Bir deklare ettim ki dönemem! -VIII- “UÇTU UÇTU”

AYHAN YALÇINKAYA

Artık bu kadim Alevilik diye takdim edilen ultra-modern dinin özelliklerine bakabiliriz haldeyiz sanırım. Ama hala bir borcum var: Bundan önceki iki alt bölümün (VI. ve VII. Alt bölümlerin) başlığı hatırlanırsa, bu yeni din ihdasını “şapkadan tavşan çıkarma” olarak ifade etmiştim. Şapkadan tavşan çıkarma ya da gözbağcılık dediğimiz zanaatın esasını, her ne kadar bu zanaat üzerine cahil cahil konuşuyor olsam da, en azından iki esasını işaret edebiliriz: Bunlardan ilki, zanaatın icrası sürecinde, özellikle sonuç evresine gelinceye değin izlenen protokollerle izleyicinin dikkatini sürekli dağınık tutulması, izleyicinin zaanatkarın el becerilerine ve proseslerine odaklanmasının mutlaka önüne geçilmesi ve tam zamanında izleyicinin dikkatinin zanaatkarlığın ürettiği sonucu görmesinin sağlanmasıdır. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de şapkadan tavşan çıkarma işiyle uğraşıyorsanız, o an gelinceye, yani tavşanın şapkadan çıkacağı an gelinceye kadar, izleyiciye birçok yan ürün ve el becerisi sergilenir. Dolayısıyla izleyici hem zanaatkarın el becerisi karşısında öncelikle zanaatkarlığını takdirle sonuca hazırlanır, hem de ne ölçüde doğru bir zamanlamayla beceriye odaklanırsa, o tavşanın şapkadan nasıl çıktığına odaklanarak, kendisine o şapkaya nasıl girdiği sorusunu sormaması sağlanır. Gözbağcılığın ikinci özelliği, zanaatkarın kendi becerisine seyirciyi iman ettirmesi, ilgili becerinin, kendisi dışında hiçbir referansa bağlanmamasıdır. Zanaatkarın becerisi dışında herhangi bir referansa bağlanan bir icraat artık gözbağcılık olmaktan çıkar. Örneğin, izleyici olarak yolu yordamınca o tavşanın o şapkaya nasıl girdiğine ve nasıl çıkarıldığına ilişkin teknik bilgiye ve sürece hakimseniz sizin için artık tavşan çıkarma oyununun hiçbir inandırıcılığı, hiçbir eğlencesi kalmamıştır. İnanabilmeniz ve eğlenebilmeniz için zanaatkara inanacaksınız öncelikle. İşte deklarasyoncuların Alevilere yaptığı ve Alevilerden beklediği de budur. Hiçbir başka referansa başvurmaksızın kendilerine inanılmasını, hiçbir keramet göstermeden kendi dediklerinin hakikat sayılmasını, hiçbir bilgi kaynağına ve deneyimleme aracına ve yoluna başvurmaksızın doğruluklarının onaylanmasını bekliyorlar. Bunu sağlayabilmek için de yeni dinin, saman desen samana haksızlık olur, saman tadındaki kimi özellikleriyle izleyicilerinin dikkatini şapkadan ve tavşandan uzak tutmaya, ellerinin nasıl işlediğini görmemelerini sağlamaya çalışıyorlar. Bunu görmeyelim, kendilerine iman edelim yeter; hatta öyle yeter ki bu iman tam olduktan gayrı, dilersek şapkadan çıkan o tavşanı kesip yememize de izin verecek gibi duruyorlar. Öyle ya, Aleviliğin dogmaları yokmuş, deklarasyonculara göre.

İşte buradan artık bu yeni dinin son karakteristiğine girebiliriz. Deklarasyoncular şunu deklare ediyorlar: “Evrendeki her şeyin (inançlar dahil) kemale ermesi için; değişimini, ilerleyişini, döngüsünü kabul eder. Aklidir, doğmayı ret eder. Alevilikte Devriye inancı vardır. Yani Ahiret (Cennet-Cehennem) olgusunu kabul etmez. Ölüm yoktur don değiştirme, devr-i daim vardır.” Önce küçük ayrık otlarını temizleyelim, sonra daha esaslı bir hususa dikkat çekeyim: Aleviliğin dogmalarının olmadığı da nereden çıkıyor? Hangi Alevilik bilgisinden ya da deneyiminden çekip aldınız bunu acaba? Hemen yukarıdaki örnek hakkında ne dersiniz: Aleviler tavşan yemez! Bu bir dogma sayılabilir mi acaba? Bir tabu? Tavşanı yememekle kalmaz, bu konuda sizin gözünüzle, pek de bilimsel ve akli olmayan inanışları da vardır. Örneğin bir tarladan tavşan geçerse, o tarlada ben diyeyim yedi yıl, sen de kırk yıl ot bitmez! Yolda yürürken tavşana rastlarsan, vay ki vayyy…Bu ve benzeri inançlar sizce neyin nesi? Bunu da mı sözüm ona İslam’ın ta kendisi saydığınız Ortodokslar soktu Aleviliğe acaba? Olamaz, çünkü onlar tavşanı afiyetle yer; tarladan tavşan geçti diye, o tarlaya da kimse küsmez! Tavşanın yenmemesini açıklayan birçok hikaye vardır Alevilerde; bu hikayelerin elbette akli bir temeli bulunabilir; dikkat hikayelerin diyorum; hikayelerin bize söylemeye çalıştığı şey, elbette akli olarak ifade edilebilir ve hatta kaba materyalist bir anlayışla, tavşan yenmemesinin çeşitli sosyo-ekonomik temellerini bile işaretlememiz mümkündür ama buna karşın, o dogma yerli yerindedir! En okumuşundan en okumamışına kadar, ben hiç tavşan yiyen, bunu da gönül rahatlığıyla ifade eden bir Alevi görmedim; benim eksikliğim ama örneğin Sünnilerle ortak yeme yasağı olan domuzu yiyenler, gönül rahatlığıyla da ifade edenler vardır, bunu sizler de benim kadar biliyorsunuz! Hadi buyurun, aklınız rehber olsun size ve tavşana ilişkin bu güçlü dogmatik inancın bir dogma olmadığını gösterin bize! Bu örneği beğenmedinizse, kendi cümlenizdeki örneği açıklayın: devriye inancını. Öncelikle küçük bir müdahalede bulunalım; devriyeye inanmak cennet-cehennemin varlığını otomatik olarak yadsımaya yol açmaz. Devriye bir yolculuk ise, yolcunun yolu pekala da cennet ve cehennemden de geçebilir; ne engel var? Bu bakımdan, devriye inanıyorlar diye Alevilerin cennet-cehennemi kabul etmediği sonucu çıkmaz. Oysa, bence de Alevi topluluklar cennet ve cehennemi kabul etmez; ama dikkat bir mekan olarak kabul etmez. Yani dünyanın üstünde-dışında-ötesinde böylesi yer-leştirilmiş bir mekan olarak cennet ve cehennemi kabul etmezler. Bu bakımdan bir itiraz yöneltilecekse Alevi toplulukların ya da Aleviliğin mekan algısına bakmak gerekir ve mekanla kopmaz bağlarla bağlı zaman anlayışına. Zaman anlayışının döngüsel olduğunu söylemek boş sözdür; zamanın döngüselliği mekansallıktan türetiliyorsa bir şey ifade etmeye başlar. Alevi için mekan nedir öyleyse? Yer neresidir, yer altı ve yer üstü neresidir? Yedi kat gök, yedi kat yer neresidir? Yer, altı ve üstü ve katları arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu farklılaşma, arkaik kökenleri gözetilerek Alevilik içinde kendisine nasıl dinsel bir çerçeve bulabilmiştir? Bu ve benzeri sorular üzerine deklarasyoncuların bir tek satırını bilmiyorum ben. Ama devriye vardır, cennet-cehennem yoktur demek pek kolay. Aynı şekilde, ölüm yoktur, don değiştirme vardır demek de saçma bir genelleme ve indirgemecilikten başka bir şey değildir. Gerek devriye, gerek don değiştirme Alevilik içinde ne zaman ortaya çıkmıştır acaba? Her şey, iddia ettiğiniz gibi, inançlar da, sürekli ilerleyip değişiyorsa, bunun açık anlamı tüm bunların bir tarihinin olduğudur. Yani don değiştirmenin Alevi inançlar repertuavarına ne zaman girdiğinin pekalada izini sürebiliriz. Bu izi sürdüğümüz ölçüde de, örneğin bir Alevi toplulukta, tarihinden bugüne don değiştirme inancına rastlayamazsanız, ne diyeceksiniz? Elinizde tek bir seçenek kalır: “Aaaa, bunlar Alevi değilmiş” ya da “aaa, bunlar da pek asimile olmuşlar canım”…Bu mudur?

Şimdi geliyoruz daha önemli bir hususa. Madem ki inançlar dahil, her şey değişiyor, ilerliyor, sözüm ona kendi kemaleti her neyse, kemaletine doğru hızla koşuyor; öyleyse bazı şeyleri bize açıklamak zorundasınız:

  1. Buradaki yaklaşım, özellikle kemalet vurgusu, apaçık teleolojik bir vurgu değil mi? Değil diyene:
  2. Değil ise, değişim ve ilerlemenin hangi anını kemalet anı olarak işaretliyorsunuz acaba ve bunu nasıl ölçüyorsunuz?
  3. Kemaletin işaretlendiği an, hareketin sürekliliği vurgunuz karşısında, sadece işaretleyenin kendi kerametiyle menkul dogmatik bir yaklaşımın tam da kendisi değil mi?
  4. Teleolojik yaklaşım özellikle Ortodoks dinlerin can simidir; örneğin günümüzde süren evrim teorisi tartışmalarına bakın. Hem sözüm ona bilimden, akıldan söz edip hem telosa sığınmayı nereye, nasıl sığdırmamız gerekiyor?

Şimdi gelelim şu aklilik meselesine. Öncelikle kendi durduğum yerden, hiçbir dinin aklilik ile donatılamayacağını, buna indirgenemeyeceğini, akıl ile eşitlenemeyeceğini kabul ettiğimi belirtmeliyim. Eğer bir din tümüyle akli ise, bunun açık anlamı akli bir diğer etkinlikle, örneğin felsefeyle ve bilimle hiçbir farkının olmadığıdır ki eh, deklarasyoncular da ısrarla bunun bir felsefe olduğunu, bilimsel olduğunu iddia edip duruyorlar zaten ama bu iddia şu temel soruyu yanıtlamayı zorunlu kılar:

Eğer Alevilik tümüyle akli ve bilimsel ise, eğer Alevilik bir felsefe ve bilime uygun bir inançlar toplamı ise, sizin Aleviliğe ihtiyacınız nereden kaynaklanıyor? Hayatta karşılaştığınız her sorunun yanıtını felsefe ve bilim size sağlıyorsa, tersinden, ihtiyaç duyduğunuz her soruyu felsefe ve bilim üretebiliyorsa, Alevilik dediğiniz inanca niçin ihtiyacınız var? Devamla, Alevilik ile felsefe ve bilim arasındaki fark, nereden, nasıl işaretlenecek? Bu özdeşleştirici yaklaşım, bilimi ya da felsefeyi en kötü haliyle din haline getirir ama asla dini, felsefe ya da bilim yapmaz!

Daha önemli bir husus: Hiçbir inanç ya da din (siz, benim din dediğime inanç dediğiniz için, zorunlu olarak ikisini de kullanıyorum) yalnızca akli ya da bilimsel ya da felsefi temeller üzerinde hayatını sürdüremez. Çünkü bunlar, demin de söylediğim gibi, kolayca başka pratikler tarafından yerinden edilir. Her dinin bu bakımdan (size ne kadar sözüm ona bilimsel ve akli bir gözle ya da Ortodoks dinlerin bakışıyla öyle gelmiyor olsa da) dogmaları, doksaları vardır. Bunların en temel işlevi de belirli sınırları mutlak olarak işaretlemek; örneğin belli alanları, nesneleri, kişileri mutlak dokunulmaz kılmak ya da tersinden, belirli etkinlikler için mutlaka onlarla temasa gelmeyi zorlamaktır. Bu sınırlar olmaksızın uzay boşluğuna savrulmuş gibi hayatımızı sürdüremeyiz. Hele akla dayanarak hiç sürdüremeyiz. Eğer salt akla ve bilime dayanacaksak, intihar edelim, hadi, hep beraber! Çünkü akli olan açıkça dünyanın sonunun geldiğini söylüyor bize; akli olan içinde yaşadığımız hayatın beş kuruş etmediğini söylüyor; akli olan hayatımızın her alanının artık yalan dolan, ikiyüzlülük, kendimizi ve karşımızdakini aldatmayla örülü olduğunu söylüyor; akli olan örneğin bu ülkede çocuklarımızın elli yıllık geleceklerinin karardığını söylüyor; hadi hep beraber intihar edelim, hep beraber Finlandiya’ya göç edemeyeceğimize göre? Hepimizin cebinde Almanya pasaportu olmadığına göre; hadi intihar edelim!

Daha seküler dünyadan örnek vereyim. Diyelim ki ben Marksistim ve bir bilim olarak Marksizm, açıkça aklen pek kötümser bir bilimdir. Kötümserlik makinası gibi çalışır. Örneğin bir yandan bu lanet olası kapitalizmin sürekli krizlerle boğuşmak zorunda olduğunu, bunun kendi yapısından kaynaklandığını, hiç de arızi olmadığını söyler ama aynı anda, aynı lanet kapitalizmin bu krizleri atlatma mekanizmalarına sahip olduğunu ya da yeni yordamlar geliştirebileceğini de gösterir: Kapitalizm, grip virüsü gibidir. Siz, yeni bir anti-viral aşı geliştirirsiniz, o kendini o aşıya göre şekillendirir. Bu durumda kapitalizmin sonsuza kadar süreceğini kesinlikle söyleyebiliriz! Marksizm bunu mu söylüyor peki? Elbette hayır. Hayır, çünkü bu lanet olası kapitalizmin ana bileşenleri, kapitalizmin kendi bünyesinde yarattığı, var olabilmek için zorunlu olarak yarattığı düşmanlarının varlığını da aynı Marksist akıl gösteriyor bize. Dolayısıyla kapitalizmin sürüp sürmeyeceği salt burjuvazinin ya da kapitalist ekonominin kendi işleyiş kurallarının keyfine kalmamış! Gün olur, birisi (bu birisi elbette “birisi” değil) gelir ve bu devasa kapitalizm makinasının hangi vidasına tık derse, makinanın duruvereceğini gösterir! Ama tık diyecek olan biziz. Öyleyse, akli olan ne kadar kötümserlik üretirse üretsin, bir başka şey, iradi olan da o kadar iyimserliğe mahkumdur; dümdüz söylüyorum: Dogmatik bir iyimserliğe! Dogmatik bir iyimserliğimin olması, inançlı bir Marksist olduğumu gösterir ama Marksizmin bir inanç ya da din olduğunu göstermez! Marksizm, elbette bir bilimdir! Sanırım yeterince açık oldu.

Sonuç olarak dogma, doksa ya da isterseniz inak ve sanı diyelim, bunlara “kafadan” düşmanlık tam da “akli olanın” inkarından öte değildir ve insanı gerçekten de kopkoyu bir dogmatizme, dahası okültizme, yani gizliciliğe ve en kötüsü karanlıkçılığa (obskürantizm) götürür! Bu da ancak, bizi, yapsa yapsa “Ormanın peygamberi” yapar; müritlerini ardına takıp denizin başladığı yerde, bir baş dönmesiyle, ormanın kıyısından, deniz denen büyük boşluğa düşmeye; dünya düz olduğu için!

Deklarasyoncuların “ALEVİ-KIZILBAŞ-BEKTAŞİ İNANCI” başlığı altında söylediklerinin temel esası da bundan ibarettir zaten; düz bir dünyanın kenar çizgisinden boşluğa atlamaya çağrıdır bu ve çağrının adı bile sorunludur. Deklarasyonculara göre, “İnancımızın adı; Alevilik-Kızılbaşlık-Bektaşiliktir. Yaşadığımız topraklarda adımız; Alevi, Kızılbaş, Işık insanı, Ehli Hak, Şabak, Kakai, Yaresan, Aliilahi, Arap Alevisi, Torlak, Kalenderi, Haydari, Abdal, Tahtacı, Çepni, Bektaşi, Çelebi olarak anılmaktadır.” Şimdi ben anlamadım; biraz kavrayışım kıt: İnancınızın adı olan Alevi-Kızılbaş-Bektaşi adı söylediğiniz gibi, sizin “yaşadığınız topraklardaki adınız” ise, neden bu inancın adı, SİZİN YAŞADIĞINIZ TOPRAKLARA göre adlanıyor efendim? Neden örneğin başlığınız şu şekilde değil: “ŞABAK-TORLAK-ÇEPNİ İNANCI”? Sizin yaşadığınız yer, dünyanın, özür, özür efendim, kadim Aleviliğin merkezi mi? Bunun Mr. Google ve Hititlerle veeee, elbette Çorumla bir ilgisi var mı? Ne de olsa dünyanın merkezi orasıymış, hem de tam Hattuşa, Boğazkale ilçesi yani efendim!:))))) Şaka bir yana, gerçekten, neden ölçü sizin yaşadığınız yer, madem ki evrensel, kadim bir Alevilik var? Devamla, belli tarih içinde farklı farklı isimlerle anılmış ya da farklı isimler almışsınız; evrensel ve kadim ve öz bir inancı tarihsel bir isimle nasıl adlandırabilirsiniz ki? Hangi tarihsel ismi seçerseniz seçin evrensel olan o ismi kusacaktır. Buradan çıkış yok. Belki en kadim olduğunu düşündüğünüz ismi almalısınız ki Alevilik ismi o kadar da kadim değil, değil mi ama? Kendisi kadim olsa da? Azıcık tutarlılık beklemeye hakkımız yok mu? Üzücü bir noktayı da işaretle bu isim bahsinden çıkalım: Arap Alevisi diye bir adınız olduğundan söz ediyorsunuz. Kim bunlar? Ben hiç duymadım böyle bir topluluğun varlığı? Hiçbir topluluğu, hiçbir ismi etnik vasfıyla işaretleme gereği duymazken, söz konusu olan Arap topluluklar olunca, neden kendi Türklüğünüzü merkeze koyup Arap Alevisi demek zorunda kalıyorsunuz? Bu apaçık en hafif tabiriyle milliyetçiliktir; en kötüsünden milliyetçilik, en kötüsünden ulus-merkezcilik, etno-santrizm bile diyemiyorum! Durum anlaşılsın, örnek verelim: Aynı cümle içinde geçen Şabaklar kimdir? Kakailer? Yaresanlar, Aliillahiciler? Bunlar, Kürt, Fars ya da İrani, Türkmen değil mi? Neden bunlara İrani Alevi, Kürt Alevisi, Türkmen Alevisi demiyorsunuz da sıra Araplara geldi mi, birden bire Arap toplulukların Arap olduğu hatırlanıveriyor? Bektaşi diyorsunuz ya, sizin Bektaşi dediğiniz esasta Babagan örgütlenmesinin nitelemesidir; bunlar için örneğin Arnavut Alevisi demeyi uygun bulur musunuz? Çelebi örgütlenmesi için de Türk Alevisi; ya da Arnavut Bektaşiliği-Türk Bektaşiliği ayrımına ne dersiniz: saçma olur değil mi? Bu ne kadar saçma ise Arap Alevisi adlandırması da o kadar saçmadır ve milliyetçiliğin itirafıdır! Arap Alevisi dediğiniz topluluklar kendilerini Alevilikten gayrı bir adla nitelemiyor; kimileri, Türk ve diğer topluluklarda kimileyin Nusayri sözü küfür olarak kullanılabildiği için (Kızılbaş gibi) tepki olarak Nusayri adlandırmasını seçiyor ya da tam tersine, doğru bir tutumla ona sahip çıkıyor ve Nusayri diyor ama üst şemsiye Aleviliktir. Tıpkı Bir Tahtacının Tahtacılığı nasıl Alevilik içinde bir balık gibiyse, Nusayrinin Nusayriliği de Alevilik içinde bir başka balıktır. Öylese Araplığa bağlamayı neden seçtiniz! Üstelik üç satır önce ve sonra sonra yetmişiki milleti bir nazarla görmekten söz ederken?

Bu bapta son olarak, bu inancın, deklarasyonculara göre, iki temel özelliği olduğu iddiasına değinebiliriz. Yukarıda üzerinde durduğumuz cümleleri şöyle devam ediyor: “İbadet yerimiz; Cemevidir. İbadetimiz şeklimiz; Cem ve Semahtır.” Bu cümlenin tamamı yanlıştır. Öncelikle, bu cümle “Alevi-Kızılbaş-Bektaşi İnancı” başlığı altında, yani doğrudan inancın temel nitelikleri arasında yer verilen bir cümledir. Daha açıkçası şudur: Bir dinin teolojik karakteri olarak sunulmaktadır. Aleviliğe ister inanç deyin, ister din deyin; cemevi diye bir ibadethanesi, cem ve semah diye bir ibadet şekli yoktur! (Bu arada din olmayan bir inancın, neden bir ibadethanesi ve bir ibadeti var sorusundaki hinliği de kendilerine armağan etmiş olalım.) Biraz açayım, bir kez daha açayımJ ve umarım son olur:

Alevilik dediğimiz din tüm dünyayı (dünyayı lütfen yer’e ya da Dünya’ya indirgemeyin)   bir “meydan” olarak görür. Bu meydandaki tüm geliş-gidişlerimiz basit ifadesiyle Alevilerin ibadetidir. Yani onların abdesti alınmış, namazı kılınmıştır ve tam da bu sayede meydana salınmışlardır: “Hadi bakalım, abdest alıp namaz kılmak kolay, meydanda erlik görelim ki erlik erkeklik değildir.” Herkes, meydan içinde seyran içredir; seyreder-seyredilir; duyulur-duyar; görülür-görür; konuşur-konuşturur-konuşulur; eyler-eyletir-eylenir; bir nice haldir bu vakit tamama erer, gün döner vakt irişir; bahardan giren bahardan çıkar; kardan kara eylenir; kar da kirlenir; o vakt iriştiğinde meydan içinde herkes yorulur, kiminde az kiminde çok, herkes kirlenir amma kimse kendi kirini göremez bilemez, ötekinden gayrı, de ki herkes ötekiyle hemdert olmaya yazgılı ki kendi derdini bile; öyleyse hele meydan açıla, cümle canlar diz kırıp otura, kim kimin ne kirini gördü, kim kimin sözünden, nefesinden, soluğundan incindi, kim kimin kokusunu duydu kaçtı; sofra açıla; erlik de namertlik de saçıla! Saçıla ki vakit tazelensin; bahar “gül parmağını” “tan yeri atanda/Van’da” bitmiş olanı kovmaya, gelmekte olanı selamlamaya şöyle bir sallasın! Dünya hele bir yeniden dönsün; zaman gitsin, vakit gelsin; yer gitsin, yeksan gelsin! (Yeksan sözcüğü böyle kullanılmaz ama neyleyim, uydurdum gitti). Bu meydan nerede açılır peki? Üç can bir cem diye boşa dememişler; neredeyse orada. Bir kere meydan açıldı mı, orası cem evidir; yani cemevi neresidir: meydanın açıldığı yer! Tüm dünya cemevidir ve o cemevine yalnızca rızalık bahçesinin güllerini deren girer amma biz sıradan insanlarız; incinir-incitiriz; yalnızca ölülerin ve kutb-u kemalatın incitmediğini biliriz; lakin ölüler ve kutuplar bizi bilir, biz onları bilmeyiz; ölüyüm diye ortaya çıkan ancak diri ola; insan-ı kamilim diyen ham ervah! Öyleyse, o rızalık gülünü dermesek de dermeye irfan meydandan ola! Buyurun meydana! Tekrar soralım: meydan neresi? Meydan evi neresi? Cem neredeyse orası! Alevinin bir ibadethanesi yoktur; o ibadethanesini kendi gönlünde taşır ve o gönül nerede taşarsa, orası meydan evi olur; cemevinde, meydanda yapılan da ibadet değildir; bir ibadet olan yaşamanın temize çekilmesidir! Kim bir insanın ömrünü temize çekebilir ki onu kuşatandan gayrı ve dahi bir insanı kuşatan, yalnızca bir başka insan mıdır? Eğer ki öyledir, nice koç kurbanın kınalı boynuzlarına secdeye durula?

Saçmalıyorum, değil mi? Bütün Alevi topluluklar cemevi bizim ibadethanemiz, cem de ibadetimiz derken? Saçmalamıyorum: Cemevinin varlığı, anlamı ve bunun politik ifadelendirilişi, politik bir talebe dönüştürülmesi ile inancın karakteristik unsurları birbirine indirgenmemeli. Evet, cemevi Alevilerin ibadethanesidir ve Türkiye Cumhuriyeti mevcut örgütsel yapısı içinde (doğru ya da yanlış) bunu kabullenmek zorundadır: Bakın, tanımak demiyorum; Aleviler açısından tanısa ne olur, tanımasa ne olur (her ne kadar çoğu Alevi bu ikisi arasındaki farkı kaybetmiş olsa da); kabullenmek ve kayda geçirmek zorundadır: Varken yok sayamaz! Ancak bir dinin temel özellikleri dar politik taleplerle şekillenmez (elbette ondan beslenir, etkilenir ki bunun en büyük örneği de yine Alevi topluluklardır).

Ortodoks hükümranlar  Alevilerin son derece politik ve yerinde olan taleplerini teolojik bir zemine kaydırarak ya reddetmeye, ya içini boşaltmaya ya da onlar üzerinden kendi tarikatlarına yeni devlet kapıları açmaya uğraşıyorlar; bunu teolojik bir zemine kaydırarak yapıyorlar. (Örneğin bkz. Son Danıştay kararı.) Öyleyse Alevi toplulukların kendi taleplerini bu gündelik siyasal işleyiş içinde politik olanla sınırlı tutmak, devletin elini kendi teolojik dünyalarından uzak tutmak gibi bir görevi var demektir. Bu durumda, Alevi topluluklar politik taleplerine göre, kendi inançlarının temel karakteristiklerini şekillendirmemelidir. İşte deklarasyoncular tam da bunu yapıyor; cemevi meselesini inançlarının göbeğine gömerek! Hele hele, cemin bir bileşeni olan semahı, cemin diğer bileşenlerinden kopararak ve ayırarak cemle birlikte ibadet diye özgülleştirme girişiminin hiçbir açıklaması olamaz; o zaman ben de buyuruyorum efendim; üçleme-beşleme-yedileme de cemle birlikte benim ibadetimdir; öteki de buyursun; mersiye ve cem benim ibadetimdir, diğeri gelsin; birleme ve cem benim ibadetimdir….Semah, cemin kendisiyle anılamaz ve ona indirgenemez; bu ancak günümüz folklorik-turistik ve popülist tv şovlarının işidir; Alevilerin değil. Ama belli ki deklarasyoncuların cemin bütünlüklü ağırlığı gözetildiğinde, cemin bu ağırlığı ve bütünlüğü karşısında, kendi müminlerine vermek zorunda hissettikleri çok yalın, çok sade olduğuna inandıkları, sembolik değeri yüksek bir ibadet biçimine ihtiyaçları var ki o da semah işte. Peki neden semah? Eğer ibadeti bedenin çeşitli hareketlerinin bir bileşeni olarak görürseniz (tıpkı Sünnilerin vakit namaz hareketleri gibi) elbette dönüp bakacağınız yer bedensel devinimin çığırından çıktığı semah olacaktır! Ama kazanan siz misiniz? Hayır. Bedensel hareket ile ibadet arasında doğrusal bir ilişki kuran ortodoksi. Oysa Aleviler, “dönüyordu” değil mi?

Hadi tüm bunlar bir yana, gerçekten, önemi yok diyelim: Madem ki inancınızın ibadethanesi cemevi, ibadeti cem ve semahtır; öyleyse siz daha baştan sizin gibi bir ibadethaneye, sizin gibi bir ibadete sahip olmayan cümle Alevileri, çoktan Alevilik dışına attınız? O zaman neden onların da adını sayıyorsunuz ki, bize şöyle böyle derler diye? Basit örnek: Arap Alevileri dediğiniz toplulukta cem diye bir ibadet, cemevi diye bir ibadethane var mı sahi? Arap Alevilerinin cemevi gibi bir talebi olduğunu hiç duymadım. Siz biliyorsanız, öğrenmekten müthiş bir sevinç duyacağıma emin olabilirsiniz. Demem o ki inanç dediğiniz dinin sınırlarını politik talepleri teolojik hale getirerek çizmeye kalkarsanız, en başta bazı Alevi toplulukları da Aleviliğin dışına atmış olursunuz, bilmem farkında mısınız? Yani daha baştan Aleviliği belirli topluluklara, sizin tabirinizle söyleyeyim, “tek bir millete” ait kılmış olmuyor musunuz?

Aaa, elbette olmuyorsunuz; gözbağcının ellerine bakmayalım, dediğine bakalım. Deklarasyoncular, bundan sonraki başlıklarıyla Aleviliğin tek bir millete ait olmadığını buyuruyorlar. (Milleti sanırım ulus ya da belki de aynı anlama gelmek üzere, bilemedim doğrusu, etnik topluluk anlamında kullanıyorlar). Özetiyle şunu diyorlar: “Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancı Anadolu ve Mezopotamya kaynaklı olup Balkanlardan, Hindistan’a, Ortadoğu’da ve Alevilerin göç-göçertme sonucu gittiği dünyanın her yerinde hala yaşamaktadır. Hak Yolu olan Aleviliğin yürütülmesinde tarihi ve coğrafyanın özelliklerinden kaynaklı ritüeller farklılık gösterebilmektedir. Alevilikte yol bir, sürek bin birdir, bu nedenle Alevilik yüzyıllardır vardır. Alevilik 72 millete aynı nazarda bakmaktadır. Alevilik her türlü milliyetçiliği reddeder.  Hiç bir inancın ulus kimliği yoktur. Kadim inanç tek millete özgü değildir, Milli bir dili yoktur. Her halk Erkanlarını kendi anadilinde yapmaktadır ve yapmalıdır. Ortak dilimiz Alevi dilidir. Alevilik Osmanlı’da ittihat ve terakki ile başlayan ve cumhuriyet dönemi ile devam eden milliyetçi bir kimlikle anılmaya çalışılmıştır. Halklar ve inançlar arasında bir çatışma yaratılmak istenmiştir.”

Bundan sonra yazıp çizdikleri bildiğimiz içi boş sloganik sözler ki normalde içi dolu olan slogan olur ya, o da ayrı mesele. Bu yazıyı biraz uzatma pahasına da olsa, bu meseleye de son bir kez değinmek istiyorum. Alevilerin yetmişiki milleti bir nazarla görmek ya da yetmişiki millete bir nazarla bakmak biçiminde ifade edilen temel ilkesel yaklaşımı, günümüzde en çok kuşa çevrilen, içi boşalan, aslında hiç mi hiç kıymet-i harbiyesi kalmamış, yeniden yaşatılmaya ve örgütlenmeye muhtaç temel ilkedir. Hangi Aleviye sorsanız size, bir övünç vesilesi olarak bunu söyler. Hatta öyle ki yeminli Kürt düşmanı olanlar ve bu düşmanlığını apaçık gösterenler, her tür milliyetçilikle koyun koyuna yatanlar bile bunu söyleyiverir! Dahası, hadi onları geçtik, Kürtleri de; hele Arap düşmanlığı, hele Arap düşmanlığı…Aleviler içinde de Araplığa ilişkin inanılmaz bir düşmanlık vardır; kimse kimseyi kandırmasın. Arap yemeklerinden, yemek yeme biçimlerine, yaşama tarzlarına karşı, sanki Arap diye yekpare bir etnik topluluk ve kültür varmış gibi, bütün Atatürkçü ezberler seferber edilir. “Efendim Araplar bizi arkadan vurdu”dan girer ama “onlar da yemeklerini elleriyle yiyor”dan çıkar. Dahası var: Bal gibi Türk ve bal gibi de Alevi toplulukların kendi içlerinde bile çeşitli biricikleştirme stratejileriyle bariz bir düşmanlık işlemekte, işletilmektedir. Örneğin Kırşehir’in Abdallarını bir düşünün! Özetle, Alevilerin birbirini kandırması bizi ilgilendirmeyebilir ama yetmişiki milleti bir nazarla görüyoruz diye, ultra-modern Alevilerin herkesi kandırma çabası boşunadır.

Yetmişiki milleti bir nazarla görmek, öncelikle bir görüş meselesi olarak formule edilmemiştir; kimileyin görüş bile devrimci bir adım sayılabilirse de. Şunun gibi: “Kürtlerin varlığını, Arapların varlığını görüyorum ve kabul ediyorum.” İlke bununla sınırlı bir şey söylemiyor. Önce bunu fark etmek gerekir. Devamla, ilke bir onay hakkı  filan da tanımıyor kimseye. Şunun gibi: “Kürtlerin ve Arapların varlığını görüyorum ve onaylıyorum!” Birader, sen kimsin de kimin varlığını onaylıyorsun, Tanrı mısın, devletin noteri mi? Onaylasan ne gam, onaylamasan ne gam! “Öptü beni/ Bunlar ateşli dudaklardır/Körler görmese de yıldızlar vardır dedi.” Bu iki en alt düzeyi bile gözetsek, bugün Alevilerin çoğunluğu bu alt düzeylerden, kimse kusura bakmasın sınıfta kalır. Kaldı ki ilke çok yüksek bir anlayışı ifade ediyor.

Bu ilke görmek-bakmak-fark etmek ve onaylamanın ötesinde öncelikle ve özellikle bir reddiye içeriyor. Yani toplulukların hangi özellikleri taşıdığı, kendini nasıl tanımladığı beni ilgilendirmiyor; toplulukları birbirinden ayıran, bir iktidar ağı içinde birbirine üstün, yine iktidar ağı içinde birbirinden farklı kılan şeyi reddediyorum diyor! Ha keza, aynı ilke, yalnızca topluluklararası ilişkileri değil, topluluk içi ilişkileri de hedef almış oluyor böylece. Yani, topluluklar arasındaki iktidar ilişkileriyle koşullu farklılıkları ve hiyerarşik dizilişleri reddettiğim gibi, topluluk içi iktidar ilişkileriyle koşuluyla hiyerarşik dizilimleri de reddediyorum demiş oluyor. Bunun önemli bir sembolik örneği cemevlerinin özellikle meydan odalarının kapılarının standart dışı ve yaygın insan boyuna göre, çok kısa yapılmasıdır! Kapı, o vasfıyla herkesi, statüsü, sınıfı, boyu posu ne olursa, herkesi eşitler; düzleştirmez, eşitler. Herkes o kapıya, o eşiğe niyaz edecektir; aralarındaki dünyevi yani iktidarla malül fark o kapıda hükmünü yürütemez!

Demek ki yetmişiki milleti bir nazarla görmek, görmek olmadığı gibi, gördüğünü iddia etmek hiç değildir; deklarasyoncuların yaptığı gibi. Zaten olağan bir varoluş formunu sözüm ona kendini iktidar yerine koyduğunu bile fark etmeden, onaylamaya ve sahiplenmeye kalkmak hiç değildir. Dün, topluluklar arasındaki farklılaşma ve hiyerarşik dizilimler din ölçüsü üzerinden yapılıyordu ve Alevilik yetmiş milleti (yani dini) tek nazarda birleştirerek dinin (yani milletin) ayrıştırma hakkını reddetti! Onun tanımayı dayattığı ve bu tanıyış içinde onayladığı üstünlük-aşağılık dayatmasını reddetti! Biz bilmeyiz din diyanetin bir temel anlamı da budur. Demek ki reddiye aktif bir pozisyon almayı şart koşuyor. O halde, bu ilke tam anlamıyla bir eylem ilkesi diyebiliriz: Belirli bir biçimde eylemeyi zorunlu kılıyor. Peki hangi biçimde?

İlkenin esasını toplulukların gerek kendi içinde ve gerekse kendi aralarındaki hiyerarşik dizilimi ve bunu mümkün kılan iktidar ilişkilerini reddetmek oluşturduğuna göre, ilke bugün de olduğu gibi geçerli olabilir. Ancak ilkenin içini dolduran somut durum değişmiştir. Dün sınırları hiyerarşik olarak çizen dindi ve Aleviler bu dinselliği reddediyorlardı; bugünün dini ise, yine Demir Küçükaydın’ın kulaklarını çınlatalım, ulustur. Öyleyse reddedilecek olan öncelikle ulus ve onu mümkün kılan ulus-devletin ta kendisidir; karşı çıkılacak olan odur. Bu ulusun ve ulus devletin sıfatı ne olursa olsun; Türk, Kürt, Arap, Farsi…ne derseniz deyin; ulusun çizdiği sınırlara karşı bir meydan okumadır bu. Ancak bu meydan okuyuş elbette somut tarihten bağımsız değildir. Şunun gibi: Ünlü fıkrayı hatırlayın; Ermeni’yi dövdürmeyecektik fıkrasını, herkes bilir, burada yazmayayım; “ayy aman adam onu Ermeni diye dövüyor, bana ne, ben Aleviyim, Ermenilik, Türklük, Kürtlük nedir ki?” diye gözlerini kapatmak (bugün bal gibi de yapıldığı üzere) bu ilkeyi tarihten kaçırmak, içini boşaltmaktır. Nerede Ermeni olduğu için dövülen bir Ermeni varsa, bir Aleviye düşen, bu ilke gereği, “ben Ermeni nedir bilmem” demek değil, tam tersine, tam orada Ermeni olabilmeyi bilmektir! Hiç kimseden değilse, bunu en iyi Dersimli analarımız atalarımızdan biliyoruz! Bu biliş, istisnalar müstesna, çocuklarımıza içi boş bir kibir ve övünç vesilesi dışında bir şey getirmemiş olsa da. Öyleyse, yetmişiki millete bir nazarla bakmaktan söz eden, önce dönüp nüfus cüzdanına, pasaportuna bakacak! Açıkça söyleyelim: Bu ilke günümüzde, öncelikle ve özellikle tek bir uygulama cümlesine indirgenebilir: “Devlet takıntısından kurtul!” Geçmişine, geleceğine devletin hükmetmesine, düşüncelerini, dinini, yaşamını devletin tekelleştirmesine izin verme! Çünkü gayrı yetmişiki milleti birbirinden ayıran devlettir! Ya deklarasyoncularımız buna ilişkin bir söz söylüyor mu? Elbetteki hayır.

Bu ilkenin aynı zamanda topluluk içi eşitlikçi bir eksen olarak kavranması gerektiği kanısında olduğumu da belirttim. Şimdi de bunu açayım biraz. Somut bir örnek vereyim. Diyelim meydan açtık, sofra döktük, erenleri meydana buyur ettik. Davetlilerimiz arasında, bir milletvekili, zengin mi zengin bir müteahhit, Alevilik çalışan bir profesör, Alevi kökenli ama Alevilikten pek de anlamayan bir kalp cerrahı (sırf demlenmeye gelmiş, duymuş gelmiş, iyi de etmiş), bir ilkokul öğretmeni, o müteahhidin inşaatında çalışan iki amele ve nihayet cemin yapıldığı köyün sıradan kadın ırgat talipleri. Herkese soru: Siz dede olun, rehber olun, gözcü olun, ne olursanız dilediğinizi olun; hadi bakalım, şimdi bu kişileri sırasıyla meydana alın ve oturtun; hangi sırayla, nasıl ve nereye? İşte yetmişiki milleti bir nazarla görüp görmediğinizin anlaşılacağı sırat köprüsü; o eşik, o minder. Gerçekte olanı ben söyleyeyim:

Sıralama ve yerleştirme aşağı yukarı şöyle olacaktır: Milletvekili, dede postunun hemen yanı ve hatta postu dedeyle paylaşır; müteahhit, yüksek ihtimal yüklü bir bağışla gelmiş ya da sofranın tüm maliyetini karşılamış ya da karşılayacaktır, milletvekilinin hemen yanı; kalp cerrahı, dedenin diğer yanı ama posta bulaşmadan; profesör, kalp cerrahının yanı; ilkokul öğretmeni, profesörün yanı ve nihayet dedenin karşısında önce ameleler, sonraki sırada kadın ırgatlar, kapıya yakın yerde. Yetmişiki milleti bir nazarla gören bir tutum var mı burada? Elbette yok. En başta dede sizseniz, eşitsizlikçi olasınız ki farkı fark edip eşitliği kılasınız. Şöyle ki öyle eşitlikçi olacaksınız ki değil milletin vekili, milletin kendisi de gelse o posta sizinle oturamayacak! O postu kıskançlıkla koruyacaksınız ve asla paylaşmayacaksınız. Sonra, bir diziliş de biz yapalım, dede postunun yanına kimseler oturmayacak; ilk sırada ırgat kadınlar alınacak ve hizmet sahiplerinin ardından birinci halka onlar için, ikinci sıra ilkokul öğretmeni alınacak ve dedeyle arasına en az üç beş boşluk bırakılarak dededen daha aşağı seviyede bir sıranın başına oturtulacak. Ardından ameleler alınacak ve öğretmenin başında durduğu halkanın diğer başı onlara ayrılacak. Ardından profesör alınacak ve Alevilik çalıştığı için, olabildiğince dededen en uzağa, bütün meydanı gözleyip izleyebileceği bir dış halkaya yerleştirilecek. Devamla kalp cerrahı alınacak ve olabildiğince yalnız kalıp demlenebileceği sakin bir sıranın sakin bir köşesine terk edilecek ve nihayet milletvekili alınacak ve kapıya, eşiğe en yakın yere oturacak; buyurun size yetmişiki milleti bir nazarla gören bir diziliş örneği!

Yetmişiki milleti bir nazarla görmek, mevcut farklılığı görmezden gelmek ya da görüp onaylamak değil; bir olmayanı bir saymak hiç değil, bir olmayanı birlemek, birlemenin önündeki engeli, yani farklılığı farklığın kendisinin ötesinde üreten iktidar şebekelerinin karşısına geçmek, “bir farklılığın” toplulukların ortak hayatında kendisini kurucu iktidar kılmasının önüne durmak, bir iktidardan gelip bir başka iktidara uçan farklılığın vurup kanadını kırmak demektir. Bu uçan kuşlar günümüz koşullarında nedir, nasıldır? Deklarasyoncuların tek bir yanıtı yok ama uçtukları kesin! Öyle uçuyorlar ki tıpkı muktedirler ve onların davulcuları gibi, şöyle konuşuyorlar, aynı bapta üstelik: “Uluslar arası düşünce ve etki kuruluşları ile iktidardaki hükümetlerin çok yönlü çalışmaları sonucunda Aleviler aleyhine oyunlar oynanmakta, bizler için karanlık projeler üretilerek yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. Aleviler tüm bu etki ve belirleyiciliğin yarattığı oyunların farkındadır.” Ya, bu düşünce kuruluşları Almanların Goethe Enstitüsü, Kondrad Adeneur Vakfı filan mı acaba? Bir de bunu söyleyin tam olsun! Konuyla ne alakası varsa, bu cümle yetmişiki milleti bir görme anlayışıyla ilgili bölüme nasıl ve niçin girdiyse?

Sonuç olarak bugün yetmişiki milleti bir nazarla gördüğünü iddia edenler kurumsal, merkezi iktidarın ya da kendisini kurumsal, merkezi bir iktidar olarak kurmak isteyenin ürettiği ve manüple ettiği her tür farklılığın ve ölçütün hareketine çomak sokmak zorundadır; yoksa zaten var ola gelen farklılığı, “ayy gördüm” diye diye sobelemek değil. Yetmişiki milleti bir görmek mi? O bakış, geçen bölümdeki yazımda linkini paylaştığım Bülent Al’ın yazısını süsleyen fotoğraftaydı: Al Dede ve sanırım oğlu Bülent Al, bir duvar halısının önünde görülüyordu o fotoğrafta. Halının üstünde ne olduğuna dikkatle bakın lütfen! İşte farkı gören bakış oradadır! Gayrısı laf-ı güzaf!

Bugünlük de buraya kadar diyelim. Ama artık sanırım hepimiz (en azından ben, bu sıcaktaJ) sabrımızın sınırlarına geldik. O yüzden bundan sonrasına ilişkin bir-iki not düşmek isterim. Deklarasyondaki sondan başa doğru, barış talebi ve demokratik anayasa talebine kesinlikle girmeyeceğim. Bu konuda özellikle HBVAKV çok hoş çalışmalar yaptı. O ürünlerin ötesine geçmek bir yanına, yanına yaklaşmayan içi boş sözleri inançla cafcaflayan bir şeye zaman ayırmayı o çalışmalara haksızlık sayıyorum. Aynı şekilde Alevi örgütleriyle ilgili kısma, bir-iki cümle dışında girmeyi düşünmüyorum. Çoğu kişi tarafından bilindiği gibi Alevi hareketinin bileşenlerinin iç sorunlarına özel olarak bulaşmamaya gayret ediyorum (biliyor olmama karşın.) Bu metni de çeşitli bilgilerim ışığında okuduğumda, örgütler babında ne kadar konuşmak istesem de, konuşmayacağım. Ekoloji başlıklarına da değinme gereği duymuyorum; yalandan yazılmış iki lafa yetiştirilecek sözü ben bile bulamam. Sonuç olarak aslında üstünde durmak istediğim iki ana mesele var; Alevilikte kadın ile deklarasyoncuların çorbaya çevirdiği kültler, ritler, mitler üzerinden erkannameler meselesi. Gençlik meselesine de kadın meselesiyle birlikte yeri geldiğince değineceğim ama asla tersi değil. Hatta zaten benim için bir kadın meselesi de yok ya, neyse, gençlik meselesi olmadığı gibi. Her neyse, böylece bağlayıp bitirmeyi deneyeceğim ki bu arada son kez kaleme kağıda sarılıp ciddiye aldığım cevaplara bir cevap vereyim…

EN SON EKLENENLER