Türk İslam ideolojisinde bazı kurumlar, kanunlar ve  harf devriminin yeri

Cumhuriyet Devrimleri sosyal amaçlımıydı,  yoksa İdeolojik amaçlımıydı ?

Cumhuriyetin ilk önemli kanunlarından biri; Harf inkılabı/ Harf devrimi

Mustafa Kemalin ,1 Kaım 1928 yılında çıkardığı ilk kanunlardan biri , Arap alfabesi yerine latin harlerini kabul eden harf devrimidir. Yani türk litaretürüne Harf İnkilabı(devrimi) olarak geçen kanundur.Bu kanun ile yapılan alfabe değişikliğinin temel amacı,geçmiş toplumsal sosyolojinin tüm hafızasını silerek,yeni ve cumhuriyet değerlerine dayanan bir başlangıç yapmaktır.

Bu harf inkilabı/devrimi konusunda bir çok şey yazılıp çizilmiştir.Gerek lehte,gerek alehte yazılanlar ve konuşulanlar halen devam etmektedir.Kuşkusuz toplumların üst kurumları olan devlet ve benzeri organlar,bu tip kararlar alabilirler.Ama bu tip radikal kararların alınması için çok önemli sebepler gerekir.Bilimsel araştırmalara dayanan faydalar yada politik amaçlar gibi.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ,Latin alfabesine dayalı harf devriminin temel amacı , Cumhuriyetin ümmet algısı yerine bir  Türk ulusu şuuru oluşturma amacına dayalıdır.Bu yeni alfabe doğal bir değişiklik gibi görünse de, özünde masum bir düzenleme değildir.Çünkü özünde bir asimilasyon aracıdır.Bu süreç ile birlikte alınan tedbirler ile getirilen cezai uygulamalarla ,tüm toplumsal gruplar geçmişlerinden koparılmışlardır.

Bu değişiklik ile getirilen Latin alfabesi, toplumsal eğitimi doğal bilgiler ve her kesimin kendi geçmişini öğrenmesi yanında,modern dünya ve bilimsel gelişmeleri takip eden bir uygulama olarak cereyan etseydi belki arap alfabesinden çok daha yararlar sağlayabilirdi.Ama uygulama öyle olmadı.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında , okuma yazma oranının %10 civarında olduğu varsayılıyor.Kuşkusuz bu okur yazarların hemen hepsi şehir merkezlerindeki devlet hizmetlerinde ve küçük bir sivil kesimden oluşmakta idi.Yani o dönemdeki  nüfusun ezici çoğunluğunun köy ve kasabalarda yaşadığını düşününce,arap alfabesinin halkın günlük dili veya kültürü üzerinde bir etkisi hemen hemen hiç yoktur. Yani Türkler, Kürtler veya diğer halk toplulukları kendi dilleri ve kültürlerini konuşup yaşıyorlardı.dolayısı ile tarihsel geçmişleri ve kültürel hafızaları oldukça canlı olarak yaşamaktaydı.Bu neden ile de bu kültürel sosyoloji sürekli yeni kuşaklara aktarılarak,toplumsal kimliğin öz değerleri güncele aktarılmış olarak kimliksel aidiyeti pekiştiriyordu.

Yukarıda da belirtiğim gibi,okur yazar olarak aktarılmayan bu kültürel değerler,ağırlıklı olarak sözel olarak  yaşatılır ve aktarılırdı.Bu sözele yüklenmiş muazzam hafıza,doğal olarak aktarıldığı gibi,toplumda çeşitli konularda usta-çırak usulü ile tecrübe kazanıp  veya  özel olarak yetişmiş bilge kişiler ,kendi alanlarındaki bilgileri  araştırır öğrenir ve uygulayarak aktarırlardı.Bunlar,örneğin; Dengbejler,Ozanlar,Dervişler,Gezginler,Kırık-Çıkık’cılar,Seyisler,Çobanlar,Çiftçiler,Hayvan veya İnsanları doğal bitkiler ile tedavi edenler, Zanaatkarlar,İnanç veya dini hizmet veren Pir’ler,Melel’er v.s sayabiliriz. Bunlar ya kendi dillerinde ve bildikleri alfabeleri kullanarak bilgilerini kaydediyorlardı.Yada birini yetiştirerek öğretip aktarıyorlardı.

Geçmişte eğitim devlet hizmeti ile yürüyen merkezi bir uygulama değildi.Yani yaklaşık son bir yüz yıldan biraz fazla bir zamandan bu yana ,devletin bir eğitim hizmeti vardır.Daha önceleri yerel olanaklar ve imkanlar ile ve tamamen sivil odaklı, eğitim verenin belirlediği amaç ve içerik ile eğitim yapılırdı.Alevilerde Ocak esaslı Pir veya Mürşit rehberliğinde ,Daha örgütlü ve rahat davranan Müslümanlar da ise medrese veya bir mele’nin rehberliğinde verilen eğitimler gibi.Bu eğitim kuşkusuz bugünkü eğitim ile karşılaştığında çok yetersiz görünse de,kendi toplumsallığına dayalıydı.kendi hakkında bilgi sahibi olma odaklı idi. Bir başkasının dilini kültürünü  değiştirme amacı taşımıyordu.Belki başkasının hakkında bilgi sahibi olmayı öngörüyordu.Dolayısı ile bir inkar ve yasaklama yoktu.Şimdi bu harf devrimine yani Cumhuriyetin Latin alfabesinin kabul ettiği 1 Kasım 1928 tarihli yasanın çıkarılma sürecine nasıl geldiğini inceleyelim.

Özellikle Avrupadaki sanayi devriminden sonra ,ortaya çıkan ulus kimlik bilinci, ulusal devletlerin kurulmasını da beraberinde getirmiştir.Cumhuriyet dönemi öncesinde Osmanlıda başlayan bu ulus kimlik arayışı ilk olarak, Tanzimat Dönemi aydınlarının önde gelen isimlerinden “Münif Paşa 1863’te Osmanlı Cemiyet-i İlmiyyesi’ne sunduğu projede ,arap harflerinin yerine Latin alfabesini önermiştir.

Daha sonra, ‘’II. Meşrutiyet döneminde de alfabenin ıslahı veya değiştirilmesine yönelik örgütlü girişimlerde bulunulmuştu. 1911 tarihinde Milaslı Ismayıl Hakkı öncülüğünde kurulan Islah-ı Huruf Cemiyeti, bu amaçla Yeni Yazı adlı bir dergi bile çıkarmıştı. Yönetim kurulunda Recaizade Mahmud Ekrem, Celal Nuri (İleri), Süleyman Nazif, Celah Sahir (Erozan) ve Cenab Şahabettin gibi dönemin ileri gelenlerinin bulunduğu dernek, amacını “harfleri tadil ve ıslah ile mükemmel hale getirmek” olarak açıklamıştı(Sadoğlu, 2003:220).

  1. Meşrutiyet döneminde alfabe tartışmaları içerisinde belki de en ilginç tutum, Türkçülerin Arap harflerindeki ısrarıydı. Oysa Türkçüler için Latin alfabesi, okuma-yazmayı kolaylaştırmasının yanında Arapça-Farsça kökenli sözcükleri orijinallerinden farklılaştıracak ve imlasını yeniden düzenleyecek bir avantaja sahipti.

 Necip Asım, Milaslı İsmayıl Hakkı, Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve hatta Gökalp; Arap harflerinden vazgeçilmesinin Müslümanlar arasındaki bağları zayıflatacağını savunuyorlardı. Arap alfabesi Türkçüler için aynı zamanda Türk lehçelerini yazıda birleştirebilecek bir işleve sahipti. Üstelik Arap alfabesi, Türk lehçeleri arasındaki fonetik ayrımları da gizleyebiliyordu. Ancak 1926’da tüm Sovyet Müslümanlarının Latin alfabesine geçirilmesi kararının alındığı Bakü’deki I.Türkoloji Kongresi’nden sonra Türkçülerin Latin alfabesi konusundaki tavırlarını belirgin şekilde değiştirmeleri de bu açıdan anlamlıydı (Sadoğlu, 2003:221).’’

 Cumhuriyet Dönemi:

‘’Cumhuriyet döneminde alfabe değiştirilmesine yönelik ilk öneri 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde işçi delegelerinden Ali Nazmi tarafından verilmiş, ancak başta Kongre başkanı Kâzım Karabekir olmak üzere delegelerden büyük kısmı tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır (Korkmaz, 1963:37).

Kâzım Karabekir Hakimiyyet-i Milliyye gazetesinin 5 Mart 1923 tarihli baskısında verdiği demeçte: Arkadaşlar, bugün hangi ecnebî ile görüşseniz ilk işiteceğiniz sözler: “Türkçe gayet güzel bir lisandır, kolaydır, fakat harfler fenadır.” Bunlar bütün ecnebîlerin ağzında ve sizinle ilk görüşen bir ecnebînin size telkin edeceği şeylerdir. Ve bu fikir ekseriyyetle gayr-ı İslâm insanlardan ibaret olan birtakım tercemanlar vasıtasiyle her tarafta ve hassat’an Istanbul’da ecnebîlere telkin edilmektedir…. Bizim dilimizi terennüm edecek hiçbir Lâtin hurufu yoktur. Bugün Fransızca huruf o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez.” (Levend, 1972:392-393) diyerek öneriye tepkisini dile getirmiştir.

Alfabe tartışmalarını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ilk taşıyan İzmir milletvekili Şükrü Saracoğlu olmuştur. Saracoğlu, Maarif Vekâleti’nin bütçesinin görüşüldüğü 25 Şubat 1924 tarihli oturumunda gösterilen gayrete rağmen, yine de halkın okuma-yazma oranının düşüklüğünü Arap alfabesine bağlıyordu: “Benim kanaatimce, bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada da acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı? Efendiler! Bunun yegâne kabahati harflerdir. Arap hurûfatı, Türk lisanını yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, asırlardan beri yapılan bunca fedakarlıklara rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur” (Levend, 1972:395)

Kültürel anlamda muhafazakâr aydınların alfabe değişikliği konusunda duydukları rahatsızlığın gerekçesini anlamak mümkündü. Köprülüzâde M. Fuad ve Zeki Velidi (Togan) gibi Türkçüler, böyle bir değişikliğin uzun vadede bir “kültür buhranı”na yol açacağını savunuyorlardı. Üstelik Latin harfleri Batı medeniyetine dahil olmanın zorunlu bir koşulu da olamazdı. İlginç bir şekilde Musevi Avram Galanti de Latin harflerine aynı gerekçelerle karşı çıkıyordu. Galanti’ye göre “ilerleme” ile alfabe değişikliği arasında kurulan bağıntı da tamamen temelsiz bir iddiaydı. Nitekim Japonlar, geleneksel alfabelerini korudukları halde hızla modernleşebilmişlerdi (Sadoğlu, 2003:223).

20 Mayıs 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bir oturumda “beynelmilel rakamların” kabulü görüşmeleri sırasında, Kastamonu milletvekili Hasan Fehmi Bey’in sorusuna cevap veren Maarif Vekili Mustafa Necati, konunun en kısa zamanda oluşturulacak bir “encümen” tarafından karara bağlanacağını ifade etmişti. (Levend, 1972:400) Kurulan Dil Encümeni’nin çalışmaları sonunda biri alfabe, diğeri dil olmak üzere iki ayrı rapor hazırlanmıştı. Alfabe raporuna göre Dil Encümeni, Latin esasında bir alfabenin ortak ve ve edebî dilimizin dayandığı İstanbul Türkçesine uygulanabileceğine karar vermiş ve bu amaçla yeni bir harf sistemi meydana getirmişti (Levend, 1972:401.)

Bu raporun ertesinde 9 Ağustos 1928 akşamı Mustafa Kemal Atatürk, Sarayburnun’daki büyük eğlentide de, etrafını saran halka hitaben, ilk defa harf inkılãbını açıklayarak yeni harflerin kabul edilmesi lazım geldiğini belirttikten sonra: “… Bir milletin, bir heyet-i içtimâînin (toplumun) yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez, bundan insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış bir millettir, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat, milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz (düzelteceğiz).” diyerek yeni alfabe önerisinin onaylandığını ve yakında yasal bir düzenlemeye konu olacağının işaretini vermişti (Atatürk, 1997:272).

Mustafa Kemal, Sarayburnu söylevinden sonra çıktığı yurt gezilerinde yeni alfabeyi bizzat kendisi halka tanıtmaya başladı. Dolmabahçe Sarayı “Başöğretmen”in daha seçkin öğrencilerine ev sahipliği yapıyordu. Atatürk, 1 Kasım 1928’de yaptığı açılış konuşmasında bu birkaç aylık alfabe seferberliğini hâlâ tereddüt yaşayanların kuşkularını gidermeye yönelik “basit bir tecrübe” sunacaktı.

Atatürk’ün konuşmasından hemen sonra “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” teklifi Tekirdağ milletvekili Cemil (Uybadın), Afyonkarahisar milletvekili Ali (Çetinkaya) ve Erzincan milletvekili Saffet (Arıkan) tarafından meclis başkanlığına verilmiş ve aynı gün mecliste kabul edilmiştir. 1353 sayılı kanun 3 Kasım 1928’de Resmi Gazete’de yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir.’’(1)

Görüldüğü gibi devrim denilen bu uygulamanın başlagıç süreci,batıdaki ulus kimlik bilincine bağlı olarak, gelişen Türk ulusu oluşturma süreci ile paraleldir. Cumhuriyetin bir ulus devlet olarak planlanması ile böyle bir değişim zorunlu olmuştur.Çünkü batı ülkelerinde güçlü ve tarihsel bir kök üzerinden gelişen halk kimlikleri vardı.Ama  Osmanlının tebasını oluşturan çok farklı halk ve inanç kimlikleri vardı.Bu farklı tüm halkların da ,ulus kimlik bilinci paralel olarak yükseliyordu.Bu halkların önünü kesmek için her türlü uygulama kararını almıştı.Balkanlardaki halkların çoğu zaten bağımsızlık ilan etmiş ve ayrulmıştı.Ermeniler katiyamdan geçirilmişti.Sırada Cumhuriyetin kuruluşu mücadelesine aktif destek veren Kürt halkı ve Alevi toplumu vardı.Başta cumhuriyeti birlikte kuruyoruz hikayesine inandırılan bu iki toplumsal kesim, hak taleplerinden bulununca, birçok bölgede fiziki katliyamlarla talepler bastırılarak,zayıf olan Türk kimliğinin güçlendirilmesi için Güneş dil teorisi,türk dil kurumu,türk tarih kurumu gibi ,bir çok tedbir projesi yanında ,bu Harf devrimi denilen ,diğer tüm toplumsal kültürlerin üstünü kapatmayı amaçlayan devlet politikası uygulanmaya başlandı.

Yukarıda Türkçü aydınların belirttikleri gibi, yüzyıllarca islami uygulamaların etkisindeki türklerin sünni islamını esas alan bir dini sosyolojisi ile modern çağın Türkçülük kimliğini sentezleyerek bir develet ideolojisine dayanak yapmayı ve  devletin resmi politikasına oturtmuş oluyorlardı.

Artık karar verilmiş,uygulamaya geçilmişti.Alınan tüm kararlar,kurulan tüm kurumlar,eğitimin temel amacı bu politikaya dayanıyordu.1930 lu yıllar adeta bu politikanın zor ile topluma kabul edilmesi süreciydi.Çok sert söylevler ve uygulamalar mevcuttu.

Mesala “18 Eylül 1930’da Ödemiş’in Gölcük yaylasında bir konuşmasında Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle demektedir. ‘‘Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır’’ der.

Bunun yanında İslami kimliğin temel uygulama kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığıda,Osmanlıdan aynen Cumhuriyet dönemine aktarılmıştır. Din hizmetlerinin devletin temel politikasına hizmet edecek şekilde düzenlendiği bir kurum olarak, 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dahil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Hemen bunun akabinde,genç Cumhuriyetin aldığı yeni bir karar ve kanun vardır.Çıkarılış amacı dindeki hurafeleri yasaklamak gibi yansıtılsa da, özünde sünni islam dışındaki diğer inançların yasaklanmasını esas alan bir kanun olarak bu güne kadar uygulana gelmiştir.

Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair kanun;

“Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması”, 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı kanun ile uygulamaya konmuş bir Cumhuriyet ve Atatürk Devrimi’dir.Görüldüğü gibi devrim denilen uygulamalar toplumun tümünün değerlerini esas alan veya haklarını koruyup geliştiren yararlar getirmeyip,halkın bir kesiminin lehine,diğerlerinin ise aleyhine düzenlenen uygulamalardır.Yani bu devrimler herkesin yararına eşit hizmet etmemektedir.Milli Eğitim Politikaları için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Bu yukarıdaki Cumhuriyetin temel kurum ve kanunları,bütün darbelere,iktidar değişikliklerine rağmen bu güne kadar hala devletin değişmez kurumları olarak devam etmektedirler.

Bunun gibi yüzlerce ırkçı ve faşist konuşma ve uygulama mevcuttur.Bu politika için Asimilasyon tüm yöntem ve şekilleri ile uygulanmıştır. Türk-İslam politikasına dayalı kimlik kazandırma 1970 li yıllara gelindiğinde epeyce etkin hale gelmişti. Ancak 1970 ler de, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiyede de yükselen sol sosyal toplumsal dalganın yükselişi ,yeniden farklı ideolojiler yanında ,yükselen muhalif dalga, henüz tam olarak asimile edilememiş kürtler,Aleviler gibi halk ve toplumsal kimliklerin haklarını gündeme taşımasına vesile olmuştur.

Giderek gelişen basım yayın,iletişim ve bilişim teknolojileri dünyadaki  toplumsal mücadeleleri görünür kılarak ,örnek oluşturuyordu.Bu topluma bir cesaret olarak yansıyordu.Artık  TV,bilgisayar ve sosyal medya araçları sayesinde  adeta dünya toplumlarının mücadele dayanışması süreci başlamıştır.Artık dünyanın bir noktasında olan bir olay orayla sınırlı kalmıyor.Dünyanın dört bir yanına ulaşıyor.Merkezi eğitimin asimilasyon amaçlı yalan teorileri de anlamını yitirmiş oluyor.

Bundan sonra bu kanun ve kurumların uygulamada kalkması için mücadele etmek haktır.Ya her kesimin varoluşsal hakları için ,her kanun ve kural eşit uygulanır,yada evrensel insan hakkının öngördüğü hak mücadelesi ile bu tek yanlı, topluma huzur getirmeyen faşizan sistem değişene kadar mücadele devam eder.

Ali Köylüce

Kaynakça;  (1)ALFABE DEĞİŞİMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME( makale)

Yard.Doç.Dr. Mustafa Altun/ Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü Öğretim Üyes

Sadoğlu, Hüseyin (2003), Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul KİTAP

Korkmaz, Zeynep (1963), Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde Atatürk ve Dil Devrimi, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrfaya Fakültesi Yayınları, Ankara. KİTAP

Levend, Agâh Sırrı (1972), Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK, Ankara. KİTAP

NOT: Bu yazı SEMAH dergisinin 36. sayısında yayınlanmıştır.

 

EN SON EKLENENLER