniz de söyleyemiyorsunuz. Hangilerinin atılmasını istiyorsunuz ve özellikle niçin onları atıyorsunuz? Siz söylemiyorsunuz ama hadi ben bir tahminde bulunayım: Kurban olabilir mi bu, kaldırmak istediğiniz? Metne baktığımızda kurban ritüeliyle ilgili hiçbir şey göremiyoruz; Aleviliği bilmeyen biri de sanır ki cemlerde kurban kesilmiyor; vejeteryan ve hatta vegan cem yürütülüyor, öyle mi? Belli ki şimdiden onun üstünden atlama hakkını kendinizde görmüşsünüz. Peki ama niçin ve nasıl ve hangi hakla? Bilmiyoruz. Kurban üstüne bir tartışma açmanın alemi yok; gerek dinsel, gerek seküler topluluklarda kurbanın rolü ve anlamı üzerine Türkçe’de de geniş bir literatür zaten var. Ancak deklarasyonculara hatırlatabileceğimiz bir şey olabilir: Eğer kurbanı görmezden gelerek baştan tasfiyeye girişmenizin nedeni, Aleviliğin evrenin bütünlüğünü veri sayması, bu anlamda canlılık üzerine yaptığı vurgu, canlılığın hiyerarşik dizilimine yönelttiği kökten itiraz ve buradan beslenerek, örneğin avcılığı lanetlemesi gibi somut itirazlar ise; buradan hareketle “yaa, bu kurban işinden vazgeçelim artık” demeye getiriyorsanız, tüm kurbanlar kanlı olmak zorunda değildir; kansız kurban diye bir şey vardır; bari onu önereydiniz! Habil ile Kabil’i anımsayın: Biri kanlı kurban sundu, biri kansız!

Nihayet deklarasyoncular son darbeyi vuruyor: “Bazı Pirlerin kendini güncelleyememesi ve asimile edilmeleri nedeni ile Erkân konusunda farklılıklar yaşanmaktadır.” Gerçekten bu metin karşısında ben kendimi aptal hissediyorum: Yahu, metnin başından beri yol bir, sürek binbir diyen sizsiniz, erkanlarla ilgili bölümde özellikle bölgesel saydığınız farklılıklara sözüm ona özen gösterilmesi gerektiğini işaret edip duran da sizsiniz, ne oldu iki satır arasında, ne değişti de erkan farklılıkları birden bire pirlerin kendilerini güncelleyememesinden ya da asimile edilmelerinden kaynaklanır oldu? Sahi, bu arada Pir kim? Pir sözü belirli bir coğrafya parçasında, özellikle Dersim coğrafyasında kullanılan dar kapsamlı bir addır. Alevi dünyasında pirlik tüm topluluklarda karşımıza çıkmaz. Dede, Dedebaba, Baba, Halife, Halifebaba, şeyh ve benzeri adlar da var. Neden sadece küçük bir bölgenin nitelemesi ana gövde yerine geçiverdi? Eğer ana gövde yerine bir ad kullanacaksanız en yaygını dede’dir, Pir değil; Dersim coğrafyası dahil: Pir Ahmet Yurt denilmekten çok Ahmet Yurt dede deniliyor değil mi? Firik Pir diye bir şey duymadım ama Firik Dede’yi cümle alem bilir! Hele hele bazı Alevi topluluklarında bir dedenin kendine pir dedirttiği duyulursa kıyamet kopar: Pirlik kimden kalır, kimden gelir bir düşünün! Bundan da geçtim; Pirlerin kendini güncelleyememesi ne demek? Pir bihakkın pir ise bu tasavvur edilebilir mi?  Matrix reloaded gibi bir şey mi bu? Ya da bir okurumun ifadesiyle, Sevgili Cüneyt’e referansla, yarı şaka yarı ciddi, şöyle mi düşünmeliyiz: “Son zamanlarda akıllı telefon, laptop ve benzeri araçlarla erkan yürütüldüğünü baz alırsak, bence vakit kaybetmeden Aleviliğin “öz”üne uygun “dede-antivirüs programı” yapılsın. Bu program yılda bir görgüden geçirilsin ve talipler belli bir hakullah karşılığı ilgili linki tıklayarak hizmette bulunsun.” Sevgili Cüneyt’in önerisi uygulanıyor belli ki: Deklarasyoncular, kendini güncelleyemeyen dedelere Erkan 01 kodlu güncelleme yaması, bu yamayı kullanamayacaklara karşı da dede-antivirus programı geliştiriyor gibiler.

Dönüyoruz başa: Erkanlara müdahale ihtiyacı nereden kaynaklanmaktadır? Bu sorunun yanıtını deklarasyonculardan bir türlü öğrenemiyoruz ve dolayısıyla bilmiyoruz. Ama son bir çırpınışla şunu söylüyor deklarasyoncular: “Yürütülen tartışmalar sonucunda Alevi toplumunun elinde bulunan ve Alevilerin inancına ve yaşama tarzlarına yön veren “Erkânname”lerin, yaşadığımız zaman diliminin ihtiyaçlarını karşılamakta ve sorunlarını çözmekte bazılarının eksik kaldığı ve ya yetersiz olduğu görülmüştür. Bu tespitin gereği olarak; Erkânname’lerin ‘derlenmesi ve güncellenmesi’ ile ilgili çalışma ve yöntemlerinin belirlenmesi uygun görülmüştür.” Şeytan dürtüyor: Erkannamelerden hangi tür sorunların çözümünü bekliyorsunuz ki sorunları çözmekte yetersiz kalıyor? Mesele tanrı parçacığının sırrını açıklamasını filan mı? Yoksa tarladaki sınır taşı kaymış diye komşusunu öldüren Alevi köylünün derdine derman olmasını mı? Burada karşımıza çıkan şey tam bir hukukçu körlüğü.

Deklarasyoncuların benzetmesiyle, diyelim ki erkannameler bir anayasa gibidir. Öyle değil ama hadi öyle olsun. Bir anayasa nedir diye kendimize soralım; hukuksal bir metin olarak bir anayasa nedir? Bir: Bir anayasa bir toplumdaki mevcut güç ilişkilerini, mülkiyet ve cinsiyet rejimini, emek rejimini, toplumsal-siyasal ve hukuksal kurumlar arasındaki görev, işlev, yetki, sorumluluk ve hak paylaşımını, vs. kayda geçirir ve sabitler. İki: Bir anayasa ifade ve ifşa ederek sabitlediği düzenlemeleri korur. Üç: Bir anayasa, mevcut olanı kayda geçirip sabitlemek ve korumakla kalmaz, aynı zamanda o toplumun kendisini görmek istediği düzeyi, niteliği, çıtayı, ideali içerir ve o ideal için olması gereken ilkeleri, atılması gereken adımları da işaret eder. Şimdilik bu üçüyle yetinelim. Bir hukuksal düzenlemenin arkasında daima gerçek, maddi, somut ilişkiler, problemler, ihtiyaçlar vardır. Eğer bir düzenleme bir ihtiyaca, probleme karşılık veremez hale gelmiş ise demek ki ifade ettiği maddi ilişkiler gerçekliği ile arasındaki mesafe açılmıştır. Şimdi bunu erkannamelere hatta erkanların kendisine uyarlarsak, eğer erkanlar ya da erkannameler, bir sorunu ya da ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalıyorsa, erkanlar ile Aleviler arasındaki makas açılmış demektir. Bu durumda yapılması gereken şey, öncelikle bu makasın niçin ve nasıl açıldığını tespit etmek, yani maddi ilişkiler zemininde nelerin değiştiğini, yani sosyal-ekonomik ve siyasal değişimleri teşhis etmek gerekir. Bu tespit ve teşhis edilmeden istediğiniz kadar anayasa değiştirin, istediğiniz kadar oraya dilediğiniz ideal hükümleri koyun. Şunun gibi: Siz, istediğiniz kadar ailenin reisi yoktur, ailenin reisi erkektir hükmü mülgadır diye bas bas bağırın. Toplumsal-ekonomik ve siyasal düzeyde ailenin reisi erkek olmaya devam ettiği sürece, o düzenlemenin etkisi ya hiç ya da son derece talidir. Somut olarak şunun gibi: Siz istediğiniz kadar çok eşliliği yasaklayın. Belirli bir Sünni zihniyet çok eşliliği dinsel gereklilik olarak saydıkça, o düzenleme bunu ortadan kaldıramaz. Bu durumda, düzenlemeniz gereken şey o doğrudan o Sünni deneyim alanıdır ve tam da Sünniliğe karşı bir pozisyon alarak bunu yapabilirsiniz. Bir yandan Sünniliği alayı vala ile iktidarın biricik ideolojisi kılmışken, öbür yandan çok eşlilik yasaktır demek zevahiri kurtarmanızı sağlar. Demek ki neymiş, öncelikle Alevilik dediğiniz şey her ne ise, bizzat onun ile Alevi dediğiniz kişi arasındaki makas açıldığı içindir ki Alevi erkanı dediğiniz şey artık ihtiyacı karşılamamaktadır. O halde, o makasın açıklığına dair fikriniz nedir, duyalım ama lütfen asimilasyon da asimilasyon diye tutturmayın! Aksi halde, yaklaşımınız, kadınlarla ilgili her sorunda devlete dönüp kurtar bizi devlet baba, hadi bir yasa çıkar diye bağıran liberal feministlerin tutumuna benzer. Ki şu anda deklarasyoncuların hali budur. Tek fark devlet olarak kendilerini görüyor olmalarıdır. Kendi benzetmeleriyle, gerçek sorunların üstüne gerçek müdahalelerle gitmek yerine, yasa çıkarmaya çalışıyorlar. Yasa çıkaracaklar ve her şey düzelecek. Mükemmel bir erkanname yazacaklar, nasıl oluyorsa o ve sorun çözülecek. Yani döndük başa: Önce ihtiyaç nereden kaynaklanıyor, o belirlenecek. Bunun yanıtını vermeden yasa çıkarmak da neyin nesi? Demek ki canları öyle istemiş, canları sağolsundan başka diyecek söz bulamıyorum doğrusu. Buraya bir mim koyalım, döneceğiz; bu ihtiyaç nereden çıkıyor sorusuna.

Deklarasyoncular erkandan, erkannameden neyi, neleri anlıyorlar? Anayasaya benzetiyorlar ama neyi kastediyorlar, bir de ona bakalım şimdi. Şöyle diyorlar: “Yol ve Erkân, Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancının belirleyicisidir. Erkânname bir anlamda Alevi-Kızılbaş-Bektaşiler’in anayasasıdır. Doğumdan Hakka yürüyene kadar bir canın içinde bulunduğu toplum düzenini sağlayan Erkânlar, yol yürütücüsü pirlerin (ana-dede) ve taliplerin rehberi niteliğindedir.” Burayı atlamayalım: Deklarasyonculara göre, her ne kadar erkannameler bir anayasa gibiyse de esasen, bir anayasa herkesin anayasası iken, erkannameler herkesin değil. Vurgu yol yürütücülerinin üstünde, buna dikkat edelim. Oysa talipleri de sayıyor cümlede, değil mi? Ben mi kötü niyetliyim acaba? Olabilir. Ama eğer erkannameler taliplerin de anayasası ise şu cümleyi nasıl anlayacağız:  “Erkânnameler; Pirler (ana-dede) ve Alevi araştırmacıları, aydınları, kuruluşlarından oluşacak komisyon ile bir araya gelerek ortak bir şekilde yeniden hazırlanmalıdır. Bu konuda çalışma yapan ve yapmak isteyen kurum ve komisyonlar var ise bunlar ile de temas kurularak çalışmaların ortaklaştırılması kararı alınmıştır.” Görüldüğü gibi, belirli bir seçkinler grubu işaret ediliyor. Seçkinler oturacak ve bir ortak erkanname yazacak, taliplere düşen de buna uymak olacak. Peki, talipleri buna kim uyduracak? Elbette erkannamelerin kendilerine rehberlik ettiği dedeler, analar. Yukarıda profesyonellikten söz ederken kastettiğim işte buydu. Şimdi takke düştü, kel göründü diyebiliriz işte. Erkannamelere müdahalenin asıl amacı doğrudan doğruya dedelerin, anaların, rehberlerin, zakirlerin başını bağlamak. Ne demek o derseniz: Merkezi bir uygulamayla hepsini kontrol etmek! Asıl dert bu! Sahi, AKP ne istiyordu? Cem Vakfı’nın Diyanet İşlerine niçin karşı çıkıyoruz? Hatırladınız mı? O kadar geriye değil, yazıyla ilgili söylediklerime dönün isterseniz: Yazı, merkezileştirmenin ve merkezileştirerek kontrol altına almanın en önemli aracıdır ama direnişin de! Deklarasyoncular tipik bir muktedir şebekesi aklıyla düşünüyorlar; direnişi örgütlemek yerine, Alevilik içinde merkezi bir iktidar örgütlemeye, Aleviliğin kendi çoğulluğu içinde gelişen direnç noktalarını kırmaya çalışıyorlar! Abarttığımı ya da aşırı yorum yaptığımı düşünenler, yukarıda aktardığım cümleyi, şu cümleyle birlikte bir daha okusunlar: “Bugüne kadar yapılan; H.B.V.A.K.Vakfı, Hünkar Vakfı, ABF(Türkiye), AABF(Avrupa) ve Bağımsız Erkânname çalışmalarının olduğunu biliyor, bu Erkânnameleri önemsiyor ve değerli buluyoruz.” Erkanı, tek bir erkannamede düzenleyen ve bu metni herkese dayatan, her talip topluluğuna dayatan her örgüt, kim olursa olsun, Cem Vakfı’nın yaptığını yapıyordur! Diyanet’in rolüne soyunuyordur! Bu tür bir arayış peşinde koşan herkes bilmelidir ki, tam da bu arayışı dillendirmenizi, gönül rahatlığıyla deklarasyonlar yayınlamanızı mümkün kılan şey, aradığınız, özlediğiniz, medet umduğunuz merkezileşmenin ve aynılaşmanın olmamasıdır. Yani bu arayış üzerinde yükseldiği temeli sabote etmektedir. Bunun için tarihe gitmeye gerek yok: Cem Vakfı çevresindeki ve etkisindeki dedeler yıllarca bu merkezileşme ve birörnekliğin değirmenine su taşıdılar, taşımaya da devam ediyorlar. Ama sonunda ne oldu? Genel merkez, nihayet şubelerdeki dedeleri atamaya kadar vardırdı işi ve tam o anda birilerinin kafasına dank etti. Vakfın Ankara Şubesindeki son gelişmeler doğrudan bununla ilgilidir ve bu tek örnek de değildir.

Bu rolün apaçık bir biçimde, tüm Alevi toplulukları homojenleştirmeye, standartlaştırmaya, bir örnekleştirmeye dönük olduğu açıktır. Yani bunu talep eden her Alevi topluluk, şimdiye kadar akademisyenlerden alamadığını (“Bize bir Alevilik tanımı yapın, biz de onu benimseyip içinde rahat edelim!” Sanki benimseyecekler ve hatta rahat edeceklermiş gibi) bu kez kendi örgütleriyle eliyle inşaya girişmektedir! Kişisel olarak, hiçbir örgütün merkezi, standart bir erkanname düzenlemesini kesinlikle doğru bulmuyorum; bu tarz girişim her halukarda Aleviliğin bir Prokrustes yatağına yatırılması anlamına gelir. Yani ayakları uzun gelirse kesersiniz, kolları kısa gelirse çeke çeke uzatmaya kalkar kolu çıkarırsınız, başı sığmazsa ezmeye kalkarsınız, vb. vb . Standart bir erkanname hazırlamak yerine, talip topluluklarının kendi kültürlerine göre erkanlarının kaybolmasının önüne geçmek, bu konuda onlara öncülük, yardım ve teşvik etmek ve her coğrafya parçasında, her toplulukta kendi erkanının yürümesini sağlamak… Bu çok mu zor? Standartlaştırılmış bir erkanı hiçbir Alevi topluluk kabul etmeyecektir. Bundan emin olun. Bunu ancak, merkezi güç ve kontrolünüzü artırdıkça, dede-talip ilişkilerine filtre olarak müdahale ettikçe, aynı zamanda içinde bulunulan koşullar Alevi toplulukları kendi erkanlarından iyiden iyiye kopardıkça, yani Alevi toplulukların denize düşüp yılana sarılmasıyla gerçekleştirebilirsiniz! Ki, hadi açıkça kabul edelim: Denize düşüldü, sarılacak yılan aranıyor! İhtiyaç dediğimiz şeyin karşılığı da bundan gayrı değildir zaten. Ama bu yanıtın tamamı değil elbette.

Kimler denize düştü diye sorduğumuzda, birden çok kesim karşımıza çıkıyor. En başta elbette diaspora Alevileri; ardından kendi memleketinde diasporada yaşar gibi yaşayanlar; otantiklik arayışıyla sarhoş olan genç Alevi zakirler ve dahi sanatçılar; dedelerin dizinin dibinde yetişmemiş dedeler; dedelik piyasasının daimi alıcıları ve satıcıları; İslam’ın ağır bunalımını, yani krızi fırsata çevirmek isteyenler; İslam’ın hakim deneyimlenme biçimleri nedeniyle yollarını içtenlikle ondan ayırmak isteyenler, bu deneyimlenme biçimlerinin artık apaçık bir din olmadığını fark edenler ve dinsiz de kalmak istemeyenler ama o biçimlerin gözyaşlarını ağır bir zincir gibi boynunda taşımaktan da kurtulamayanlar; Alevi topluluklar içinde iktidar savaşı verenler…daha da sayabiliriz… Nihayet kapitalist din piyasasının olanakları kendilerini kesmeyenler ve piyasadan kopayım derken, tam da özcü arayışlarla bu piyasaya sürekli yeni ürün sunanlar; yeni olduğunu iddia ettikleri ürünleri de hayali arkeolojik kazılarla çıkaranlar! Ez cümle, söz konusu olan Alevilik oldu mu, toplum mühendisliğinden gayrı çare bulamayanlar. Bu sorunların en ağır hali, yani çok boyutlu, karmaşık ve katlanılması en zor hali özellikle diaspora Alevilerinde yaşandığı için, bu deklarasyonun doğrudan Almanya ve Avrupa Alevi örgütleriyle hiçbir ilişkisi olmadığı ve hatta, onlar da açıkça deklarasyona karşı tavır aldığı halde, önüne gelen herkes, deklarasyonu kestirmeden onların üstüne yıkıverdi! (Elbette bunda deklarasyoncuların içinde etkisi yurt dışından Türkiye’ye doğru sarkan ya da sırtını oraya yaslayıp buraya peygamberlik eylemeye kalkan isimlerin varlığı da etkili oldu.)Bu aynı zamanda herkesin işine geldi. Sanki aynı sorunlar Türkiye’de farklı topluluklarda karşımıza çıkmıyor, yaşanmıyormuş gibi, Avrupa Alevi örgütleri günah keçisi ilan edildi! Elbette, bu ve benzeri girişimlerin Avrupa’dan Türkiye’ye doğru akması anlaşılabilir bir şey ve yine elbette Avrupa Alevi örgütlerinin Türkiye’deki Alevi örgütlerine (kendi tarihlerine bakmadan) ağbilik, hocalık, önderlik taslaması, hatta aşağılamaya kalkışması kabul edilemez ve onlar bugün deklarasyon üzerinden ağır bir saldırıya maruz kalıyorlarsa, oturup bunun üstüne düşünmeli, paranoid komplo teorileri ya da her çalı dibinde kendilerine düşman bir figür aramak yerine!

Şimdi bir kez daha ez cümle diyeyim: Erkanname arayışları biçiminde kendini gösteren ihtiyaç, kesinlikle ve kesinlikle, sözüm ona bir grup dedenin, ananın, aydının, araştırmacının filan fantezileriyle doğmadı; onlar mevcut ihtiyaca fantezileriyle bir yön vermek, ihtiyaçtan yararlanarak iktidar mücadeleleri içinde bir rol kapmak ve sözüm ona bu iktidar mücadelesinin tümüyle dışındaymış gibi yapabilmek için, mevcut ve yaygın Alevilik anlayışından radikal bir kopuşla Alevilere yeni bir din biçmek peşindeler, hepsi bu. Bu bakımdan hiç kimse eğer bu bir günahsa, bu günahı Avrupa Alevi örgütlerinin ya da kestirmeden deklarasyoncuların sırtına yıkarak, sorumluluktan kurtulamaz. Aksi takdirde, nasıl oluyor da bunca birbirinden farklı Alevi örgütü, Alevi topluluğu, kendi sorunları söz konusu olunca, birden bire Ortodoks çözüm yollarına sapıveriyor, anlayamayız. Anlayamadığımız için de deklarasyoncular gibi yeni ortaya çıkacak sözde mükemmel bir erkannameden medet umar hale geliriz.

Peki nasıl bir erkanname? Deklarasyoncular bu konuda ne diyor? Kestirmeden yanıt veriyorum; hiçbir şey ama sürekli vurguladıkları bir şey var. Ona dikkat çekeceğim. Metinlerinde sıraladıkları kimi erkanlar bakımından önerdikleri bir yenilik yok. Satır aralarında bazı hususlara itiraz ettikleri anlaşılıyorsa da. Önce hem onların itiraz ettiklerine bir bakalım, hem de ben bazılarına itiraz edeyim, izninizle.

Deklarasyoncuların özel olarak sıralayıp üzerinde durdukları erkan örnekleriyle yetineceğim. En başta elbette Kirvelik erkanı geliyor. Bunun en başa yerleştirilmesi bile manidar. Deklarasyonculara göre “Kirvelik, Alevilerin kutsallık yükledikleri en büyük sosyal kurumdur.” Belirli bir bölgede böyle olabilir ama yine belirli Alevi toplulukların kutsallık yükledikleri en büyük kurum kirvelik değil, musahipliktir! Dilenirse açılıp Buyruk’a bakıla! Dilenirse Alevi edebiyatına bakıla! Bu kadar önemli olduğunu iddia ediyorsanız, neden Alevi edebiyatı içinde izleri pek zayıf kalıyor acaba? Aynı şekilde musahiplik için de bakıla. Diyorlar ki “Bu kurumun özü sulandırılmadan korunmalı ve yaşatılmalıdır.” Sahi özü ne, erkeklik dışında? Aleviliği giderek eril bir dini tekele terk eden gelişmeler zincirinin içinde kirvelik hangi halkayı oluşturuyor, hiç merak etmediniz mi? Demokratik kandaşlığın ataerki tarafından zaptedilmesi içinde bu sünnet ve kirvelik meselesinin bir rolü olup olmadığı ilgiye değer değil mi? Sizin de söylediğiniz gibi “Ancak sosyal bir kurum olarak sünnete bağlı bir İkrar erkânı olarak Kirveliğin” eril bir geçiş riti ve buna dayalı kurumsal yapısı üzerinden tüm toplum için kurucu bir rolle donatılmasının anlamı nedir? Devamla, Alevilikten radikal bir kopuş mu yapmak istiyorsunuz? Aleviliğin hani İbrahimi dinlerle hiç ilişkisi yoktu değil mi, öyleyse en başta reddetmeniz gereken de sünnetin ta kendisidir! Vallahi, bunu ben bile alkışlarım işte! Desteklerim de! Tarihin çöp sepetine gitmesi gerektiği kanısındayım ama elbette gidemiyor, gitmiyor, çünkü hala önemli bir işlevi var: sosyo-kültürel bir işlevi. Mühendislik yapacaksak tam yapalım ve hiçbir çocuğun bedensel bütünlüğüne müdahaleye cevaz vermeyelim, var mısınız? 🙂

İkinci sıraya nikah erkanı alınmış metinde. Ama şu cümle dışında hiçbir şey yok ne yazık ki: “Nikâh Erkânı Alevi diline uygun bir şekilde gerçekleştirilmeli ikrar, rızalık olmalıdır.” Bu tek cümlelik açıklamadan da ben bir şey anlamadım. İkrarlı olmayana nikah kıyılmamalı mı? Yoksa ikrarlı olmayana nikah erkanı mı uygulanmamalı? Rızalık neyin rızalığı? Zorla evlendirmelere karşı bir cümle mi bu? Bu tek cümlelik şey, büyük bir itirafı içinde taşıyor; devamında yazacağım ama, Alevilik içinde kadın-erkek ilişkilerine, cinsiyet rollerine, varsa eşitliğe ya da eşitsizliğe ilişkin bir bakışınız olacaksa temelde, kestirmeden cinsiyet rejimiyle ilgili bir derdiniz olacaksa nikah erkanını bir cümleyle geçiştiremezsiniz, geçiştirirseniz aslında cinsiyet rejimi hakkında da kuracağınız cümle bir cümleden ibaret olur. Hele de bu günlerde; yani toplumsal hayatımızın tüm alanlarının Sünni kurumsallığa ve doktrinasyona terk edildiği ve işgale hazırlanıldığı bu günlerde. Acaba müftülerden, imamlardan sonra, dedelere de mi nikah kıyma yetkisi tanınmalı, ne dersiniz?

Üçüncü sırada musahiplik erkanı geliyor. Benim içinse, belirli Alevi topluluklar içinde  Aleviliğin en ağır kayba uğramış (dedelikle birlikte), en önemli kurumu bu. Deklarasyoncular erkana dair yeni bir şey zaten söylemiyor ama kurumun kendisine dair bir sözleri var. O da şu: “Musahiplik kurumunun çağımızın toplumsal yapılanması içinde yaşatılmasını sağlayabilmek için, bu kurumun ‘yol kardeşliği’ temelinde geliştirilmesi, farklı inanç, etnik yapı ve kültürlerin bir arada yaşamasına katkı sağlaması özendirilmelidir. Alevi yaşamının önemli kurumsal geçişi olan “ikrar alma” ve “yol kardeşliği” geleneklerinin özendirilmeli, topluluğumuz bu konuda bilgilendirilmelidir.” Musahiplik, öncelikle hiçbir Alevi toplulukta bir yükümlülük, bir zorunluluk, bir dayatma değildir. Bunu not edelim. Deklarasyoncular, metinlerinde bunu bir yükümlülük sanıyor. Musahipliğin ağır koşulları nedeniyle herkes tarafından üstlenilemeyeceğini deneyimle bilen Alevi topluluklar, bunu herkese yüklemedikleri gibi, yükü sırtlamak isteyeni de birkaç kez kapıdan döndürürler; bunun simgesel ya da ritik karşılığı da erkanda vardır zaten; deklarasyoncular da biliyordur eminim; içlerinde dedeler bulunduğuna göre. Musahiplik erkanına sahip Alevi topluluklarda herkes musahip tutmak zorunda değildir; çünkü bu yükü taşıyanı olur, taşıyamayanı olur. Taşıyamayan ve yükü sırtlanmayan elbette kimi musahiplilerin alındığı bir araya gelişlere alınmayabilir ama musahibi yok diye topluluğun dışına da atılmaz. Ancak eğer bir toplulukta, musahiplik yola girmenin, yani ikrarın bir bileşeniyse, musahipsiz ikrar alınmıyorsa, bu durumda ikrar-musahip birbirini gerektirdiğinden ötürü, ilgili kişi topluluğun doğal üyesi olarak kalır, formel üye olamayacağından ötürü yalnızca ikrarlıların ya da musahip sahibi olanların girebildiği cemlere giremeyeceği gibi, kimi cemlerde de yalnızca ikrarlıların sahip olduğu kimi söz haklarına sahip olamayabilir. Bunun karşısında musahiplik yükünü bir kez sırtladı mı ağır bir yükümlülükler zinciri başlar ve o zincir ölümünüzden sonra da sizi bağlar. Bu nedenle herkese dayatılmaz. Bu ağırlık nedeniyledir ki topluluğu içeriden kaskatı bağlar. Bu ne demektir?

Musahiplik topluluklararası bir ilişki değildir ve olamaz da. Oysa deklarasyoncular tam da bunu ima ediyor! Yukarıda aktardığım sözleriyle muhasipliği önce abra kadabra yol kardeşliğine indirgiyorlar ki boş bir çaba, çünkü zaten öyledir, yol kardeşliğinden besbelli başka bir şey anlamıyorsanız. Ardından musahiplik “inanç, etnik yapı ve kültürlerin bir arada yaşamasına katkı sağlamalıymış.” Ne alaka? Yahu, musahiplik yol kardeşliği ise, ben farklı bir inanç, etnik yapı, kültür ile nasıl yol kardeşi oluyorum ki? Kendi topluluğumdan biriyle bile musahip olabilmek için inanılmaz koşullar ileri sürülüyorken? Aynı ideolojik politik değerleri paylaşıyor, onun için mücadele ediyor olabiliriz ama bu bizi yol kardeşi yapmaz! Öncelikle musahiplik bir din/dünya/siyasal bünye ortaklığıdır ya da sizin deyiminizle inanç ortaklığı; bir Hanefi ya da Şafii ile nasıl musahip olabilirim; oysa onunla aynı politik idealler, aynı ortak yaşama iradesi uğruna dövüşebilirim ama “onun dini ona, benim dinim bana.” Dolayısıyla sol Alevi edebiyatının, Alevi mirasını tepe tepe kullanım biçimlerine karşı çıkmak varken, (ki ben kişisel olarak asla karşı çıkmıyorum, tepe tepe kullansınlar ama çarpıtmadan, sansürlemeye kalkmadan, lütfedip kullandığı şeyin aslı neymiş, nesli neymiş diye bir göz atma zahmetine katlanarak, çalıp çırpmadan, pazarlamadan, adından utanmadan, saklamadan, vs. vs.) meşrulaştırmak da neyin nesi? Ne gibi mi? Efendim işçi sınıfı Alevilerin musahibiymiş! Gel de gülme, gören de sanır ki işçi sınıfının üyeleri Alevi olmaz, Aleviden de işçi olmaz! Bunlar birbirine dışarlıklıdır, öyleyse hadi bağlayalım! İşçi sınıfının musahibe ihtiyacı yok; ittifaklara ihtiyacı olabilir, müttefikleri olabilir ama musahiple ne işi olsun işçi sınıfının? İşçi sınıfı gerçek dünya içinde gerçek bir mücadele verirken çok farklı taktikler, stratejiler izler ama hiçbir musahibin gerçek dünyada böyle bir lüksü yoktur; ateşten gömlektir giyilmez o. Giyilebilseydi bile İşçi sınıfı soyutluğunun karşılığı geldiği somutluk ile Alevi soyutluğunun karşılık geldiği somutluk musahiplik içinde, geyik muhabbeti dışında, birbirini karşılamaz. Aynı şey bir Şafii için de geçerlidir, bir Hanefi için de. Bir Alevinin onlarla birlikte yaşayabilmesi için dine ihtiyacı yoktur: Hukuka ihtiyacı vardır, bu hukuku mümkün kılacak bir siyasal iradeye ve eğer Alevinin dini tam da bu hukuka, birlikte yaşama hukukuna bir zemin hazırlıyorken, onların dini tam da bu zemini dinamitliyorsa, yapılması gereken şey, önce onların kendi dinleriyle hesaplaşmalarıdır; benimle benim dinim üzerinden yol kardeşi olmaları değil. Zaten bunu onlara dayatmak onlara da zulümdür ve zaten yine, Aleviliğe değil, onların dinine teslim olmak demektir, böylesi bir dayatma!

Deklarasyoncular, musahipliğin ardından hakka yürüme ve sırretme, sırlama erkanı üzerinde duruyorlar ama ne söyleyeceklerini bilemez halde: Bir yandan bölgesel farklılıklara karşı sözde bir duyarlılık sergiliyorlar ama öte yandan, verdikleri bütün örnekler belli bölgelerle sınırlı ya da son derece özgün ve karakteristik, dolayısıyla da genele yaygınlaştırılamayacak örnekler. Bu da ister istemez yine bir dayatmayı, homojenlik arayışını beraberinde getiriyor. Hiç gizleyip saklamadan açıkça söyleyelim: Birilerinin erkanlara müdahale girişimlerinin ya da Alevilikte bir tür homojenlik arayışının kaldıracı tam da bu meseledir. Alevi topluluklar, özellikle farklı toplulukların etkisi altında ve kendi taliplik ilişkileri ortadan kalktıkça, cenazelerinin nasıl kalkması gerektiği, cenazenin nasıl gömüleceği, ölenin “öbür tarafa dinsiz mi gideceği” konusunda (ki bu sorunun kendisi bile Alevi kişinin Alevilikle mesafesinin bırakın açılmayı, tozla duman olduğunu gösterir) ciddi soru işaretleriyle dolmuşlardır ve bu soru işaretleri de, Alevilik içinden kurumlar, kesimlerce yanıtlanmayınca Sünni uygulamalar, failler gürül gürül bu boşluğa akmaya başlamıştır. Öyle ki bugün Alevilerin çoğu cenaze törenlerinde, gömülme sırasında ve nihayet sonrasında Kur’an okunmayınca ciddi bir huzursuzluk duymakta ve ölene karşı sanki son görevlerini yapmamışlar gibi bir suçluluğa kapılmaktadır. Hatta Kur’an’ın Türkçe okunması bile onlar için yetmemekte, ille de özgün dilde bir okuma faaliyeti beklenmektedir. Deklarasyoncuların karşı çıkmaya çalıştığı şeylerden biri, hatta en başta gelenlerinden biri muhtemeldir ki budur. Bu mesele aynı zamanda Alevi topluluklarla onların örgütleri arasında da ciddi bir gerilim olarak varlığını sürdürmektedir.

Biraz açalım. Örneğin bir cenazemiz var ve cenazemizi cemevinden, Alevice (ne demekse o) sırretmek istiyoruz, büyük yolculuğuna. Bu andan itibaren sorunlar başlayacaktır. Hangi örgütün, hangi şubesinden ve hatta hangi dedesiyle Hakk’a yürüme erkanının uygulanacağına bağlı olarak bir dizi sorun çıkar. A örgütünün B şubesinde çalışan C dedesi Hakka yürüme erkanı sırasında mutlaka Arapça Kur’an okumaktadır ve biz cenaze sahibi olarak bunu istemiyoruz. Ya da tersi, Türkçe Kur’an okumaktadır ve biz özgün dilde istiyoruz ya da daha da tersi Kur’an okunmasını kesinlikle istemiyoruz ama o görevli de Kur’ansız göndermiyor; daha da tersini yazayım: Biz, ailemiz, hizmeti üstlenen görevli hepimiz Kur’an istiyoruz ama dernek yönetimi kesinlikle izin vermiyor! Peki aileler ve kimi dedeler, görevliler, ölenin ve ailesinin ait olduğu sürekte böyle bir uygulama olmadığı halde, bu apaçık bir kesinlik içerdiği halde, neden böylesi bir uygulamaya başvurmakta ya da talep etmektedir? Bunun ilk ve en yaygın yanıtı en saçma ama en etkili gerekçeyi oluşturur ama beni pek ilgilendirmiyor. Şudur: “Aman, konu komşu ne der? Dinsiz imansız gönderdiler cenazelerini öbür tarafa demezler mi?” Buna, yani Kur’an ve bu temelli kimi uygulamalar olmazsa, ölenin öbür taraf neresiyse oraya dinsiz gideceğine kendileri de içtenlikle inanıyor olabilir ama bu dinsizlik kaygısı nereden çıkmaktadır sahi? Bunu sadece asimilasyonla, Sünni din algısının Alevi topluluklar içindeki etkisiyle açıklayamayız.

Bu açıkça kutsallığın kaybıyla ilgilidir. Kutsalın bizi sarıp sarmalamasını mümkün kılan üç temel şey vardır: Büyülü dil, kendinden menkul beden (belirli bir disiplin içinde bizden bağımsızlığını ilan etmiş beden) ve ritik uygulamalar. Bu üç şeyin bütün sinirleri de gelir dedede ya da hizmeti gören kişide toplanır. İlgili kişi bu sinir ucunda kendisine yönelen talebi de çoğunlukla karşılayamamaktadır ki esasta, Kur’an üzerinden, Kur’an talebi üzerinden Alevilerin cenazelerde aradığı şey, o kutsallığın içine çekilmektir. Erkan sırasında artık başka bir dünyanın parçası olduğunu apaçık fark etmektir. Yani bir kopuş deneyimi istenmektedir. Kopuş ve aynı anda geçiş deneyimi ki bunu en iyi Aleviler bilir, cem deneyimleriyle zaten. Yani çok iyi bildikleri bir şeyi (bildiklerini bilmeseler bile) talep etmektedir Aleviler ve ne yazık ki onlara verilemeyen, verilemediği ölçüde de kapıların ardına kadar mushaf temelli Sünni kolaycılığa açıldığı an budur. Yoksa, bu dil zaten anadili olmayan hiçbir Alevi topluluk, anlamadığı bir dilde mushaftan okumaya meraklı değildir. Öyleyse onlara aradıkları şeyi verecek ve bizzat onları aradıkları şeyin ve elbette çözümün bir parçası kılacak yollar üstüne düşünülmek zorundadır; yoksa oturup Hakka yürüme erkanı yazmanın hiçbir anlamı yoktur ve üstelik bu yeni kaleme alınan erkannamelerin hemen çoğu da uydurmadır; yani keyfe keder seçişlere dayalıdır. Demek ki bu meselenin ve (deklarasyonda dile getirilen birçok meselenin sinir düğümünü dedeler ve dedelik kurumu oluşturmaktadır ki deklarasyoncuların “kimilerinin asimile olduğunu söylemeleri dışında” hiç dokunmadıkları meselelerin başında da bu gelir. Örneğin deklarasyoncular zakirlik üstüne duruyor ama dedelik üstüne ağızlarını bile açmıyorlar nedense, tuhaftır. Belki aralarında dedeler de olduğu için ve böylesi bir sözün kendi konumlarını iyiden iyiye zora sokacağından çekinmişlerdir, kim bilir. Gerçi belki de dedelik meselesi üzerinde durmamalarına şükretmeliyiz. Çünkü zakirlik meselesine nasıl el atılmasını önerdiklerini duyunca, dedeler bari kendini kurtarmış demeden edemiyor insan.

Şöyle ki: “Zakirlik hizmetinin cemlerimizdeki yerinin ve öneminin güçlendirilerek, ihtiyacımız olan zakir yetiştirme programlarının projelendirilmesi teşvik edilmelidir.” Devamla “Sözlü gelenek unsurlarının somut olmayan kültürel unsurlar çerçevesinde derlenmesi amacıyla tüm dernek, vakıf ve uluslararası projelerle acil olarak desteklenmeli, bu yönlü dernek ya da vakıf çalışmalarına destek verilmelidir.” Görüldüğü gibi, deklarasyoncular için zakirlik meselesi, kendi seçimleriyle, bir inanç konusu bile olmaktan çıkarılmış, somut olmayan kültürel miras bahsinde, korunması gerekli olan sözlü geleneğin sıradan bir bileşenine indirgenmiş ve bu doğrultuda da doğrudan ulusal ya da uluslararası projeciliğin bir nesnesine dönüştürülmüştür. Deklarasyoncular için aslında Aleviliğin tümü somut olmayan kültürel miras bahsinde bir inanca dönüştürüldüğü içindir ki zakirlik de mitik ve ritüel rolü içinde ele alınmamakta, cem erkanı içinde üstlendiği rol hiçe sayılmakta, sözlü edebiyat salt edebiyata indirgenmekte, bu edebiyatın, seküler bir dil ile söylersek ya da Gölpınarlı tasnifiyle yaklaşırsak, aynı zamanda dinsel bir edebiyat olduğu gözlerden kaçırılmaktadır.

Şimdi son olarak cem meselesine geçmeden önce Hakka yürüme erkanıyla ilgili birkaç hususa da dikkat çekmek isterim. Deklarasyoncular üç noktaya dikkat çekiyor bu bapta. İlki şu: “Türkiye’de uygulama sorunları yaşanması nedeniyle, dileyen canlarımızın bulundukları ülkelerde cesetlerinin yakılmasını isteyebilmesinin önü açılmalıdır.” İkincisi de bu: “Hakk’a Yürüyen Can’ın yaşarken organ bağışında bulunabilmesi, vasiyette bulunamaması durumunda ailesi tarafından organ bağışının gerçekleştirilmesi önemsenmelidir. Hakka yürüdükten sonra sırlama ile toprağa, havaya, suya karışmak nedir bilimsel olarak anlatılmalıdır. Canların yaşarken edindikleri bu bilinç organ bağışının önemsenmesini sağlayacaktır.” Üçüncüsüne gelince: “Bu konuda yapılan çalışmaların, diğer inançların etki alanından kurtarılarak Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancının özgünlüğüne ve diline yaraşır nitelikte birleştirilmesi, geliştirilip ortaklaştırılması için çaba harcanması ve erkân uygulamalarının hayat bulması gerekmektedir.” En tehlikelisi ve Aleviliği tahrip etmeye yönelik olan da bu üçüncü husus zaten.

Bu üç husustan ilkinin erkanlarla ilgili bir bölümde niçin yer aldığı benim için muamma. Yani, bir tür fetva mı isteniyor acaba? Özellikle yurt dışında dileyenlerin, yani Alevi olup da dileyenlerin cesedinin yakılmasını önleyen bir şey var da biz mi bilmiyoruz? Biraz veriye ihtiyacımız var belli ki. Ya da Alevi erkannamelerinde buna ilişkin bir husus mu var, önleyici, yasaklayıcı ki doğrusu bundan da habersizim. Türkiye’de ise uygulama sorunları yaşanmamaktadır aslında. Fiilen bir yasak vardır. Bilgim dahilinde söylüyorum; Cumhuriyet döneminde yerel yönetimlerle ilgili düzenlemelerde, yerel yönetimler dileyenler için krematoryum hizmeti vermekle yükümlü kılınmışlardır ve yine bildiğim kadarıyla, hala da yükümlüdürler. Dolayısıyla bu bir politik mücadele konusudur ve Aleviler de bu mücadelenin pekala bir parçası olabilir ve hatta olmalıdır; kendi dinleri yakılmaya nasıl bakarsa baksın. Çünkü yakılmayı talep ettiği halde, birinin gömülmesi ona zulümdür! Kabul edilemez. Ama mesele doğrudan, dediğim gibi politik mücadele konusudur; Alevilik dediğimiz dinsel bütünün erkanlarıyla bir ilgisi olmasa gerektir.

İkinci hususa gelince…Bu erkanlarla ilgili olabilir; bu ilgiyi kurabiliriz ama dolaylı olarak. Deklarasyoncular erkanlarla ilgisiz biçimde yazıp gecmişler ama o ayrı. Onları geçelim, ilgiyi biz kuralım. Deklarasyonculara bakarsak öldükten sonra bilimsel olarak ne olduğunu anlatıp bilinçlendireceğiz ve böylece organ bağışı teşvik edilecek. Allah Allah, öldükten sonra ne olduğuna madem bu kadar bilimsel bakıyorsunuz da ne demeye yok hakka yürüme, yok sırlama deyip duruyorsunuz yahu? Şuna “karbon karbona” deyip geçin. Bu haliyle bırakırsanız erkanlarla hiçbir ilişki kuramazsınız, hatta bu kadar bilimsel olan bir sürecin erkana da ihtiyacı yoktur ya da varsa eğer, orada geçerli olacak olan erkan ancak ilgili bilimsel disiplinin metotlarıdır. Erkanla nasıl ilişkilendirebiliriz? Deklarasyoncuların unutmayı seçtiği bir erkanımız var değil mi? Kurban erkanı. Bu erkanda rızası alındıktan sonra kurban edilen hayvanın, ne kanı, ne herhangi bir organı ne en küçük kemiği, ne derisi…ziyan edilemez. Hepsi yenir mi? Elbette hayır. Kanı özel bir çukura akıtılır malum ve yenmeyen tüm parçalar, hiçbir şeyi eksik kalmayacak şekilde derisiyle sarılıp sarmalanır o çukura gömülür. Neden? Çünkü o hala canlıdır; diri değil ama ölü olarak canlıdır ve her bir parçasına ihtiyacı vardır; kendi rızalığıyla size bağışladığı dışında. Buradan organ bağışına sıçrarsak, Aleviler belirli bir biçimde, organ bağışına karşı çıkmak için de, tersine savunmak için de bu örneği kullanabilir. Bu da benim deklarasyonculara armağanım olsun, ne diyeyim helali hoş olsun.

En tehlikeli olarak gördüğüm üçüncü husus ise, Alevi toplulukların birbirinden zengin, birbirinden farklı Hakka yürüme ve bununla ilgili erkanlarının ortaklaştırılması gereğine dikkat çekiyor ve bu yönlü bir çağrı çıkarıyor. Böyle bir ortaklaştırma girişimi, ya tümüyle hayali bir ortak erkan zemininde olabilir ya da toplulukların erkanlarının melezlenmesiyle. Her ikisi de öldürücüdür. Alevi topluluklar ki hemen üç örneğini vereceğim; Tahtacılar, Koçgiri coğrafyası ve Sıraçlar başta olmak üzere, ki bunlara Bektaşiler de eklenmeli, birbirinden çok farklı, çok özgün, inanılmaz değerli bir mirasa sahiptir. Merak eden gitsin bu topluluklardan birinin erkanını izlesin; eğer izlemesine izin verilirse. Şimdi bu çeşitlilikten vazgeçeceğiz ve bunların şu ya da bu özelliklerinin keyfe keder melezlenmesiyle ortaya çıkan bir standartta ya da bunlarla hiç ilgisi olmayan bir saçmalıkta buluşacağız, öyle mi? Bunun bir Tahtacı ya da Sıraç’a söylerseniz, sizi sopayla kovalar. Merak ediyorum, deklarasyon imzacıları ömürlerinde hiç mi Koçgiri edebiyatıyla karşılaşmadılar? Koçgiri edebiyatındaki o ağırlığın üstüne hiç mi düşünmediler? Bu ağırlığın yalnızca Koçgiri isyanıyla ve isyanın toplulukların üstüne kabus gibi çöken ağır yenilgi bulutuyla mı ilgili olduğunu sanıyorlar yoksa? Koçgirili mezarlıklar, ağıtlar, destanlar hiç kimsenin uyduruvereceği bir ortak erkana değişilmeyecek kadar paha biçilemez değerdedir! Bize düşen şey, bunları kaldırıp atmak değil, Koçgirilinin ölümle nasıl bir ilişki kurduğunu, ölümden hayata, hayattan ölüme giden yolu nasıl döşediğini, bu yolun nasıl ritüelize edildiğini, bu ritüelizasyonun Alevi kutsallığı ve genel olarak teolojisiyle nasıl ilişkiler içinde olduğunu anlamaya çalışmak, Koçgiriliyi konuşturmaktır ya da Tahtacıyı, Sıraçı; asla susturmak değil. Oysa deklarasyoncular yalnızca susturmayı değil, sözün tümden içinin boşaltılmasını ve daimi bir sözde yenilenmeyi savunuyorlar; bütün sabiteleri sabote ederek. Şöyle ki onlara göre: “Taşlarda [mezar taşlarında] Hakk’a Yürüyen can’ın, doğum-ölüm tarihlerine, mesleğine, hayat gayesine, mizacına vs. yer verilmesi, mezar taşlarının çoğunlukla nefeslerle bezenmiş bir kitabe tarzında hazırlanması,  öte yandan bu tür simgesel ya da nesnel süslemelerin çağımıza göre yenilenebilme özelliği göz önüne alınarak genişletilmesi uygun olacaktır.” Nesnel süsleme ne demektir, hiçbir fikrim yok ama mezar taşlarındaki şu ya da bu unsurun ya da bir bütün olarak mezarın “çağımıza göre yenilenebilmesi”nin mezarın söylediği sözü ortadan kaldırdığını biliyorum; sabit sözün yerine içine asla iki kez, hatta bir kez bile girilemeyecek bir akış geçirmeye kalkıştığını. Oysa mezarlar belli sabitelerdir ve çağa uygun olarak güncellenmesi düşünülemez bile. Böylesi bir güncelleme ya da sözde çağdaşlaştırma hamlesi, sabiteyi ortadan kaldırarak doğrudan tahripkar etkilerini hayatta olan yani diri-canlılar üstünde gösterir, onların ölü-canlılarla bağını bulanık ve kaygan hale getirir. Bu ise kutsal olan ile olmayan arasındaki sınır arasına bir Araf inşa etmek demektir ve toplulukları sürekli olarak Araf’a mahkum eder. Hiçbir topluluk daimi olarak Araf’ta kalamaz. Araf, ancak geçiş ritlerinin yarattığı kesinti anında belirir ve adı üstünde geçiştir zaten, geçiş tamamlanınca ortadan kaybolur. Deklarasyoncular bunu daim kılmak istiyorlar işte.

Geldik cem erkanına ve cem meselesine. Deklarasyoncuların cem erkanına ilişkin söyledikleri hiçbir şey yok. Yalnızca cemde İslami dua ve ritüellerin uygulanmaması isteniyor hepsi bu, ama elbette onlara göre neyin İslami olduğu, neyin İslami sayılmadığına dair bir fikrimiz yok. Kimi gariban Sünni-Hanefilerin, “ürünlerimizde domuz yağı yoktur” yazısı Arap alfabesiyle yazılmış diye, ürün ambalajını dini metin sayması kadar şaşırtıcı bir yelpazede İslami olan ile olmayan bir tayf oluşturabilir. Dolayısıyla acaba deklarasyoncular da Arapçayı duydukları anda İslam’ı mı duyuyorlar diye merak ediyor insan! Arapça sadece bir dildir, herhangi bir dil bu bahiste! Bunun dışında ceme ilişkin bir söz söylemekten geri duruyorlar. Ancak cemevi bahsinde belli ki şikayetçi oldukları hususlar var. Onlara dönüp bakmamız gerekiyor.

Daha ilk cümlede şaşırıyoruz: “Alevilerin Ocak ve Dergah, (Tekke, Zaviye, Hangah), Cemevi, modern dernek ve vakıfları kendilerini yenileyememeleri nedeniyle Alevilerin inançsal ve sosyal ihtiyacını karşılamaktan ne yazık ki uzaklaşmıştır. Bu nedenle ihtiyaç ve beklentilerimiz doğrultusunda yeniden yapılanarak Alevice özgünlüğünden taviz vermeden günün koşullarına uygun hale getirilmelidirler.” Ocak, dergah, tekke, zaviye zaten yasa dışıdır ve bu ismi taşıyan mekanların başına neler gelmiş olduğu aşikardır; bunu geçelim ama cemevleri ülkemizde mevcut haliyle epeyce yenidir. Bunlar neden, nasıl, hangi ihtiyacı karşılayamıyor acaba? Alevilerin ne tür ihtiyaçları var da bu mekanlar burada yetersiz kalıyor? Ben tam tersini düşünüyorum. Alevilerin yaptırdığı cemevlerinin hemen çoğu işlevsiz, kaynak israfı, gösterişten öteye gitmez. Öncelikle ihtiyaçlar, cemevine ihtiyaç duyan topluluğun nüfusu, cemevini kullanma biçimleri ve sıklığı, kendi süreklerinin özelliği hiç mi hiç gözetilmeksizin ve Aleviliğin yapısal özelliği gereği, dinamik olması gereken tasarımlara başvurmaksızın, heyula gibi, insanın üstüne çöken yapılar cemevi diye karşımıza çıkarılıyor. Bu cemevleri çoğu yerde standart ihtiyaçları karşılayacak mahiyettedir. Nedir bunlar? Elbette en başta cemin yürütüleceği meydanevi, kurbanlı erkanların yoğunluğu nedeniyle çoğunda sanayi tipi mutfak, hepsinde olmamak kaydıyla morg, gasilhane, toplu yemeklerin verilebildiği yemekhane, çeşitli ölçeklerde derslikler ve toplantı salonları, konferans salonu, cemevinin bağlı olduğu ilgili örgüte tahsis edilmiş yönetim birimleri, dede odası, kimilerinde yine misafirlerin konaklayabileceği küçük ölçekli misafir odaları, bazılarında cemevi giderlerini fonlayan eklenti ya da alt katlarda yer alan dükkanlar, çeşitli açık hava etkinlikleri için kullanılan genişçe bir avlu, yine bazılarında çoğunlukla erkeklerin kullandığı lokal, kahvehane tarzı sosyalleşme alanları, hemen tümünde küçük de olsa bir kütüphane ve kitap satış yeri. İşte cemevi dediğimiz kompleks aşağı yukarı bu birimlerden oluşur. Bunların dışında ne gibi ihtiyaçlar vardır da cemevleri bunları karşılayamamaktadır? Kendi adıma söyleyeyim, çok cemevi gördüm ve hiçbirinde de bırakın ihtiyacı karşılamamayı, olmayan-hayali ihtiyaçlara dönük saçma sapan birimler yer alıyordu. Özellikle meydanevi olarak kullanılan salon kesinlikle hemen her cemevinde abartılı büyüktür ve o salonu, o binayı kullanan cümle talipler istese de dolduramaz. Daha kötüsü, hemen çoğu da, bulundukları yerleşim yerlerinde hemen göze batsınlar, kendilerini göstersinler diye devasa ölçülerde yapılır ki “şan olsun, kim tutar seni!” Bu bir yana, aynı cümle içinde deklarasyoncular cemevlerinin ihtiyacı karşılayamadığını mı, örgütlenmenin ihtiyacı karşılayamadığını mı söylüyorlar belli değil. Yani, bir yeniden örgütlenmeye mi ihtiyaç var, yeni bir cemevi anlayışına mı? Belli ki cemevi üstünden örgütlere mesaj  verilmeye çalışılıyor ürkekçe de olsa. Cemevlerinin inançsal ve sosyal ihtiyaçları karşılayamadığı iddiası, bu ürkekliğin arkasına gizlenen mesajın sosu durumunda.

Deklarasyoncular, bunun ardından yapıya ya da mimariye ilişkin olarak, zaten herkesin yıllardır söylediği, üstüne kitaplar yazdığı meseleleri bir cümleyle aktarmakla yetiniyor. Yeni hiçbir şey yok: “Cemevi mimari ve tasarımları açısından gözden geçirilerek Alevi geleneklerine uygun sanatsal ve simgesel düzenlenmesine destek olunmalıdır. Cami tarzı cemevi yapılmasının önüne geçilmelidir.  Hiçbir semavi dinin ibadet yeri ile birlikte tasarlanıp inşa edilmemelidir.” Bu cümleler boştur ama içini dolduracak bir atak yapabiliriz: Cemevleri, tamam hiçbir başka dinin ibadethanesine uygun biçimde tasarlanmasın, onları kendine ölçü olarak almasın, peki onları içine kabul edebilir mi? Bu ne demek derseniz söyleyivereyim:

Bir, en yaygın karşılaşılan örnek: Özellikle Sünni saldırganlık, sözüm ona Alevilerin varlığını tanıdığını sembolik düzeyde göstermek için, kimi saldırgan uçlarını özellikle vakit namazlarının yaklaştığı saatlerde cemevi ziyaretlerine gönderir. Bu protokoler ziyaret sırasında vakit ezanı okunur. Ziyaretçiler nedense ille de cemevinde, özellikle de meydan evinde namaz kılmak isterler; nedense. Eee, elbette önce abdest de almak isteyebilirler, eğer Alevilerin her şeylerinin, sularının bile pis olduğunu düşünmüyorlarsa? Bu durumda bu kişilerin talepleri karşılanmalı mıdır? Yani meydanevine girip namaz kılmalarına izin verilmeli midir? Hatta bunların bazıları gelip meydanevinde bir de, efendim tüm ölmüşlerin ruhuna bağıra bağıra Kur’an okumak ister, nedense ille de meydanevinde ister. Buna izin verilecek midir?

İki, istisnai örnek: Bazı bölgelerde gayri Müslim yerleşik nüfus vardır; sayıları az da olsa. Ya da yerleşik olmasa bile turistik bölgedir ve gayri Müslim yabancıların yoğunlaştığı bir yerdir. Yerleşik gayrı Müslim nüfus diyelim ki sayıları üçü beşi geçmeyen Ermeni ya da Yahudi, Rum kökenli nüfustur. Sayıları az, güçleri cılız olduğu için bir ibadethaneleri de yoktur. Kendi evlerinde sorunu çözmeye çalışırlar. Diyelim ki bir gün cemevinin kapısını çaldılar ve dediler ki “ya, bizim ibadetimizi yapacağımız bir mekana ihtiyacımız var, sizinle de dostuz, kardeşiz, ezilen ezilenin halinden anlar, mekanınız da geniş, Allah artırsın, her Pazar gelip topluca ayin yapabileceğimiz bir salon tahsis eder misiniz?” Ya da pek muhafazakar bir İngiliz’in yolu Datça’ya düştü diyelim, turist olarak. Alevileri de, cemevini de Londra’dan biliyor. Muhafazakar ya, ille de kendi kutsal gününde bir şey yapacak; minik de olsa bir odaya ihtiyacı var bunu yapmak için; cemevinin kapısını çaldı ve böyle bir talepte bulundu, ne yapılacak?

Deklarasyoncular bu durumda ne yapardı, ne önerir bilmiyorum ama kişisel tavrım açık: Birinci durumda, kesinlikle ve kesinlikle yanıt hayır olmalıdır. Hatta böyle bir taleple gelen, Sünni saldırganlığın protokoler temsilcileri değil, olmaz a, Diyarbakır’a cemevi yaptıran Osman Baydemir bile olsa, yanıt hayır olmalıdır! Osman Baydemir’e meydanevinde namaz kıldırılmadı diye, birileri Alevileri Kürt düşmanı ilan edecekse, buyursun etsin, yolları açık olsun. İkinci durumda ise, yanıt kesinlikle evet olmalı; onlara kapılar ardına kadar açılmalıdır. Gayrı Müslim oldukları için mi? Hayır. Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalıştıkları için!

Cemevi üzerinden iki temel soruna ya da ihtiyaca da ben dikkat çekmiş olayım. Alevilerin en temel ihtiyaçlarından biri düğün ve benzeri bir araya gelişler için, özellikle yoksul Aleviler için, genişçe bir mekandır; avlu olur, salon olur vs. Bu durumda, kendi içlerinde rahat rahat içebilecekleri, kafalarını güzelleştirebilecekleri bir mekan…Soru: cemevi kompleksinde içki içilir mi? Bu bir ihtiyaç; bu ihtiyacı cemevi karşılamalı mı? Yanıt veriyorum, evet, karşılamalı; bu komplekslerin avluları, yapının tüm bileşenleri, düğün, nişan, her türden sosyal organizasyon, tiyatro, sinema gibi kültürel etkinliklere açık olmalıdır! Açık mıdır peki? Kültürel etkinliklere çoğunlukla evet, sosyal organizasyonlara çoğunlukla hayır!

Şimdi ikinci ve daha da önemli bir ihtiyaca geliyoruz: Alevi toplulukların önemlice bir bölümü cemde dem olarak alkol içeren içecekler kullanır. Dikkat, demli cemden söz etmiyorum; her cem zaten demlidir! Demin alkol içermesi halinde, bu topluluklar cemevi kompleksini ve meydan evini, öyle ya, cem yürütecekler, kullanabilecek midir? Yanıt veriyorum, çoğunlukla ya kullanımlarına izin verilmiyor, ya ağır baskı ve gizlilik koşullarında kullanabiliyorlar ve yaygın olarak kınanıyorlar. Demek ki cemevi tam da iddia ettiği şeyi, yani cem erkanının yürütülmesini, belirli koşullarda engelleyen ya da dönüştürmeye çalışan bir mekandır da aynı zamanda. Dolayısıyla cemevleriyle ilgili gerçek sorunlar varken, cem erkanını sözüm ona arındırmaya kalkmanın ve tam da arındırılacak kimi şeylerin (özellikle alkollü içkilerle ilgili negatif hususların) üstünden atlamaya kalkmanın ya da yok saymanın hiçbir anlamı yoktur; hayatın maddi gerçekliğine teslim olmak dışında. O gerçekliğe teslim olunacaksa da neden erkanlarla uğraşılıyor ki o halde?

Cemevi kompleksi ve meydanevleriyle ilgili temel sorun, deklarasyoncuların da başka bir bağlamda temel sorunudur: kutsallık sorunu. Kutsallığın sınırı nerede başlar, nerede biter? Cemevi kompleksi kutsal mıdır? Meydanevi kutsal mıdır? Devamla kutsallıkla işaretlenen yerlerde neyin tabu olup olmadığını (negatif ya da pozitif) belirleyen nedir? Sınır çizgileri hangi dinamikler tarafından çizilmektedir? Örneğin içki neden epeydir Alevi topluluklarda ciddi bir biçimde tepki görmekte, sarhoşluk aşağılanmaktadır? Sarhoşluk ya da içki içmek, bağlamından ve icrasından kopuk olarak aşağılanamaz! Nasıl içildiği, nasıl sarhoş olunduğudur önemli olan ki o da sizin içinizi dışınıza çıkarır zaten, kabahat yine içkide değildir. Ama Aleviler çoktandır kendi temel ilkelerinden uzaklaşmış durumdadır. Unutulmaması gereken şeylerin başında cemin kendisi gelir, cemevi değil. Deklarasyoncular cem bağlamında sözüm ona başka dinlerin ve sözüm ona İslam’ın etkilerinin arındırılması peşinde koşuyor ama en temelde suskunlukla geçiştirdikleri şey cem ve kutsallık ilişkisidir.

Alevi topluluklarda kutsal olan cemdir! Cemevi değil. Cemevi cemin yürütüldüğü dinamik bir mekansal alandır ve cem yürüdüğü sürece, cem bu mekanı kutsallığa çeker, kutsal kılar ama erkanın yürüyüşü bittiğinde, mekan gündelik toplumsal hayat içindeki bütün pratiklere açıktır ya da gündelik içindeki işlevi neyse, ona döner. İşte Alevilerin unuttuğu budur. Aleviler bırakalım meydanevini, cemevinin avlusunu bile, cemden bağımsız bir kutsallaştırmaya, bir tür cami muamelesi yapmaya giriştiler çoktandır. Peki, deklarasyoncular buna karşı ne diyor? Buna karşı çıkıyor mu? Yani mekanın kutsallaştırılmasına, cemden bağımsız bu kutsamaya karşı çıkıyor mu? Hayır. Tersine, o değirmene su taşıyorlar. Nasıl mı?

“Dergâh, hangâh, tekke, cemevi, ziyaretgâh, kültür merkezi, dernek ve vakıflarımızda Alevi felsefesine uygun kitap, doküman, sancak, simge, hikmet ve söylemler dışında bulunan görsel ya da yazılı herhangi bir simge ve bilgiye yer verilmemesi için çaba harcanmalıdır.” Bu cümle açıkça deklarasyoncuların cemevlerine püritenleşme ve olmayan bir kutsiyet atfetme çağrısıdır. Bu cümlenin arkasındaki kaygıyı anlıyoruz, hepimiz anlıyoruz; üstü örtülü olarak söylenen sözün nereye gittiğini hepimiz biliyoruz, söyleyeceğim de ama ondan önce şöyle bir cümleyi ağız dolusu kurmak isterim: Kütüphanesinde Marx’ınYahudi Sorunu olmayan, Komünist Manifesto olmayan bir cemevi kompleksini neyleyim! İçinde Şah Hatayi’nin görselinin olmadığı bir cemevini neyleyim! Eh Alevilik de İslam değil! Marx örneği abartı, kabul ama Hatayi örneği değil. Deklarasyoncuların asıl derdine gelince…Koca cümlenin söylemeye çalıştığı ama bir türlü dilinin varamadığı şeyi açık edelim: “Cemevlerinde Atatürk posteri ve Türk bayrağı olmasın!” Bunu bazıları din üzerinden tasfiye etmek istiyor, (yani bunların dinle ne alakası var itirazıyla), deklarasyoncular da “Aleviliğin dinle ne alakası var” üzerinden. Birincilerin hiç değilse bir referansı var, deklarasyoncuların o da yok; referans olmayınca ölçü de olmuyor elbette. Deklarasyoncuların, her zaman olduğu gibi, kendi keyfi seçişleri dışında. Bunun ötesinde şunu söylemek isterim: Demir Küçükaydın’ın dediği gibi, ulus, dinin yerini almış dindir, yeni bir din. Bu yeni dine en çok tapanlar da, şu ya da bu nedenle Aleviler olmuştur, bu da doğru. Bu yeni dinin sembolü Türk bayrağı, kurucusu Mustafa Kemal’dir. Buna itirazınız mı var? Öyleyse, çözüm yolu “bunları cemevinden kaldırın” diye feryat figan etmek, ucuz tarih parçalamak değildir; sözüm ona Aleviler bunak da tarihlerini unutmuşlar gibi, onlara bir şeyleri hatırlatmaya çalışmak hiç değildir, devlet bu yöntemi tepe tepe kullanıyor zaten ve dahası, dahası, en dahası: Alevileri bu yeni dinden koparmanın yolu, onları yeni dine karşı, yeni dinin tüm çabalarına rağmen, hala ve hala ve ısrarla ne güzel, kısmen de olsa, aşılı, bağışık kılan dinlerini, Aleviliği ellerinden almak hiç değildir! Tersine, yeni din, ellerinden alınmış Aleviliğin boşluğuna akmaktadır. Sanılmasın ki bu yeni din yerinden edilirse deklarasyoncuların yeni dini o boşluğa dolacak. Olanaksız, çünkü bu yeni din devlet olarak örgütlü, ya sizin dininiz? Emin olun, Alevi topluluklar Alevi olarak kaldıkça, onun temel kurucu ilkeleri doğrultusunda Alevileşmeyi, yeniden Alevi olmayı becerdikçe, cemevlerinde o istemediğiniz semboller zaten kendiliğinden kalkar. Kaldı ki bu semboller eğer Alevi toplulukların dininin bir parçası haline gelmişse, şu ya da bu topluluğun, bu da sindirilebilir bir şey. Ama her koşulda, o sembollerin kalkıp kalkmaması kimseyle değil, doğrudan o cemevinin talip topluluğuyla ilgilidir; yeter ki ortada talip ola. Bu bakımdan yapılması gereken şey, talibi yeniden yaratmaktır, onu dinsiz bırakmak değil. Hele hele mevcut haliyle bile, merkezi müdahalelere kapı açmak hiç değil. Deklarasyoncular bağımsız, yani bir Alevi örgütüne bağlı olmayan cemevlerinin bile bağımsızlığına karşı çıkıyor: “Bağımsız Cemevlerimizin yerel geleneklerin uygulanması konusunda özgünlük ve hassasiyet içinde olmalarının özendirilmesine ve desteklenmesine ancak, örgütlü Alevi dernek ya da vakıflarına bağlanmaları konusunda çaba gösterilmelidir.” Bu cümle aslında bize bir şey söylüyor; deklarasyoncuların Alevilikten ve erkandan, sürekten neyi anladığını ya da özellikle neyi anlamak istemediğini. Deklarasyoncular için adı inanç olan öpöz bir Alevilik var bir yanda, diğer yanda ise bunun içinde kalan ama inanç bile olamayan, yerel gelenekler. Oysa onların yerel gelenek derekesine indirdiği şey, tam da üstünde durduklarını iddia ettikleri erkan, yani doğrudan dinin gerek gündelik toplumsal, gerekse ritüel zeminde icrai boyutu; yani süreğin ta kendisi. Süreğin kendisi aynı zamanda ilgili talip topluluğunun Aleviliğinin ta kendisidir! Yerel gelenek değil; o süreği aradan çekip çıkardığınızda Aleviliği nasıl deneyimlediğini anlaşılmaz kılmış olursunuz. Dahası deklarasyoncular bir de yol hizmetkarlarına talimat veriyor: “Aynı zamanda Ocak, Dergah, Dernek ve Vakıflarımızda hizmet yürüten canlarımızın kişisel beklenti, kariyer, statü kaygılarını bir kenara bırakarak Alevi-Kızılbaş-Bektaşi İnancımızın özünü İslami dil ifade ve uygulamalardan korkusuzca arındırılmış, ilkeli bir şekilde savunmalı ve yaşatmalıdır.” Eğer deklarasyoncuların öz Aleviliğine uygun bir Aleviliğe hizmet etmiyorsanız, yandı gülüm keten helva: Kişisel beklentilerinize, kariyer hırsınıza, statü kaygınıza teslim olmuş demeksiniz ki deklarasyoncular bu cümlenin ne kadar ağır bir saldırı içerdiğini fark etmiş midir, bilmem.

Deklarasyoncuların erkan ve erkannameler üstüne geliştirdikleri sözde öne çıkan üç ortaklığı, tekrara düşme pahasına, işaret ederek bugünlük de sözü toparlayayım artık. İmzacıların metinlerinde sürekli kendini tekrar eden iki husus göze çarpıyor: Bunlardan ilki, baştan sona yineleyip durdukları “Alevi erkanlarını diğer inançların etki alanından kurtarmak.” Bu açıkça, daha önce üzerinde durduğum gibi bir tür püritenlik çağrısı; saflaşmaya dönük bir çağrı ki ilginç ve eğlenceli bir biçimde Diyanet’in Sünniliğe çıkardığı çağrıya benziyor: Yılbaşından kurtulun, doğum günlerinden kurtulun, türbe taşlarına niyaz etmekten kurtulun, ayazmalardan su içmekten vazgeçin, sağda solda ağaçlara çaput bağlayıp durmayın, mum dikmeyin, dilek feneri yakmayın, vs. vs. bu liste uzar gider. Çünkü bunların hepsi başka dinlerden sızmış bidatlar ya da batıl inançlardır. Deklarasyoncular da aynı çağrıyı Alevilere yapıyor: Tek fark Alevilerin nelerden kurtulması gerektiğine ilişkin asla bir liste vermemeleri ya da bizim bir liste oluşturmamızı sağlayacak bir ölçü sunmamaları. Yalnızca şunu söylüyorlar: İslam’dan kurtulun! Ama bilmiyoruz ki size göre İslam olan nedir? Bir söyleseniz, siz de biz de rahat edeceğiz. Örneğin delikli taştan geçmeye kalkmak, Hacı Bektaş’ın sandukasına niyaz olmak, sandukanın etrafını diz üstünde üçlemek, Ana Fatma’ya mum dikip dilek dilemek, Munzur’un suyuna girmemek, vs. vs. İslam mı, değil mi? Ya da Kur’an’ı kıraat etmek, Kur’an’da Ali’nin izlerini aramak, Kur’an’la gelene Kur’an’la gitmek ve gelenin elinden Kur’an’ı çekip almak, Zülfikar’a inanmak, zülf-ü yardan incinmek; İslam mıdır, değil mi?

Tekrar eden ikinci husus dil meselesi. “Erkânların dili kesinlikle ALEVİCE olmalıdır. Erkânların Alevi dili, terminolojisi ve felsefesi temelinde aslına uygun olarak asimilasyonun etkilerinden arındırılarak yeniden yapılandırılması gerekliliği vardır.” Alevice dil nasıl bir dildir? Bilimsel, akli ve çağdaş bir öz Alevilik olduğuna göre, bir tür bilim dili midir bu örneğin? Örneğin dedeler cemde diz kırıp şöyle konuşsa Alevice olur mu? “Ey oğul, dinle ki anlayasın, anlayısın ki bilesin: İnsan dediğin topraktan yaratılmıştır derler; çok sulanırsa çamur olur. Bu bir metafordur evladım, inanma. Bunun aslı da nesli de şudur ki insan dediğin varlığın esası hava, su, toprak ve ateştir. Sen göremezsin. Ama metafor niye toprakla sınırlı dersen, aç gözünü gör gerçeği: Toprak demişler ki ateşe girerse kavrulur, evini ondan yaparsın, bin yıl yıkılmaz hani, insanın binası ateşle pişerse dayanır; ateş oradan gelir ama malzemenin aslı topraktır. Toprak, suyla beslenir ama suyu dayadın mı çamuru bırak, toprak tuzlanır, verimsiz olur; verimkar olsun diye verdiğin su, insanı çöl eyler ama esası yine topraktır. Havaya gelince, toprağın rüzgara, rüzgarın getirdiği neme, börtü böceğe, havalanmaya ihtiyacı vardır; yoksa kurumuş bir yaprak gibi büzüşür, kırılıverir. Bak, eskiler, senin Yunan diye bildiklerin böyle söylemişler bunu felsefeden, onlar felsefe demiş ama bizim inancımızdır; kadimden gelir, kadime gider; bakma sen yolumuzun Musa’dan, Mısır’dan ve Yunan’dan gelip geçtiğine; hayat başsız ve sonsuz bir akıştan ibarettir, pirimiz Herakleitos’un da dediği gibi.” Böyle konuşan bir dedeye, ya üniversite okumuş bir Alevi genç (hep şikayet ediyorsunuz ya, dedeler cahil kaldı, çağın sorularına ve sorunlarına yanıt veremiyor diye) şeytana uyup “Ağzını öpem dedem, ne güzel söylersin amma bir şey eksik kaldı; Herakleitos’un ırmağı tamam da, bizim de ırmağımız, eyvallah, can baş üstüne; Herakleitos’un logos’u nerede? Kandedir, nicedir?” Hadi bakalım buyurun buradan yakın. Dede yine sus pus kalacak demektir. Eee, hani çağa uygun, felsefeye uygun olunca dedeler cahil olmayacaktı, bülbül gibi şakıyacaklardı, ne anladık bu işten?

Ya da şöyle bir anlatı ve anlatının dili, Alevice midir; yoksa asimilasyona uğramış bir dil midir?

“Sakalına yüzünü sürdüğüm Ali’nin mübarek sakalına bit düşmüş idi. Sıcak mı sıcak bir rüzigar ki çölden eserken, iki göz yoksul evlerinin önüne çıkmışlar, Ali, Fatıma Anamızın, niyaza varalım, mübarek dizlerine başını koymuş idi. Fatıma anamız al kınalı parmaklarıyla bir yandan mübarek saçlarını karıştırırken, öbür yandan sakallarındaki bitleri kırmaktaydı. Birden gökten bir nida geldi; “Medet ya Ali, Muhammed zordadır.” Ali göz açıp kapayıncaya Muhammed’in kapısında bitti, baktı ki sarığı elmaslarla süslü biri Muhammed’in karşısında iki gözü iki çeşme. Muhammed eyitti: “Ya Ali, huzurumuza gelmiş, kapımıza düşmüş Hind ü Çin hükümdarıdır. Der ki oğlu rüyalanıp küffar Antokia prensesine del’ olmuş. Kırk gemi açılıp gelmişler. Küffar basmış, oğlan ve yiğitleri deryada balık olmuş. Hünkar iki gözü iki çeşme, medet varsa sendendir; de gayrı.” Ali kanatlandı, ummana vardı; Ali’yi gören küffar da ummana kadem bastı. Bismişah deyüben Ali çekti Zülfikarı, Zülfikar uzadı kırk arşın oldu, kırk arşın göğü tuttu, küffar kaçacak delik aradı göklerde. Her bir parmağı bir çeşme, Ali mübarek baş parmağını ummana daldırdı, çekti aldı oğlancağızı deryadan; şehadet parmağını daldırdı ummanı yara, çekti aldı kırk yiğidin onunu, orta parmağını daldırdı, onunu daha aldı; Fatıma Anamızın mübarek yüzüğünün takılı olduğu parmağını daldırdı; kırk yiğit tamam oldu. Kırk yiğidin kırkını serçe parmağına kondurdu, getirdi Hind hükümdarının önüne ağdırdı. Hind hükümdarı Ali’nin mübarek sakalına niyaza durdu. Ali gözden ıradı. Fatıma Anamız bitleri kırar iken gördü kü babacığı uzaktan gelir; Ali de gördü Muhammed’i utandı, doğrulmak diledi. Muhammed geldi, oturttu Ali’yi, dedi: “Ya Ali, iki dünyanın uğruna yaratıldığı, gözümün nuru Fatımamın dizinde yatar görmeyeydim seni, Hind hükümdarının önüne kırk yiğidi koyan Kelimullah değilse kimdir diye şirke düşerdim. Gördüm amma şirkten bizden uzak olsun, serçe parmağından akan su nedir? Ummanın suyu değilse?” Fatıma anamız baktı, evin önünde bir çörten belirmiş, akmakta şırıl şırıl. Eğilip içmek diledi. Ali, “dur, ya evimin direği, içme” dedi. “Çünkü tuzludur o su; ağzında çıkan yarayı dağlar.” Fatima anamız durdu; “Ya Ali ağzımda çıkan yarayı nereden bilirsin” dedi. Muhammed eyitti: “Ali ne bilirse senden bilir Ya Fatıma, seni senden bilmekten gayrı bilmek nedir ki” Ali omuz kırdı, baş kesti, Muhammed’in mübarek dizine vardı; Ali’yi kaldırdı Muhammed, Fatima’ya vardılar: biri bir yanağından buse aldı, diğeri öteki yanağından. Bir çörten iki oldu. Derler ki o vakit bu vakit, o iki çörtenin suyu kesilmez imiş amma öyle tuzlu öyle tuzlu ki içilmez imiş; kökü ummanda.”

Pek asimile olmuş bir dil değil mi, hepsi masal, hepsi yalan dolan…Almanya’da fırdolayı gezen çocuğa, bilmem hangi kolejde okuyana, bilmem kaç MA, kaç MS yapana ne ifade eder? Eder mi? Dedeler güncellensin, değil mi? Artık bize böyle saçma sapan masallar anlatmasınlar değil mi?

Deklarasyoncuların sorunu Alevi toplulukların sorunudur. Masal deyip dinlediğine, dinlediğinden hareketle masal der, dudak büker; dinleyişini görmez; dedenin anlattığını duyar; anlatışını görmez. İşte kaybolan budur. Herkes şikayet ediyor; yok efendim Zülfikar kırk arşın uzuyormuş diye. Hiç kimsenin aklına gelmiyor, Zülfikar’ı kırk arşın uzatan dilin yarattığı mucize, o büyülü dilin. En başta dedeler yitirdi o dili. O dil yittikçe, masalın, büyünün içindeki öne çıktı, artık inanılmaz, çağdışılıklar oluverdi. Batıl oldu, gözden düştü. Ve sanılıyor ki masalın yerine bilim ve akıl geçtikçe sorun hallolacak ama kimse sormuyor kendine, o zaman dedeye ne hacet? En büyük dede Tesla olsun, Einstein filan olsun, Oppenhemier olsun, olsun da olsun! Hayat bir matematik mi, Arf hocamız dedemiz olsun! Arf Hocamızın dedemiz olduğu yerde Tacim Dedem kim ola, Al Dedem kaç okka çeke? Mamo dedemin göğsüne sığmayan sıkışmış sesi, kime ne söyleye? Hasılı kelam, demem o ki, evet bizim yeni bir dile ihtiyacımız var; o çok eski mitik dilimize ihtiyacımız var; malzememiz çağdaş olsun, olsun, ne şüphe ama o çağdaş malzemeyi götürüp mitik köklerimize bağlayacak bir dile ihtiyacımız var; aklın ya da bilimin dilini erkana sokuşturmaya değil! Adı üstünde erkan o, din, cem…üniversite anfisi değil. Bu mitik dile ihtiyacınız yok mu? Öyleyse Aleviliğe de yok, ha gayret, eşitliğe de yok, ha gayret, cana da yok; ölü-yaşarlığınızla yolunuz açık olsun!

Ölü-yaşarların Hızır’a ihtiyacı var mıdır? Son kez: “Hızır’la ilgili Cem ve ritüeller, doğayı ve insanı birbirinden ayırmadan güçlendiren ve insanlık için bereket yaratan düşüncemizdir. Hızır; hayat takvimimizde canlılığı başlatan, yoksulların carına yetişen ve “her an her yerde hazır ve nazır” olan yoldaşımızdır. Aleviler Tanrı misyonunu Hızır’a yüklemişlerdir. Hızır’la ilgili erkân ve uygulamalara dikkat çekilmesi, geliştirilmesi, hatırlanması ve yabancı inanç unsurlarından ayıklanması için çaba gösterilmelidir.” Hangisi yabancı değil, hangisini ayıklayalım? Biz kimiz ki bize yabancı olan nedir? Alevilerin Tanrı misyonunu Hızır’a yüklediğine ilişkin herhangi bir kayıt görmedim, duymadım ömrümde. Yoksulun carına yetişmesi, onu tanrı misyonuyla mı donatır, ya Tanrı misyonu dediğiniz şey sizi tam da kutsalın toprağına gömmez mi?

Son söz: Deklarasyoncular kutsalsız bir kutsalın inşası peşinde! Yeni Türkiye’nin yeni dindarlığının ruhuna uygun bir kutsalsız kutsallık: Kutsal olsun, olsun ama benim işime karışmasın, beni durdurmasın, beni utandırmasın, beni kınamasın, yüzümü kızartmasın, beni cezalandırmasın…Tüm bunları zaten dünyanın düzeni yapmıyor mu, bir de o yapmasın. Dünyanın düzeniyle yine dünya düzenin araçlarıyla başa çıkıyorum nasılsa, gemim yürüyor, kutsal önümü kesmesin! Yaşasın yeni dünya düzeni, yaşasın yeni dindarlık!

Artık duralım, bitiriyoruz efendim, inanılması zor geliyor ama bitiriyoruz; on olsun, son olsun!

EN SON EKLENENLER