Sibel K. Türker’den ‘Burada Kalmak’

‘Modern insan yalnızlığıyla sınanır’
 
– 2015’te yayımlanan romanınız Mecnun Kelebekler üzerine yaptığınız bir söyleşide “İlk kez bir kitabım için ‘ümitli’ dendi,” diyorsunuz. Bu damarı sevdiniz sanıyorum. Burada Kalmak da ümitvar bir roman, değil mi?

– Aslında Mecnun Kelebekler renkli anlatımından ötürü ümitli gelmişti insanlara. Dilin yarattığı bir illüzyon vardı sanırım. Ama evet, katılıyorum. O damarı sevmekten öte keşfetmek diyebiliriz. Yazı zaten bir keşif yolculuğu. Burada Kalmak, iyicil bir roman diyelim. İyiye inanmak, inanmayı sürdürmekle ilgili.

– Ümitvar olmak için aslında çok da fazla sebebimiz yokken nereden geliyor bu duygu? Edebiyatın sağaltıcı gücü bu noktada devreye giriyor mu?

Romanda Kutlu’yu çevresindeki tüm karamsar kişilikler biraz aptal buluyor. İyiye inandığı için. Dalga geçtikleri de oluyor. Özellikle abisi Kutsal ve arkadaşı Erdem. Onlar karamsarlıkta yüksek lisans yapmaktalar. Kutlu ise onların aslında iyi olan ruhlarını örttüğünü düşünüyor. İyi vardır diyor Kutlu. Buna inanmayı, safını burada tutmayı tercih ediyor. Hayrullah amca onun iyilik felsefesinin ortasında açan bir çiçek diyebiliriz. Erdem’in bunu görememesini anlamıyor.

Aslında Kutlu’nun da hiç sebebi yok iyimser olmak için. Annesini küçükken yitirmiş, kederli, yalnız bir çocuk. Kadınsız bir evde üç kuşak erkek bir arada yaşıyor. Diğer erkekler biraz da bencil dünyalarında, onu çok da görmeyerek, duymayarak, kendi meselelerine dalmış bir halde yaşayıp giderken Kutlu, belki de annesinin evdeki varlığını sürdürmeye çalışarak daha ışıklı bir yol tercih ediyor.

İyimserlik göklerden gelmiyor elbette. Hayata olumlu bakabilmek için nedenimiz çok az. Ama yaşıyoruz, gözümüzün iyi olanı da görmesi, alımlaması gerek.

Hatta şunu da söyleyeyim: Dünya üzerinde hâlâ yaşıyorsak, var olabiliyorsak sadece kendi sayemizde, kendi yeteneklerimiz, başarılarımız nedeniyle mi acaba? Kaderimiz harika yazıldığından mı? Mutlaka iyilik gördük, en önemsizinden en büyüğüne. Selam aldık, verdik. Çok abarttığımı düşünmezseniz eğer ben böyle bakıyorum bu işe. Beni gideceğim yere kazasız belasız götüren şehirlerarası otobüsün hiç tanımadığım şoförü de bana iyilik yaptı. Belki uykusuzdu, evde karısını, çocuğunu özlemişti. Ama götürdü beni. Eskiler “dünya iyilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor” derdi. Hep kötü olsaydı, dönmezdi belki de . Modern çağ diye dert yanıp duruyoruz ya, bizim çok bilmiş, ukala bilincimiz de buna katkı sunuyor gibi geliyor. Yalnızlaş ve yalnızlaştır politikasını her birimiz uyguluyoruz diğerine. Sonra şikâyet ediyoruz. Modern insan yalnızlığıyla sınanır.
 
“ANKARA TEKİN BİR YERDİR”

– Burada Kalmak’la üzerine gitmek istediğiniz dertler neydi? Bu soruyu romanın adından başlayarak cevaplamınızı rica edeceğim çünkü pek çok insanın gündeminde “kalmak” ya da “gitmek”, ciddi bir madde olarak duruyor. Hâl böyleyken ne türden bir dokunuş bu romanla yapmak istediğiniz?

– Yaşadığımız siyasi ortam birçok insanı bunu düşünmeye itiyor. İktidar da defolun gidin diyor zaten açık açık. Kalmak isteyen edebiyle kalır da diyor. Romanın adının bizim bugünkü siyasal iklimimizle örtüştüğünün farkındayım. Kalmak gitgide zorlaşıyor, çember daralıyor. Ancak ben Kutlu’nun kişisel hikâyesini anlatıyorum. Kutlu evini, apartmanını, mahallesini ve anılarını korumak isteyen bir karakter. Onun için gitmek, ayrılmak, kopmak korkunç bir hayal. Gidilirse bir daha dönülemeyeceğine inanıyor. Gitmeyi ölüm gibi algılıyor. Bunda annesinin ölümünün onda yarattığı sancının payı çok büyük. Bir nevi anılarının bekçisi o.

Daha büyük ölçekte düşünürsek gitmek çok kolay olsaydı, olabilseydi Nâzım Hikmet gitmiş biri olarak “karşı yaka memleket” diyemezdi.

Ben bu romanda hem kişisel hem de toplumsal ölçekte gitmek ve kalmak ikileminin, dönmek dönüşmek, dönüştürülmek durumlarının muhasebesini yapmaya çalıştım diyelim. Tutunduğumuz yere gitgide yabancılaşmak, buna direnmek ya da direnememek de üzerinde düşündüğüm bir mesele oldu.

– Ankara, Burada Kalmak’ın başkenti. Ankara’dan dünyaya bakmak nasıl hissettiriyor? Ya da bir diğer yanıyla nasıl güzellikleri ya da zorlukları var bu şehri yazmanın? Ankara ne anlatıyor size de romanınızın başkenti hâline gelebiliyor? Bu soruyu sormak gerek çünkü şehir de romanın bir diğer kahramanı…

– Bana sorarsanız Ankara’da kalınıyor. Pek gidilebilen bir yer değil burası. Kendi adıma, dibine kadar battım bu şehre. Belki bunda bir tür tutuculuğun da payı vardır, bilemiyorum.

Ankara yazılmak istiyor gibi geliyor bana. Çünkü Ankara küçümsenmiştir biraz. Bir Hitit kraliçesi gibi gururla bekliyor bunu. En azından benden bekliyor.

Ankara bende çocukluk demek daha çok. Dert, sızı demek. İnsanın anıları bir yerde ne denli birikirse orası bir ağrı olur içinizde.

Bir de o Cumhuriyet ruhunu vermek istedim biraz, gitgide azalan hatta yitip gidecek olan. Suna teyze örneğin; eğitimli, laik ve asabi bir Cumhuriyet kadını. Benim çocukluğumdaki büyüklere benziyor. Eğitimli, misyon sahibi -ya da kendini öyle adlandırmış- bir memur kuşağından. Hayrullah bey de böyle. Bu insanların bir tür saflıkları vardı. İdeallerine inanıp sahip çıkıyorlardı.

Demek ki Ankara benim için Cumhuriyet, bana hiç de uymayan bir pozitivizm, biraz Alman mimarisi, ruhu -düzen, karmaşadan uzaklık, cetvelle çizili, ölçülü- ve kaçınılmaz olarak yeknesaklık demek. Ankara tekin bir yer, fazla sürprizi yok. Attilâ İlhan, “Ankara’da ufunet yok” demişti. Pis koku yani. Sanatçılar o pis kokuyu arar.

“DERDİM İNSANI ANLAMAK”

– Romanın, aynı zamanda anlatcıısı da olan Kutlu’yu, en yakın arkadaşı Erdem olmadan anamayız. Sizin deyiminizle ikisi de “içeri çocukları”. İkisi de yalnız ama yalnızlıklarını farklı yaşıyorlar. Kayıpları aynı, yaşayışları farklı. Bu iki aynı ama aynı zamanda çok farklı karakteri, bir çatı altında okuyabilmemizin nedenleri neler? Bu ikili ne söylemeye çalışıyor bize?

– Gerçeğin iki yüzü gibi Kutlu ve Erdem. İki annesiz, hemen hemen aynı yaşlarda iki genç. Dikkat etmişsinizdir; Kutlu, Erdem’e her gittiğinde camı açmak istiyor, Erdem ise kapatmasını söylüyor sinirlenerek. Burada bir mutsuzluğu ve intihar olasılığını anlatmaya çalışmıştım esasen. Belki Kutlu Erdem’de bu olasılığın olduğunun farkında ve onu korkusuyla yüzleştirmek istiyor. Kutlu, Erdem’i kendisi de sorunlu bir psikiyatr olarak hayal ediyor mesela. Dişçilik fakültesinde okuyan Erdem Kutlu’nun dişini çekerek onu sağaltıyor romanın bir yerinde. Sonra dikişlerini alıyor. Tamamen şefkate dair bölümler bunlar. Erdem’den hiç beklenmese de.

Mahrum kalmışlık, anneye özlem, ergenlik ve yapayalnızlık onları birleştirmeme neden olan şey. Birbirlerini iyileştiremeyecekleri aşikar ama en azından bir şeyler paylaştıkları kesin.

Ankara’nın karanlık, soğuk sokaklarında, bu sokaklara bakan evlerinde yine de bir dostluk var.

– Özünde bir aile hikâyesi Burada Kalmak fakat “kendini beğenmiş” erkeklerden mürekkep bir aile bu… Kadınsız bir hikâye değil okuduğumuz ancak kaleminizde kadın meseleleri önemli bir yerde dururken böyle bir sapağa girmek nasıl hissettirdi size?

– Evet, erkek yoğunluklu bir roman oldu. Sürekli kadınları yazmak gibi bir görev edinmek istemiyorum. Bu edebiyatıma da haksızlık olur. Çünkü derdim insanı anlamak ve anlatmaktı en başından beri. Yine kadınlar var, Suna teyze, Esin abla, Oya ve Melike var. Üstelik üç erkeğin arasında sessiz sedasız yaşayıp giden, derdi hiç sorulmayan Kutlu’nun da bir kadınsılığı var. Babası “bu ev kadınsız bir eve benzemeyecek” demişti ya. İşte o eksiği, tertip, düzen ve uyumluluğuyla Kutlu dolduruyor gibi. Ben cinsiyetleri kurcalamayı seviyorum. Dolayısıyla Kutlu’nun durumunu düşünmekte fayda var.
 

“AİLE SORUNLU BİR YAPI”

– Peki, bu aile hikâyesini toplumsal damara yönelten nedir? “Aile bir çamurdur,” diyorsunuz romanda. Bu bağlamda ailenin toplumun aydınlık mı yoksa karanlık tarafında mı durduğu üzerine de konuşalım…

– Bu cümleyi yüksek karamsar Erdem söylüyor, çünkü yüzü gülmeyen, memnuniyetsiz bir çocuk. Ben buna bir yorum yapmayayım. Aile bana kalırsa da sorunlu bir yapı. Hele ülkemizdeki gibi özgür iradeyle değil de gelenek ve dinsel olanın gölgesinde kuruluyorsa buradan çok sağlam şeyler beklemeyelim. Bu yapıda bireyin önemi yok, çoğu kez örgüt mantığıyla çalışıyor. Topluma çocuklar veriyor fakat ne kadar sağlıklı bir üretim bu? Kadının ailedeki yeri başlı başına bir tartışma konusu. Bir de psikolojik yıkımın çoğu kez ailede başladığını düşünürsek. Batılı toplumlar bu bireysel trajedileri baştan önleyemiyor belki ama sağaltabiliyor, tedbir alabiliyor. Bizde o da yok. Kadınlar, çocuklar ve hatta erkekler bu sorunlu yapının içinde yaşamaya çalışıyor. Bir de bizde psikolojik yaklaşım yoktur. Ailede kimse birinin hayatını kararttığını düşünmez. Görevler ve sorumluluklar alanıdır. Haklar ise pek az dağıtılır.

Kutlu ve Erdem’in ailesi tam bu yapıyla örtüşmüyor. Eğitimli orta sınıf aile yapısı içinde ancak daha bireysel sorunlar yaşanıyor. Anlayışsızlık, birbirini dinlememe, tanıyamama, var oluşunu görememe gibi.

– Yazmak üzerine de konuşalım mı? Entelektüel bir aile romana konu olan. Yazmak üzerine düşünülebiliyor pekâlâ birbirleriyle konuştuklarında… Bu bağlamda romanda yazdıklarınız ne kadar sizin düşünceleriniz?

Kutsal ve Fuat çok bilmişlik yapıyorlar. Kesinlikle benim fikirlerimi dillendirmiyorlar. Benim adamım Kutlu. Onun dünyaya bakışındaki alçakgönüllülüğü seviyorum. Yazıya da böyle bakıyor işte. Ama bu çok bilmiş iki karakter de yazı söz konusu olunca çuvallıyor. Kutsal’ın romanı yayınevince reddediliyor, öte yandan Fuat gizli gizli bir roman yazma hazırlığındayken oğlunun bu reddedilişinden korkup vazgeçiyor. Yazı hayatları bitiyor yani. Oysa Kutlu yıllar sonra o günleri romanlaştırıp yazıyor. Bu iki adamın “iyi bir hikâye” arayışları nihayete ererken, belki de o iyi hikâyeyi hiç önemsemedikleri, yeteneği olup olmadığını bile bilmedikleri Kutlu yazmış oluyor.

– Her roman okuru için de, yazarı için de bir sınanmadır. Burada Kalmak neyle sınadı sizi?

– İyi ve güzel üzerine düşünmeyle sınandım.
 
Burada Kalmak / Sibel K. Türker / Can Yayınları / 240 s.

EN SON EKLENENLER