Hüseyin Gazi Metin

Son Derlememde kendisiyle daha önce bir söyleşi yaptığım Hüseyin Gazi Metin Dede’nin görüşlerini derlemiş, kendi şiirlerinden bazı örnekler sunmuş, kitapta kendisine 55 sayfa yer ayırmıştım. İlginize muhabbetlerimle…

Geleneği Geleceğe Aktaran Çağdaş Bir Ses
Pir Sultan Abdal’ın Yolundan Giden Bir Halk Ozanı

HÜSEYİN GAZİ METİN DEDE

Divriği Çamşıhı Şahin Köyü’nde, 1939 yılında doğan Hüseyin Abdal Ocağı’ndan Hüseyin Gazi Metin Dede, maden ocaklarının kıvılcımlarını ezen- ezilen ikilemi ekseninde ördüğü dünya görüşünü besleyen damarlar olarak hissetmiş.
Dünyada herkesin bir ve kardeş olabilmesinin yolunun adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğini görmüş, bunu hayat ilkesi edinmiş. Her zaman haklının yanında, işçinin yanında, horlananın yanında yer alırken, Alevilerin de bu dünya en çok haksızlığa uğrayan kitlelerden birisi olduğunu fark etmiş.
Erenler yurdu Sivas’tan tüm dünyaya uzanan ünüyle sazını her zaman, Pir Sultan Abdal gibi Anadolu ozanlarının karanlıkları yırtan, güvercin aydınlığında bir barış dünyası özleyen duygularıyla çalmış, yazdığı şiirleri de bu duygularla bezemiş.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetiminde uzun yıllar örgütlü mücadeleyi savunan Hüseyin Gazi Metin Dede, yurtdışında da özellikle Alevi gençlerinin ve kadınlarının yetişmesi için cemler yürütmüş, muhabbet meydanları açmış, gönüllerde silinmez izler bırakarak “devrimci dede” ünvanını almıştır.
Kendisiyle yaptığım uzun söyleşiden derlediğim bu yazıda; Halk Ozanı Hüseyin Gazi Metin Dede’nin dedelik kurumunu, Çamşıhı yöresinin etkili olan dedelerini, yörede yürüyen yol ve erkân hakkındaki bilgilerini ilginize sunuyorum.

Ayhan Aydın
(Gazeteci – Yazar)

Çok sevgili dedem, halk ozanlığıyla ilgili olan sorularımızı yazılı olarak yanıtlamıştınız. Şimdi Hüseyin Gazi Metin’in yaşantısını kendi dilinden dinleyeceğiz; nerede doğmuş, nasıl yetişmiş, kimlerin yanında yetişmiş, hangi dedeleri tanımış, nasıl bir eğitimden geçmiş, bunları öğrenmeye çalışacağız. Biraz dedelik konusu üzerinde duracağız. Daha sonra ezilmişliklerin üzerinde duracağız ve daha sonra da esas konumuz olan dedelik müessesinin günümüzde ki görünümleri, problemleri, sıkıntıları dedenin bu yönde ki fikirlerini alacağız. Evet dedem hoş sefa geldiniz, güzellikler getirdiniz, gözlerinizi nasıl bir ortamda açtınız, nasıl bir dünyada açtınız? Köyünüzden, bölgenizden, ananızdan, babanızdan biraz bahsedelim bakalım?

Şimdi sevgili can, ben Sivas’ın Divriği kazasının Çamşıhı yöresinden Şahin köyündenim. Nüfus cüzdanımda 1941 yazsa da 1939’da dünyaya gelmişim. Efendim Mahmut Dededen, Hatice anneden doğma sekiz çocuktan biriyim.
Bizim soyumuzda geleneksel olarak mı dersin ne derseniz deyin bu kültürün birinci taşıyıcısı olan saz sanki bizim ocağımızla da ilgili bir şeydi. Köyümüzde ilkokul vardı. Uyandım ki başımda bir saz asılı. Sorduk kimin sazı, diye. Dediler ki bu saz, deden Hüseyin Ağa’nın sazı. Hüseyin Ağa derlermiş Seyit Hüseyin aslında asıl ismi. Çok müthiş saz çalarmış Âşık Ali Metin’den de o iyice. Sanki böyle diyorum ki saz benden doğacak torunlarım kalksınlar, bizim bu kültürümüzü yürütsünler, bunu eline alsınlar, yerde koymasınlar, garip koymasınlar gibi bize sesleniyordu sanki. Biz de o sazı aldık elimizi başladık pirin himmetiyle hizmetlere. O zamanın behrinda Âşık Ali Metin ile aynı evin çocuklarıydık, amcamın oğlu olduğu için sazımı o düzenliyordu, en çok da, Battal Karababa vardı, rahmetli oldu ondan büyüktü, o düzenliyordu. Diğer bir Âşık Hüseyin vardı o ara sıra düzenliyorlardı halamın oğlu Feyzullah Çınar aynı zamanda kaynım o benden yaşça büyük olduğu için o biraz düzenliyordu. İşte Mahmut Erdal o da akrabam, yakınım onlar bizim sazı ufak tefek düzenliyorlardı.

Biz çalmaya başladık önce onlardan aldığımız parçalardan meydana çıktık yöresel parçalarla başladık. Yine bizim yöreyle ilgili olan, Âşık Veysel biliyoruz ki Çamşığıyla ilgili olan, Sivrialan, Emlek yöresi ve birçok yerde bulunuyor. Onunda ustası yine bizim büyük dedemiz Ali Ağa diye geçer onun kitabında da geçer Çamşıhlı Ali Ağa diye geçer, o da bizim yakın akrabamız, amcamızdır. Onun hocası da Çamşıhlıdır. Kalktık; bana deden gibi bir saz çalan yok, deden gibi söyleyen yok, sen de onun adısın dediler, bundan tabii ki biz etkilendik. Sazımızı elimize aldık bu üstatların manilerini çalmaya başladık, ayrıyeten biraz büyüyünce yöresel şiirler yazmaya başladık azda olsa. Askere gidenlere işte ne bileyim aman yaman işte sevda şiirleri ufak tefek bir şeylerimiz oldu. Köyümüzde çobanlık da yaptım, babam orta yollu bir ailenin çocuğuydu, beş on parça tarlası vardı, çiftçilik de yaptım, tırpan da vurduk… Velhasıl zamanı gelince askere gittik. Askerlikte jandarma onbaşı olarak görev yaptık. Oradan da askerlik dönüşümüzde Divriği’de demir madenlerine işe çağırıldık ve işe girdik. İşe girince bizim bu dünyamız birazcık daha değişti. Elbette herkesin olduğu gibi bizim de hasımlarımız vardı. Madende emeğin ne demek olduğu, yemeğin ne demek olduğunu, ezilenin ne demek olduğunu, işverenin ne demek olduğunu bu kutsal maden ocağından öğrenmiş olduk. Öğrenince de burada bir sınıfa katılmış olduk. Bunu öğrendikten sonra hepimizin ortaklaşa bir düşmanın olduğunu; memleketi sömürenlerin, fakir fukarayı ezenlerin, insanları ırka şuna, buna bölerek çıkarını sağlayanların bizim gerçek hasmımız olduğunu o kutsal maden ocağında anlamış olduk. Bu arada da şiirlerimiz birazcık daha gelişti.

Ondan sonra sağ sol kavramını orada kavramış olduk. Bizim yerimizin de nerede olacağı zaten belli, tarihten belli ezilen kimse onun yanında bizim yerimiz var. Hayatta hemen hemen kimseyi ayırmayı hiç bilmeyen bir toplumumuz var, bana öyle geliyor. Sınıfımızı bu maden ocağında tayin etmiş olduk. Burada işçilerin, insanların Alevi, Sünni demeden, sağ, sol demeden bir araya geldikleri zaman sevgili Ayhan, haklarını aldıklarını gördüm ve bunları yaşadım, grevler yönettim sazımla sözümle. Ne zaman ki işveren oyununa geldikleri zaman ya sen bizdensin, Elhamdülillah sen çok Müslümansın onun peşine niye gidiyorsunuz, dediğimiz zaman, bölündüğümüz zaman o zavallının da hakkının kaybolduğunu gördüm, benim de hakkımın kaybolduğunu gördüm. Ve söyledim o zaman işveren sana mükâfat verdi mi? Yok. Derdin neydi kurban olduğum, bak hak bir, ezen belli, ezilen belli hepimizin bir olması gerekiyor diye o insanları ikna ettik. Sendikalaşmayı savunduk, bunu da başardık.

Çağdaş Sünni dediğimiz o kökenden ılımlı adamlarından en azından sosyal demokrat adamlardan sendikayı aldık ve iyi bir sendika yönettiğimize inanıyorum ve insanları da takdir ediyorum. Buradan sendikamız Türk-İş’e bağlıydı o zaman işte Türk-İş’in biraz düzen yanlısı olması ortaya çıktı. Şura bura derken mücadele verdik sendikamızı Türk-İş’ten daha doğrusu Sarı Sendika’dan, devrimizi sendikayı yer altı madenine geçirmeyi başardık. Tabi ne başaracaksın orada seni dürbünle görüyorlar yukarıda biliyor musun birileri seyrediyor sizi. Seyrettiler haydi babam bir de 12 Eylül darbesi çıkarttılar karşımıza. Yerimiz de vardı, yurdumuz da vardı, geçerliliğimiz de vardı sendika işçi alımlarında üç sendika heyeti giriyordu üç de giriyordu, disiplin kollarında 12 Eylül darbesi geldi güzelce sendikamızı, yerimizi, yurdumuzu hepsini elimizden aldı ve bizi de sorguya çekti. Suçumuz ne? Hak aramak. Başka bir suçumuz da yok. Yargıdan sonra velhasıl zorunlu emekli ettiler bizi. Bakıyorlar kimler bu işin elebaşları onları görüyorlar tabi kendileri not etmişler. Onların not defterlerinde yazılı zaten herkesin kim olduğu. Hani nasıl insan adam ahirete göçtüğü zaman diyorlar ya işte birileri din adamları, solcuların sol tarafına koyacaklar defterleri, sağcıların da sağ tarafına koyacaklar defteri bizim orada defterimizi bu tarafımıza koydular demek ki, bizi sildi çıkardılar.

Ankara’ya geldim, Ankara’ya geldiğimde 1991’de bir kiralık ev tuttuk orada oturduk. Onun dışında fazla bir gelirim yoktur, emekli gelirim var. Pir Sultan Abdal Derneği Dikmen’deydi gittim hemen ona üye oldum, Halk Ozanları Derneği’ne üye oldum, 1968 kuşağının kurmuş olduğu derneğe üye oldum, başından beri yaşamım bu benim. Sevgili Ayhan sivil örgütlenmeye çok değer veririm ben.

Nedir sivil örgütlenme size göre?

Sivil örgütlenme şudur Sayın Ayhan Aydın Bey, şimdi bir insan hakkını alabilmesi için, kimliğini ortaya koyabilmesi için, varlığını meydana koyabilmesi için, kültürünü sürdürebilmesi için kurulan örgütler. Bunun illegal örgütleri de vardır, legal örgütleri de vardır ve mevcuttur. Adamına göre nereye kafan sarıyorsa gider oraya üyeliğini yaptırırsın. Şimdi örgüt olmadığı zaman her şeyi bir zaten hâkimiyetin eline bıraktığınız zaman düzenin adamına bıraktığınız zaman ebet ananız ağlar. Birileri yanlış görürler, yanlış yorumlarlar, şudur budur derler ama ben yanlış yorumlamıyorum. Biz de bir atasözü vardır; öküz öküzün boynunda çamur görmezse rahat durmaz. Mecbur eğer ki baskı varsa, eğer ki zulüm varsa, eğer ki işsizlik varsa, eğer enflasyon varsa, eğer ki faşizm varsa bak bunun altında faşizm de var tabi ki, birilerinin bir tarafta adam gibi örgütlenmesi gerekiyor. Bananecilik dünyadaki en büyük kötülüktür, kalleşliktir, adam işi değildir. Bana ne, diyen adamların çoluğuna çocuğuna geleceğine büyük zararı vardır. Sivil örgütlenmede demin belirttiğim gibi aklı başında örgütlenmelere değer veririm. Ben de bu örgütlere kaydımı yaptırdım. Seçim oldu bizi uygun görmüşler Pir Sultan Abdal Derneği’ne seçtiler zatıâliniz de biliyorsunuz. Halk Ozanları Vakfı yönetim veriyorlar hala veriyorlar. Seçildik burada iyi bir mücadeleye girdik biliyorsunuz. Örgütlenme nedir? Maraş’ta niçin yandık örgütsüzlüğümüzden, Malatya olaylarını biliyorsunuz, Hamitoğlu olaylarını biliyorsunuz. Niçin o kadar evler yıkıldı, insanlar vuruldu, kırıldı, yandı? Örgütsüzlüğümüzden. Erzincan’da defalarca, Sivas’ta defalarca, Çorum’da Gül Sazak olayları oldu. İnsanlarımız zarar gördü, efendim buna benzer İstanbul’da Gazi olayları oldu. Bunlar belli ki bizim örgütsüzlüğümüzden ileri geldi.

Dağınıklıktan ileri geldi.

Dağınıklığımızdan ileri geldi biz dağınık olmasaydık bu işler başımıza gelmezdi ben öyle diyorum. Zaten dağınıklığımızdan beri, tarihten beri bir türlü muhalefetten kurtaramadık kendimizi.

Acaba bu Aleviliğin özünde mi var yoksa devleti yönetenleri veya ortamın koşulları dolayısıyla mı Aleviler yönetimden, iktidardan, haklarından mahrum kaldılar. Yoksa bu bir alın yazısı değil herhalde?

Yok, efendim ben alın yazısına hiç inanmayan bir dedeyim. Kimse benim alnıma bir şey yazamaz. Onlar saçmalık, kim ne yazacak benim alnıma? Böyle bir yazı filan işi değil bu aksine yönetenlerin işi. Sayın Ayhan Bey, kelime çok kaba düzen ne yapıyor, affedersiniz düzülenleri çok seviyor. Ama yaramazları sevmez devamlı onu susturma yoluna, sindirme yoluna gider ve düzenbazlar da bunu böyle yaptılar, bugüne kadar böyle her zaman kafamıza vurmaya çalıştılar. Sözümüzü, sazımı kesmeye çalıştılar ama tabi ki topluma öncülük eden ozanlarımız, büyüklerimiz, İmam Hüseyinlerimiz, Pir Sultanlarımız, biraz da önceden açıkladık, Hallaçlarımız buna benzer bir sürü öncülerimiz var. Bu öncülerimiz başının pahasına da olsa bizim güzelliğimizi yılmadılar yüzüldüler, asıldılar ama yolundan dönmediler. Pir Sultan ne dedi, “Dönen dönsün ben dönmezen yolumdan, yolumda doğruluk var, dürüstlük var” dedi bizim yolumuzu bugüne taşıdılar, bizi emanet ettiler.

Peki, yolundan dönülmeyen bu inanç Alevi Bektaşi inancı olarak nitelendiriyoruz bu inanç İmam Hüseyin’den günümüze kadar kırımlarla, yıkımlarla bugüne geldi, diyoruz sizin de savunduğunuz fikir bu. Siz anladığım kadarıyla Alevi yapısını, felsefesini, inancını doğuşundan bugüne daha çok ezilen, horlanan bir kesimin inancı olarak algıladığınız için ve Sünni İslam inancı olsun veya belli zihniyetin insanları olsun onlar da daha çok yönetici sınıflı olduğu için sürekli kendilerine bağlayabilmek için bunları ezdiler, diyorsunuz. İslamiyet’te iki büyük inanç var; Sünnilik, Alevilik ya da Batini yorum yani tasavvufi yorum Aleviliğe kaçan yorum onun karşısında ise işte medrese sistemi dediğimiz kurallara bağlı olan bir sistem.

Şimdi kuruluşundan beri doğruluk, dürüstlük var ezildik, horlandık, dışlandık bu inancımızı kabul ettiremedik, dediniz. Acaba sadece bu mu var, sadece menfaat ilişkisi mi var, ezilenler mi sadece Alevilerdir; yoksa Alevilik başından beri bir farklı bir inanç, farklı bir kültür olduğu için de ezilmelerinin ötesinde öbür inanç sahipleri çoğunlukta olduğu için bunları istememişler, kendilerine dâhil etmeye çalışmışlar? Yani olayı sırf sömürmek- sömürülmek, işçi sınıfı açısından değerlendirmeyelim de olayın bir inanç farklılığı boyutu var. Yani kendi bildiği yönde Arap felsefesiyle diğer felsefelerle bu Türk kültürü koruyan kültürü kendi yanına çekemedikleri için de bir baskı var. Hem ezilme var bir de yozlaştırma var herhalde, siz ne dersiniz?

Şimdi Sevgili Ayhancığım, dünyanın yaşı 4,5-5 milyar yıl oluyor bilim adamlarına göre, canlıların yaşı 2,5-3 milyar yıl oluyor. Geliyor inançlar bazına geldiğimiz zaman dinin inançları 50 bin yılı doldurmuyor. Bunun içinde güneşe tapma dâhil, aya tapma dâhil, puta tapma dâhil, ineğe tapma dâhil, yıldıza tapma dâhil, şimşek çakmış ona tapmış bunlar da dâhil 50 bin yılı doldurmuyor. İnsanoğlu geliştikçe kalkmış ne yapmış aya tapmış, bakmış ki onun dünyanın döndüğünü fark etmiş, o taptıkları şeyin farkına varmış. Farkına varamadığı şeylere çok tapmış. Bunun arkasında senin dediğin kavrama geleceğim Peygamberler tarihine baktığımız zaman, İsa’nın doğuşuna baktığımız zaman mantığının almadığı kavramlarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bugün dünya 2,5 milyar yılı canlıların yaşı bu dünyanın hepsi Âdem’den geldi din adamlarına göre. Adem’den geldi çok güzel. Âdemi peygamber olarak söylüyorsunuz Âdem peygamberdir diyorsunuz kendi kendine mi peygamber oldu. Orada demek ki bir nesil oldu orada canlılar var ki peygamber olarak atanmış. Havva’dan geldi onun arkasından diyor ki, Havva’yı yaratmış sol kaburgasından, sağ kaburgasından. Oraya baktığımız zaman sağda ki çocukla solda ki çocuğu birbiriyle evermişler onlardan bu kadar nüfus da zuhur etmiş gelmiş. Bunun arkasından Nuh’un tufanı olmuş, nüfusun tamamı gitmiş Nuh’un tufanında gemiye binenler orada kalmışlar yine bu kadar nüfus, bu kadar milyarlarca hayvan, canlı oradan gelmiş. Onun arkasında dünya kadar depremler olmuş, dünya yedi defa dolmuş boşalmış. Şimdi Alevi toplumu olarak bizim başımız ilime bağlı hurafeye bağlı değil. Bunun hemen akıbetin de geliyoruz peygamberler tarihi başladığı zaman sevgili can, Musa Peygamber kalkıyor diyor ki, öbürünü takmayın, onun yaptığı tapınaklara da tapmayın, seni de beni de yaratan bir yaratan var diyor. Bak yerdeki tapınakları göğe çıkıyor görülmez yere çıkarıyor. Onun arkasından da geliyor işte o zamanın şeyiyle Firavun başa çıkarmıyor Musa yetişmiş bir tarihte kayınbabası eğitimci, öğretimci efendim bakıyor ki taraf topluyor susturma yolunu buluyor. “Ya Musa gel seninle anlaşalım” kral öyle diyor. Ne yapacağız ben senin dediğin Tanrıyı tanıyayım diyor bana ekmek vermiyor, su vermiyor, ekmek istemiyor benden, elbise istemiyor benden sen de bir yasa koy diyor. Ne yasası? Yazdığın kitaba şükür yasası.

Sevgili Ayhancığım şükür yasası sevginin malını koruma yasasıdır direkmen, fakiri susturma yasası Cenabı Allah sana bu kadar verdi bana da bu kadar verdi. Bu haline şükredeceksin. Amerika’da adamlar sefalet içinde duruyorlar, Afrika’da adamları sinek yiyor o haline şükret Cenabı Allah taksimi böyle yapmış, diyorlar. Nasıl taksim yapmışsa. Bunun arkasından hemen geliyor, biraz uzun olacak, İsa peygamber çıkıyor. İsa da gökteki Tanrı’yı yere indiriyor o benim babam, diyor. Ben Tanrı’nın oğluyum insan sıfatına giriyor orada değişik bir konum daha var insan sıfatına giriyor yani dikkatinizi çekiyorum. O benim babam diyor böylece Tanrı’yı atıyor yere. Böyle yapıyor havarilerini yetiştiriyor sonra biliyorsunuz, İsa’yı öldürüyorlar bir taşın altına koyuyorlar. Madem Tanrı’nın oğluysan seni kurtarsın Tanrının, diyorlar. Onun havarileri, yandaşları İsa’yı çıkarıyorlar oradan kaybediyorlar. Odur budur İsa’nın göğe çıktığını o insanlarda böyle anlıyorlar. İsa da tabi birdir diye bağırtamadı, Musa da bağırtamadı bir tek var, Tanrı birdir, diye bağırtan peygamber Hz. Muhammed Mustafa o bağırttı. Peygamberin soyunu da peygamberden sonra bağırttılar. Soyunu, sopunu, çağasını, çocuğunu bağırttılar. Peygamber hemen öldü akibetinde hemen halifeliğe başladılar Ebu Bekir’i halife seçtiler ne kadar Ehlibeytini emanet ettiyse, ne kadar Kuran’ı emanet ettiyse, ne kadar nasihatler verdiyse hepsi geçersiz kaldı, direkmen haklar gasp edildi eski pir eski hamam oldu ellerinden aldılar.

Burada Hz. Ali efendimiz dördüncü halife tek halkın isteğiyle seçilen halife Ebu Bekir’i kendiliğinden geldi, Ömer de kendiliğinden geldi, Osman’da kendiliğinden geldi. Bak Ebu Bekir zamanında Kuran yoktu, Ömer zamanında da yoktur, Osman zamanında toparlatılmış. Bak bu Kuran’ı toplatacaksın da Muhammed’in yanında kim bulunmuş en çok kim bulunur, dediler, Ali bulunur, kızı Fatıma bulunur, torunu, çoluğu çocuğu, dediler. Ama onlar Kuran toplatılırken dışarıda tutulmuşlar. Dış tutuldukları için de Ehlibeyti sevenler Ali’yi sevenler, her zaman Kuran-ı Kerim’e dedikleri Kuran’a belki başlarıyla bağlıdır getir Peygamberin Kuranı’nı ki ben başımı bağlayayım. Osman’ın yazdığı Kuran’a ben başımı bağlamam demiş itirazını yapmıştır.

Kuran’ı da Ali ile Muaviye’nin savaşı tamamen senin dediğin konuya geleceğim İslam içerisinde ki ağır bir bölünmeyi ortaya getirmiş. Ali’nin cemini sevenler, Ali’nin cemiyetini sevenler, Ali’nin zikrini, fikrini sevenler Ali evi, Ali yanlısı olarak vaksedilmiş diğeri o keçede ki Sünni bak Sünni suni yani yapmacık suni sen âlim adamsın. Bir şey uydurdular o gün bugün bize yutturdukları İslam diye, Muhammed’in İslam’ı diye, Ehlibeytin yerine Ehli sünneti koydular şeriatın katı kurallarını dayatmışlar halen de dayatıyorlar ve geliyorlar. Bunun karşısında duranları ezmişler, bıçaklamışlar, hançerlemişler, yok etmeye çalışmışlar. Ve yine de yok olmadığının nedenini ben tekrar söylüyorum bunun temelinin bir sağlam olması, Alevi canlarımızın temelinin sağlam olmasıdır. Nedir sağlamlık? Hiçbir zaman Alevi dedesi olarak falanı öldürürsen cennete gideceksin demeyiz, dememiz mümkün değildir, falanı örneğin Hıristiyan, falanı şu bu dememiz de mümkün değil. Bizim söylemlerimizde tasavvuf düşüncelerden öte birinci bir güzellikler vardır, susmayan güzelliklerdir bunlar. Hz. Ali kalkıyor diyor ki, “Enel Kuran” ben Kuranın canlısıyım, diyor. Onun arkasından bir Hallacı Mansur çıkıyor diyor ki, Enel Hakk bu aynı kelime dikkat ederseniz. Enel Hakk diyor, Hakk bende diyor, kötü yolları öldürdüm mü ben Hakk olurum Hakk. Bunun arkasından bütün pirler piri Hacı Bektaşi Veli onlardan sonra kuşak olarak geliyor diyor ki, Hz. Ali ne dedi; “Bana bir harf öğretenin ben kırk yıl kölesi olurum”. O da dedi ki, “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Bağlantıya bak tarihin bağlantısına bak. Onun için karanlıkta çıkarı olanlar ışıktan korktular devamlı bu ışığı söndürmek için elinden gelenleri yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Yok, mum söndürdü, yok Kızılbaş, yok zındık… Tüm bunlar, bu söylentilerin altına iyi bakarsanız; bir türlü çıkar kavgası var. Dinlerin kabuğunu kaldırdığınız zaman altında bir sınıfın kavgası çıkıyor.

Yani dinlerin mücadele tarihini siz sınıfsal olarak nitelendiriyorsunuz ve Sünni İslam inancına sahip olan yapıyı da Ehli sünnet inancına sahip olan insan yapılarını da egemen sınıfların, illegal sınıfların bir inanç sistemi olduğunu, daha çok da ezilenlerin Alevi dediğimiz inanç çevresinde kümelendiğini ve o şekilde kendilerini ifade ettiğini söylüyorsunuz. Ama Sünnilerden de ezilenler olursa nasıl oluyor bu iş? Yani inancı tamamen bir sınıfsal yapı olarak görmek ne kadar doğru?

İnanç bazında ezildiklerine inanmıyorum, bence inanç bazında ezilmediler. Ben askerlik yaptım adam Şafiyse de kabul ederler, Hambeliyse de kabul ederler, Malikiyse de kabul ederler sadece Aleviliğin mezhep dediği İmam Caferi kabul etmezler. Onları da askerde hiçbir zaman için adam yerine koymazlar.

Yok, yani bire bir o zaman şöyle diyebiliriz dede, yani Sünni kesimden de ezilenlerin belli inançsal farklılıkları var, siyasal farklılıklar var Aleviler içerisinde de farklılıklar var. Daha çok diyelim yani hepsini bu sistemin içerisine koymayalım da daha çok Sünnilik dediğimiz inanç içerisinde egemen sınıfının yapısı var diyorsunuz daha çok ezilenler içerisinde de Alevi varlığı var diyorsunuz. Ama işçi sınıfı Sünnilerden de işçi olabilir, Alevilerden de olabilir fakat sizin ısrarla belirttiğiniz nokta Alevilerin daha çok ezildiği her yönüyle. Yani Alevilerin Sünnilerden işçi bile olmuş olsalar ne olmuş olursa olsunlar hem inanç yönünden, hem geçim yönünden her bakımdan çok daha fazla ezilen bir halk olduğunu söylüyorsunuz.

Çünkü düzenin yanlışlığını durmuyor sazıyla söylüyor, sözüyle söylüyor. Şimdi ben başında da söyledim işçi sınıfından söyledim ne zaman Alevi’si, Sünni’si bir araya geldiği zaman haklarını aldıklarını gördüm. Gerçekten baktığınız zaman bu memlekette Alevi’siyle Sünni’siyle her zaman ben cemlerimde bunu işlerim çok işlerim, ezilen toplum olarak bir araya gelebilsek. Bizim toplum aşağı yukarı ayık, aşağı yukarı az da olsa diğerlerinden ayık. Ben desem ki Ayhan ben seni cennete götüreceğim cennetin adresini sorarsın bana nerede, diye. Ama diğer kesim de, yani açıkçası Sünni kesimde, hala bunu ayıramayan insanlar çok. Hocanın fetvalarıyla insan öldürenler çok.
Aynen benim gibi ezilen insana beni ezdiriyor. Mesela diyorum ki,

Savcı bey halkımızı vuranlar
Vuranlar belli de kurtulan nerede
Memleketi soyup soyup yolanlar
Yolanlar belli de yolduran nerede.

Onun alt tabakasında aynen dediğimiz gibi o ezilen sınıf bir ayıkabilse, hacının hocanın şu egemenliğinden kendini bir kurtarabilse.

Şimdi yani hem inanç bazından gericiliğe, hem ırkçılığa karşısınız, ezen, sömüren sisteme de karşısınız. Önemli olanın ırkçılığın, gericiliğin olmaması, egemen sınıfların insanları ezmemesi, sömürmemesi hakça, adaletçe bir düzenin kurulmasıdır, diyorsunuz. Ve bu arada da Alevi Bektaşi kesiminin Sünni İslam inancını benimseyen insanlardan daha fazla ezildiğini, tarihler boyunca hem inançlarından dolayı dışlandıklarını, sizin şiirlerinizde, eserlerinizde onu hissediyorum, hem de bir inanç olarak da ta başından beri zaten bu ezilmişlikten çıktığını söylüyorsunuz. Sizin Aleviliğe bakışınız da diğer birçok insandan farklı, Yani Alevilik İslam’ın içinde sırf bir inanç değil, bir kültür, bir sınıf meselesi diye de yaklaşıyorsunuz?

Yani işçi sınıfı ağırlıklı olduğu için, işçi sınıfı ezilen de bir sınıf olduğu için, Alevilerin de çoğu ezilen ve işçi olduğu için burada bir örtüşme var, diyorsunuz. İnanç bakımında da Sünni İslam’da yüzyıllardır kayma/farklılaşma olmamış ama Alevilerin kendine ait bir ibadeti olmuş, bir kültürü olmuş, Anadolu toprağından da almış kültürünü, birçok özelliğini, diyorsunuz. Aleviliğin kendine özgü bir felsefesi bir anlayışı var, bir zihniyeti var, o her zaman yobazlığa karşı durmuş, diyorsunuz. Siz temelde buna inanıyorsunuz?

Doğru.

Şimdi halen bugün fırsat bulsalar Ortaçağda ki inen bir kitapla Kuran-ı Kerim’le bu dünyayı idare edecekler ama Alevi toplumu bu değil. Alevi toplumu, yeni yasaları, yeniliği, ilimi, çağdaşlığı, teknolojiyi, füze çağını kabullenmiş, sınıfını geçmiş bir toplum. Her ne kadar başını böyle zorluyoruz ki ismini Ali’den de alsa, Veli’den de alsa, Ehlibeyt’ten alsa ama orada oturup kalmamış. Her zaman kendisini yenilemesini, almasını bilmiş Anadolu bütün kültürlerin eşiği ve beşiği diyorsunuz siz de yazılarınızda söylüyorsunuz. Bu eşikte, beşikte belenmişler, elenmişler burada güzellikleri almışlar. İslam dünyasından aldıkları güzellikler nedir ezilen bir kesim almışlar, hakkı gasp edilen kesim kimmiş Ehlibeyt bunu bağrına basmışlar, onun baş tacı etmişler, kutsal etmişler, kutsal varlık olarak o ezilen kesimin iktidar kesimini almamışlar ezilen kesimi başına taç etmişler halende öyledir. Ama bunu yanı sıra da Şamanizm’den getirdiklerini, diğer kültürden aldıklarını da buraya ilave yapmışlar. Bugün ben bazı dedelerimize bakıyorum oturdukları zaman başımız Kurana bağlı, biz de İslam’ımız, diyorlar. Bugünkü yaşanan İslam’a baktığım zaman kardeşim eğer İslam dünyasını ele alalım, İslam dünyası diyorsunuz Ali’yi hançerletmek, Hüseyinleri kesmek, Ehlibeytleri yok etmek, düşünce adamlarını yok etmek bu kadar insanları al katil et içi dışı böyle gelişi doğrusunun dışında kan katil et. Ben sana bakıyorum ya sen hiçbir pisliğe bulaşmamış bir insansın, alnına leke bulaşmamış. Hatemi (Prof. Dr. Hüseyin Hatemi) bir tartışmasında dedi ki, “Ben Alevi camiadan bir ısrarım var, kurban kestikleri zaman alnına kan bulaştırmasınlar. Bunu bilmeyerek yapıyorlar” dedi. Niye dedim? Dedi ki, “Kerbela’da İmam Hüseyin’i kestikleri zaman, Hak için tek kurban İmam Hüseyin’dir onu dışında hiç hak kurbanı kabul etmiyorum ben, tek Hak için kurban bir zattır o da İmam Hüseyin’dir” dedi. “Orada İmam Hüseyin’in kanına el bulaştırdılar, yüzüne çaldılar, alnına çaldılar gitti Yezid’den bahşiş istediler. Ben de bu savaşın içindeydim, ben de onu öldürmeye katıldım, diye bahşiş aldılar, dedi. Kan sizin alnınıza yakışmıyor. Hangi kurbanda olursa olsun alnınıza kan çalmayın, dedi. Bu toplumun alnına kan bulaşmadı, alnına kan bulaşanlar belli mükâfat için” ben bunu o insandan gerçekten Ayhancığım duydum, işittim. Eğer buysa e sen bunun içinde nasıl yer alıyorsun. Allahu Ekber diyor kadının karnına bıçak sokuyor Çorum’da, Allahu Ekber diyor Maraş’ta beş gün insanları vuruyor, kesiyor, Allahu Ekber diyor Sivas’ta bu canları yakıyor, Allahu Ekber diyor meydanlara düşüyor, katletmediği adamlar, kırmadığı canlar koymuyorlar. Buna benzer bir sürü kan kin var.

Sen bunun neresindesin, sen ne kendini zorluyorsun, niye kendini bir yere yamamaya çalışıyorsun, bunun sebebi nedir? Eğer İslam buysa ben İslam değilim. Gazi Metin adına ben kendime söylüyorum şahsen beni o şeyden silsinler İslam buysa ben İslam değilim.

Feyzullah Çınar’ın güzel bir sözü var diyor ki, şiirinde yazıyor kasetinde yazıyor Derviş Kemal’in demesiyle,

Derviş Kemal der inanma
Adem denmez her adama
Müslümanlık kuru sanma
İnsan olmak zordur hocam.

İnsan olmak zordur, Alevi kurallarında insanlık vardır. Sen kendini niye zorluyorsun böyle ben burada meydan okuyorum bizi bir yerlere yamamaya çalışanlara. Şu sazımı götürsün Kuran’ın bir yerine sığdırsınlar, Osman’ın yazdığı Kuran’ın içine onu sığdırsınlar onların alnını çatını öpeceğim ben, hangi dedeyse, gözlerinden öpeceğim bu sazımı sığdırsınlar bana göstersinler. Dedim cemimi bırak kadınlarla kızlarla semah dönmemi, oturmamı, kalkmamı, yememi, içmemi, rakımı, şarabımı, dünyaya bakışımı bırak bunları bir tarafa koy aha bu sazı sığdırsınlar da ben göreyim.

Sığmıyor mu bu saz Kuran’a?

Mümkün değil.

Kuran nasıl bir kitap o zaman? Osman topladı diyorsunuz?

Cahil içtihadına göre toparlattı Muhammedi en yakın kim tanır, Ali tanır, bunu toplarken Ali’yi bile çağırmadılar, kızı Fatıma’yı çağırmadılar ya.

Yani Alevi, Bektaşi inancında diyorsunuz Kuran belli bir yere kadar varsa onun çok da ötesinde kültürel yapılar onun üstünde diyorsunuz.

Tabi tabi ben şunu iddia ediyorum getir Muhammed’in Kuran’ını ki başımı bağlayayım ben Osman’ın yazdığı, düzdüğü, şey yaptığı katı kurallarını kabul etmek zorunda mıyım?

Peki, Alevilik Sünnilikten temel olarak dünyaya bakış açısı açısından, ibadet şartları açısından ayrılıyor. Yani ikisi ayrı birer sistem. Siz demin çok önemli bir noktaya değindiniz yani insan merkezli dediniz, insan severlik dediniz, hak Âdemdedir dediniz, Aleviliğin bu düşüncesini oluşturanlar da İmam Hüseyin gibi, Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdallar gibi ulular dediniz, bunların eserlerinde bu var, dediniz. Bunları okursak dediniz insanın yüceltildiğini görürüz, dediniz. Herhalde bunun köklerinde yine Anadolu uygarlığı da var, diğer felsefeler de var.
Fakat gelelim biz o kültürü bugünlere getirenlere esas meselemize âşıklara, ozanlara, dedelere. Ozanlarla ilgili fikirlerinizi biliyoruz çalarak, söyleyerek getirmişler bu yolu. Peki dedeler, kendilerinin Seyid-i Saadet olduklarını söylüyorlar, Evlad-ı Resul olduğunu söylüyorlar siz her ne kadar asaletle övünülmez deseniz de, soyla övünülmez deseniz de Ehlibeyt’ten gelinerek bu yollar sürüldü, diye bir inanç var, Anadolu’da dedeler bunu böyle ocaklara bağlı olarak sürdürüyorlar.

Peki, bu Ehlibeyt kavramıyla ocakları nasıl bağdaştırıyorsunuz, dedelik kurumuna nasıl getiriyorsunuz, bu olayı anlatır mısınız?

Şimdi sevgili Ayhancığım peygamberlerin doğum yeri Urfa’dır, şura bura değil, Arabistan falan değil. Halil İbrahim peygamber Urfalı’dır, doğum yeri Urfa’dır gölü de oradadır. Burada Halil İbrahim Peygamberin iki karısı oluyor biri Sara biri de Hacer. Hacer’den doğma İsmail’i Hicaz’a Yemen’e gönderiyor nüfusunu kabul ettirebilmesi için, İshak’ı da Musevilere gönderiyor, İsrailoğullarına gönderiyor. Bugünün söylemiyle Hıristiyan âlemine gönderiyor. Bunların ikisi bir kardeştir ayrı da değildir. Şimdi Seyid-i Saadet evlatlarına gelince buradan Hicaz’a gidiyor oradan Arap Şeyhinin kızıyla evleniyor, on iki tane çocukları oluyor ondan sonra bu makam çekişmeleri yüzünden aynı anneden, aynı babadan doğan insanlar birbirlerine zıt oluyorlar. Muaviye ile Ali sülaleden akrabadır bunu kimse inkar edemez, onlar akrabadır yani bunun ayrı gayrı bir kol değildir. Ama burada mesele nedir? Emevi saltanatı elinde hâkimiyet olduğu için nereden akrabadır? Anne tarafından akrabalardır, baba tarafından akraba değillerdir. Dede tarafı Halil Peygambere çıkmaz. Abu Sufyan’ın dede tarafı olan tarafı Halil Peygambere çıkmıyor. Ama Hz. Muhammed Mustafa’nın Ali’nin baba tarafı, dede tarafı Halil İbrahim Peygambere çıkıyor. Halil İbrahim Peygamberin babasının adı Hazer’dir, Arap değildir Hazer’dir. Dedeliği dolaşmış biliyorsunuz. Buradan gidiyorlar neyse bu kavgaları geldik geçtik dedelik kurumundan.

Seydi Saadet evlatları doğru oradan gidiyorlar, orada ki kurum tarafından ezildikten sonra bunlar tekrar sülaleyi taraflarına çekilmek zorunda kalıyorlar. Malatya’da bugün Zeynel Abidin türbesi vardır, Anadolu’da dolu Zeynel Abidin türbesi vardır. İstanbul’un ortasındasınız İmam Hüseyin’in kızlarının türbesi var. Ne oluyor o bölgelere geliyorlar, o bölgelere geldikleri zaman torunları beraber geliyor, çocukları beraber geliyor, burada doğum yapıyorlar yani gelmeler bundan oluyor, bağlantılar bundan oluyor. Tabi ki demin de işledik dedelerin ellerinde beratları olanları var ama ellerinde berat olmayan dedelerimiz de var. Düzen rahat durmamış, saray rahat durmamış. Bakmış ki bu soyun etkinliğini kesebilmek için elinden geleni kullanmış. Elinden gelen ne olmuş sarayda birer tane mühür basmış seni de dede olarak bir yerlere tayin etmeye başlamış belli dönemde. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli Anadolu’da bir okul açmış Hacı Bektaşi Veli Bektaşiliği kurmadı asla Bektaşilik diye bir kurumu Hünkâr kurmamıştır. Balım Sultan’dan sonra kuruldu Bektaşilik kurumu. Ayrıyeten Hünkar Hacı Bektaşi Veli ayrı bir Bektaşilik; Aleviliğin dışında, Kızılbaşlığın dışında bir kurum kurmadı, Balım Sultan gününde kuruldu bu sistem, buradan da yola bir çelişki sokulmak istendi. Hünkâr’ın bel evlatlarıyla, yol evlatları; babalarıyla, çelebiler halen çekişmeler devam ediyor, bugünün ortamında devam ediyor. Dediler her adam dede olabilir burada yetişir baba olur şudur budur, dediler. Amaç devlet düzeninde buraları eline almak, hiçbir zaman egemenliği altına almadığı ocaklar vardır, onları kontrol etmekti. Bir zaman için egemenliği altına alamayan ocakları egemenliği altına almanın yollarını aradı. Sonra baba tayin etti birisinin babasının babasını tayin etti, şunu tayin etti biraz da devlet göz yumdu. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli işte dağdaki, bayırdaki adamları toplamış, eğitimini vermiş eline de bir diploma vermiş. Sen Kütahya yöresine gideceksin, sen Tokat yöresine gideceksin, sen falan yere gideceksin yerleşik durumu bu şekilde Hz. Hünkâr dedeleri yetiştirmiş Anadolu’da, Balkanlar’da her yere göndermiş. Benim şu anda sülalemde Hünkâr’ın verdiği icazetname var. Soyları bundan bağlanıyor. Bu bağlamın dışında İzzettin Dede’yle bir yerde daha konuşmuştu dedi ki; Mevlana hazretleri için, “Alevidir o dedi”. Aynen böyle yumuşak bir dille “Alevidir” dedi. Orada itiraz ettiler, Diyanet reisi falan, dediler bize bir şey bırakmadınız ki, dedi. O da, sizin zaten bir şeyiniz yok ki, dedi. Orada doğru söyledi. Mübarek adamlar bir şeyiniz yok, Anadolu’ya gelene kadar Sünni kavramı yok. Yavuz geldi bir Hırka-i Şerifi getirdi Hırka-i Şerifle beraber yobazlığı da beraber getirdi. Sakalı, yobazlığı, tesbihi, takkeyi aldı buraya beraber geldi. Ne zaman Osmanlı yönetimi dedi aynen böyle onun ağzıyla konuşuyorum, Osmanlı yönetimi Hacı Bektaş kültürüne yürüdüğü zaman Viyana’ya kadar yürüdü. Ne zaman Şeyhülislama dönüştüğü zaman kısıldı, kısıldı, kısıldı her şeyini kaybetti. Matbaaya karşı çıktılar, yeniliğe karşı çıktılar, şuna karşı çıktılar, buna karşı çıktılar. Dede dedi ki ya olur mu Mevlana ki madem Mevlana Sünni ise camilerde niye semah dönmüyorsunuz? Mevlana semah dönüyor. Neden camilerde semah dönmüyorsunuz? Mevlana’nın kapısında bir yazı yazıyor, “Ne olursan ol gel” eğer Mevlana katı Sünni kurallı olsaydı, doğru saray yanlısı hareket etmiş, ama bağnaz, yobaz birisi değil Mevlana. Bunu söyledi. Hoşuma gitti. Teşekkür ederim ona o pir yine oraya bir şey koymuş, “Ne olursan ol gel”, demiş, bir de semahını ortaya koymuş. O günü ben bunları televizyonda dinledim.

Alevilik Sünnilik kavramını bolca kullanıyoruz gerçekten baktığımız zaman siz de bakmışsınızdır Yavuz hareketiyle Türkiye’de daha çok Sünni kavramı işlemeye başlamış. Kangal’da Oğmuşlar var İzzettin Dedeyle akraba Oğmuşlar Sünni ama aslında bizim talibimiz.

Baskı olunca insanlar değişiyorlar. Yani Sultan Selim zamanından itibaren bir devlet idaresi ve yönetim şekli olarak Sünnilik denilsin. Sünnilik benimsenmiş dedeler kavramı da işte denmiyor, yolunu bırakmıyor, yaklaşmaya dağda, bayırda o can veren insanlar bu kültürü almış ki büyük bir emanet getirmişler. Efendim Seyit sülalesinden olduklarını ellerinde ki beratlardan söylüyorlar ama bu yeterli değil.

Ben sizin düşüncelerinizi çok iyi biliyorum yani Türk kültürü geliyor, Anadolu’da harmanlanıyor eren, evliyalarla Hacı Bektaş Dergâhında ocağında pişiyorlar onlara hizmetlerine göre icazetler veriyor, Anadolu’ya dağıtıyor, gönderiyor Hünkâr Hacı Bektaş. Daha sonradan da belli ocaklar teşekkül ediyor, her bir bölgeyi ocaklar irşad ediyorlar… Anadolu’da birçok ocak Hacı Bektaş Dergahı’na bağlı oluyor. Oradan bir eğitim alıyorlar.

Çünkü bizim toplum medreseye gidemiyor, medrese de okuyamıyor.

Ya da okumuyordur kendileri çünkü dil Türkçe’yi kullanıyor.

Uygun gelmiyor.

Uygun gelmiyor yapı bakımından ve halk kitleleri toplanıyorlar. Böylece halkı eğitiyor ocaklar, dergâhlar. Dedeler de oralarda yetişiyor babadan oğula nesilden nesile sürüyor daha sonra diyorsunuz ki Balım Sultan’dan sonra bir Bektaşilik oldu. Belden gelmeyenler de, yolu sürenler de bu işe girdiler. Babalık diye bir kurum çıktı bu iş oldu dedesiyle babasıyla bu işi bugüne kadar getirdiler.
Peki, sistem nedir yani dede kimdir? Yani manevi manada gerçek bir dede kimdir? Neyin temsilcisidir, kimin temsilcisidir? Bir toplumda hangi pozisyondadır, hangi pozisyonda olmalıdır? Tarih boyunca bize aktarılan bilgiler var. Siz de öyle bir aileden geliyorsunuz, Hüseyin Abdal Ocağı Hacı Bektaş dergâhına bağlı bir ocak diyorsunuz. Oranın bir mensubusunuz?

Şimdi Sevgili Ayhancığım dede kimdir doğrudur evvel sülaleden gelmiştir. Bir yerde Hz. Ali’nin güzel bir sözü vardır yahutta Hz. Hünkâr’ın güzel bir sözü vardır, “Belimden gelen değil de yolumu süren de benim evladımdır.” Demiştir.

Bektaşiler o lafı çok benimsiyorlar çünkü onların kılavuzu o laf.

Benimsiyorlar şundan demek istiyor diyor ki, belimden gelmiş yolumu öğrenmedikten sonra, kafası çalışmadıktan sonra, belli bir eğitim almadıktan sonra ne yapacak ki bu adam. Burada Hünkâr’ın amacı şu: yolun sürülebilmesi için ne lazım, eğitim lazım. Hz. Hünkâr’ın çocuğu da olsan, evladı da olsan, evladı resul da olsan, seydi saadette olsan kendini yetiştirmedikten sonra kukla gibi kalırsınız. Nitekim bazı dedelerimiz var, yanına bir âşık alırlar her şeyi o yürütür, o der, o çalar bir tek Allah Allah bilir yallah yallah bilir başka bir şey bilmez. Çünkü o dede kendini yetiştirmemiştir, kendini ona bağlamıştır. Burada eskiden bir dede hem saz bilirdi, hem hacıydı, hem doktordu, toplumun her şeyiydi. Kadıya gitmek yok, yasak. Mahkemeni orada olacaksın o dedenin huzurunda, o pirin huzurunda, o ocakta yargılanacaksınız. Ha doktora zaten gidilmiyor dağda kalmış. O insan önce bildiği kadarıyla ottan şundan bundan ilaç yapacak yarasına merhem olacak, bilemediğine de ya sual söyleyecek verecek ya da bir elma verecek. Ayhan’ım iyileşeceksin yavrum şu İmam Hüseyin’in lokması, hele onu bir al, iyileşirsin, diyor. Bu insanın kafasına bu güzelliği koyarak bu güzelliğiyle dolaştığı zaman tabi ki iyileşmeleri de oluyordu olmaz da değildi. Onlara manevi bir güç de vermişler. Bu işlevleri vardı Tekkelerin; çocuk yetiştirme, eğitimleştirme, cemi, cemiyeti unutturmama gibi işlevleri vardı. Ama bu tekkeler işlevlerini bugün kaybettiler.

Peki, cem evleri yeteri kadar dergâhların görevlerini karşılıyor mu, karşılayabilir mi?

Şimdi bunun yerine dernekler girmeye başladı. Dernekler girdi şu anda bile siz de içindesiniz dünyanın her tarafında Alevi Derneği var. Şimdi burada ben bir Gazi Metin olarak her tarafa çağırıldım nefesimin yettiği kadar. Birkaç tane insanları kabullendiği, çağın kabullendiği dedeler var birkaç tane fazla değil sayısı çok az. Bunlar bu devletlere yetebilir mi, yetemez mi o da ayrı bir mesele. Tabi burada şu gereksinme oluyor dedeler bizi bağışlasınlar bazıları soyuyla sopuyla öğünüyorlar. Mesele bu değil eğitimiyle övünsünler. Bu cem evlerinin, Cem Vakfı’nın, Alevi derneklerinin her görevden önce bir görevi var; okul açmaları gerekir. Okul açıp burada insan yetiştirmeleri gerekir, aksi takdirde asimile oluyoruz. Bugün tarihten beri asimile edilmeyen Arapça’ya fazla karışmayan bir toplum idik. Ama artık değişiyor her şey. Bugün belki burada Arapça’yla katılıyorsunuz siz ceme filan. (Cem Vakfı’nı kastediyor.)

Türkçe’ye ağırlık veriliyor ama Arapça da var ama.

Arapça da var demi pek anlamıyorsunuz?

Bir söyle bakalım Arapça, biraz Kuran oku bakalım. Ondan sonra da Türkçe kuran oku.

Şimdi şöyle bir şey var biliyor musun başında da söyledik reklam gibi olmasın, Mahsuni’nin cenazesine bizi çağırdılar orada okuduk. Mesela dedik, “Ey cemaat Peygamber’in aziz ruhuna selavat. Allahümme sella ala seydine Muhammed ve ala Ali Muhammed essedül bil hakkı Fatımatül Zöhre vel Hasan vel Hüseyin Ali evladı İsmail La İlahe illallah Hak birsin Muhammed Resulullah Aliyül Veliyül lah mürşidi kamilullah Ehlibeytin ya resul Allah. Böyle gidiyor.

Sadakal Allahül azim Bismi şah Allah Allah. Ey yüce Allah sana geldik sana sığınıyor, sana yalvarıyoruz, senden medet bekliyoruz bizler senin kullarınız hata etmiş olabiliriz, günah işlemiş olabiliriz Habibin aşkına, Muhammed Mustafa’nın aşkına, Aliyel Mürtezanın aşkına, Ehlibeytin aşkına günahlarımızı bağışla Yarabbim. Kusurlarımıza bakma bizi ateşinden, yarından yakma gönlümüze hainlik, fesatlık, kin, kibir, benlik sokma Yarabbim. Evlat isteyenlere hayırlı evlat, kısmet isteyenlere hayırlı kısmet, küflet isteyenlere hayırlı küfletler nasip eyle Yarabbi. Bizden doğacak zümreye annesinden, babasından büyüklerine ehlibeytin yoluna itaat edenlerden eyle Yarabbi. Gökten hayırlı rahmetler yerden hayırlı bereketler ihsan eyle Yarabbi Yarabbi bizleri nizandan, kinden, kibirden, kuldan, gaybetten, benlikten uzak eyle Yarabbi. Yarabbi bizleri birliğimizden, dirliğimizden, insanlığımızdan, özgürlüğümüzden, cemimizden, cemiyetimizden ayırma yarabbi. Duamızı yapıyoruz bu şekilde Türkçe olarak.

Yani Yasin okumuş olsaydınız çok az bir bölümünü nasıl okuyordunuz?

Hak Muhammed Ali geldi dilime
Kalma günahlara mürvet ya Ali
Yine ihsan senden ola kuluna
Kalma günahlara mürvet ya Ali
Hatice Fatıma mihr-i muhabbet
Allah’ım kuluna edesin rahmet
İmam Hasan İmam Hüseyin mürvet
Kalma günahlara mürvet ya Ali
İmam Zeynelabidin’e varalım
Derdimizin dermanını bulalım
Doksan bin erlere yüzler sürelim
Kalma günahlara mürvet ya Ali
İmam Bakır imamların serveri
Ol İmam Cafer imanım nuru
Allahım eydirme amanla zarı
Kalma günahlara mürvet ya Ali
İmam-ı Musa-yi Kazım er-Riza
Günahım çok imiş diyeyim size
Allah’ım hidayet eylesin bize
Kalma günahlara mürvet ya Ali
İmam Taki İmam Naki’dir virdim
Anlara sığındım dayandım durdum
Hasan-ül-Asker’e yüzümü sürdüm
Kalma günahlara mürvet ya Ali
Pir Sultan’ım tamam oldu sözümüz
On İki İmam’a bağlı özümüz
Muhammed Mehdi’ye var niyazımız
Kalma günahlara mürvet ya Ali

Onu da şimdi iyice başında Peygamberin aziz ruhuna selavat diyorsunuz. Ama hocaların okuduğu selavatı yerine getirmiyorlar onlar sadece Allahümme sella ala seydine Muhammed ve Alanül Muhammed diye şey yaparlar. Bizde, Essedül bil Hakkı Fatımatül Zöhre vel Hasan vel Hüseyin Ehlibeyti katması gerekir. Ali evladı ecmaül diyoruz. Eşhedü enne İlahe illallah yerine la İlahe illallah Hak *** Muhammed Resulullah Aliyül Veliyullah mürşidi Kamilullah Ehlibeytin Ya resul Allah diye hitap ediyorsun. Arkasından, öbüründe de aynen selavatı getiriyorsun. (Burada Arapça Kuran okuyor) Elhamdülüllahi Rabbil alemin el fatiha diye Fatihasını okuyorsun.

Öyle devam ediyor çok güzel yani her ikisinin de farkını da böylece sevgili izleyenlerde dedemizden dinlemiş oldular.

Şimdi dedelik kurumuna geldik orada konuyu değiştirdik ve tekrar oraya dönerek devam edelim.

Bizim bir iki gündür yogun olduk biraz da kafamızda yorgunluk var herhalde.

Yok, hayır ben konuyu değiştiriyorum. Estağfurullah sizin hafızanız bizden çok daha kuvvetli, yerinde. Yani dedelik Hacı Bektaş’tan bu yana yolu süreninidir, yolu hak edenindir, o yüzden kim bu yola layıksa, yetişiyorsa o gelecek.
Şimdi somutlayalım meseleyi; size gelelim, siz hangi dedelerden yetiştiniz nasıl bir ortamda büyüdünüz? En başta aldık da dedelik konusuna gelelim.

Şimdi biz bunu tamamlayamadık. Şimdi ben yetiştiğimde dedeler tabi Seyidi Saadet evlatlarıydı, talibi irşad etmek Seyidi Saadet evladı olması gerekiyordu, ikrar vermiş, talip o da talibine ikrar vermişti birbirine bağlı ikisi birbirinden eksiği noksanı yoktur. Yani taliplik mertebesine erişmekte kolay değil. Kamil insan olmak kolay değil belli bir okuldan geçmesi lazım. Bir cemden, bir cemiyetten musahip ile olacak, öğütlerini alacak, gerekeni yapacak, her şeyi yapacak ondan sonra yetişkin bir insan olacaksın ki talip olasın yoksa ben talibim demeyle talip olamazsınız. Ben dedeyim demeyle de dede olmazsınız ben talibim demekle de gerçek bir talip olamazsın.
Bu dede beni irşad edebilir, beni ikna edebilir, bana yön verebilir. Her yönüyle bir dede dürüst olacak, ağzından çıkan sözleriyle izi bir olacak, gidişatı bir olacak, yanlışlığı olmayacak, eline, beline, diline sahip olacak, başta bu ilkeye en çok bu kurumun uyması gerekiyor. Evvel bir dede talibe gittiği zaman ilk önce kendi köyünden bir helallik alıyordu en azından. Benim Tokat’ta taliplerim var bizim Âşık Ali Metin’i görüyoruz köyde bir kurban keserdi kurban kesilince de köyü toplar kiminle kavgalıysa ona ısrar edilirdi, onunla barışılırdı. Ondan sonra o adam izin verirse, yol verirse, dede görgüye gidiyordu. Komşusuyla barışmadan bir yere varamıyordun. Ama şimdi öyle değil. Bir dede toplumda kendini mutlaka kanıtlamış olmalı; eğitimiyle, terbiyesiyle, öğretileriyle, turaplığıyla, enginliğiyle topluma kendisini kabul ettirmesi lazım. Bir de cem yaparken çünkü artık her yörenin talibi o cemde bulunuyor orada o insanlara düşüncesini kısa olarak anlatacak arkasından da o insanlardan izin isteyecek.
Postu tarif edecek ve izin isteyecek o insanlar eleştirirsiz izin verirlerse oraya oturacak. Öyle dedelerin dokunulmazlığı yok ki, posta otururum beni kimse eleştiremez, kimse öteye git diyemez, kimse benim yanlışımı göremez niye? Efendim öyle değil, öyle değil her insanın sorgu hakkı olmalı, sual hakkı olmalı dede kalkıp oturduğunda müsaade istemeli. Dede’ye, ben seni tanıyorum sen falan yerde şunu yapmıştın o makama oturamazsın, diyebilmeli talibin bu hakkı olmalı. Ben saf, temiz olacağım ki benim yıkadığım da temiz olsun, ben temiz değilsem benim yıkadığım temiz olur mu?

Siz halka soruyorsunuz, köyünüzden böyle bir onay alıyorsunuz.

Peki, Hacı Bektaş Dergâhına bağlıyız, dediniz ocak olarak orayla bağlantılarınız nasıl?

Şimdi evvelden şu anda bağlantılarımız kopuk. Şu anda biliyorsunuz herkesin, her dedenin bağlantısı kopuk. Evvel böyle değildi evvel mesela Hüseyin benim büyük dedem Kara Halil Baba hazret kapının önünde on iki hazretler şey vardır o da dördüncüsüdür orada eğitimini almış. Onun oğlu Hüseyin Abdal eğitimini almış belli çevrelere gönderilmiş onun oğlu Ali Baba gelmiş eğitimini almış yine babasının yoluna gitmiş bunlar kayıtlı onun oğlu seyit Mahmut Osmanlıya karşı durmuş idamı gelmiş Malatya’nın Akçadağ Kasımoğlu aşireti karısı oralı olduğu için oraya gitmiş iki çocuğunu beraber götürmüş Elif ile Seyit İbrahim, orada Hakka yürümüş o insan orada türbesi orada. Elif orada kalmış, oğlu İbrahim tekrar Hacı Bektaş Tekkesine gelmiş o kadar mücadeleden sonra eğitimini almış yine gelmiş tekkeye sahip çıkmış.

Hangi tekkeye gelmiş?

Hüseyin Abdal tekkesine.

Hangi tekkeye gelmiş?

Hüseyin Abdal tekkesine. Oraya sahip çıkmış orada insanları yetiştirmiş arkasından devamlı insan yetişmiş belli dönem, belli zaman.

Bugün yöremizde çok anılan dedelerden Seyfettin Dede vardı, Battal Karababa ve Âşık Ali Metin; büyük ozan kaynım Feyzullah Çınar; rahmetli Aşık Veysel’in de ustası Çamşıhlı Ali Ağa Dede bunlar bizim yörenin o zaman tanınan simalarıydı.

Battal Karababa vardı, Mahmut Erdal’ın babası Kanbur Mustafa Erdal dede vardı. O cemlere yetenekliydi. Feyzullah Çınar’ın emmisi olan Mustafa Çınar Dede o da yetenekliydi. Çamşığı’da Dışbudak Âşık Hüseyin Karababa Dede de vardı. Esef Dede, oğulları vardı: Ali Dede, Mamo Dedeler, Başören Köyü Aziz Ağa Mezrasında Hüseyin Karakuş (Katık Hüseyin) Dede vardı. Kangal Minarekaya’dan; Şirzade Mehmet Erdem (Şirin Dede) vardı, Yellice’de Yahya Dede vardı, Budala Dede vardı, Teyyar Dede vardı. Eğin’den gelen Ağ Dede vardı. Yağbasan Köyü’nde Ali Dede (Garip Musalı), Ziniski Kırmızı Dede, Dışlık’ta Kumru’yu yazan Hasan Efendi (Dede – Garip Musalı) Höbek’te Gözoku İsmail Aslandoğan Dede, Hıdırlık Köyü’nde Ağucan’lı İsmail Coşkun (Ozan Sinemi’nin babası), Karageben İsmail Dede vardı, Çamşıhı’nda Eyübağa Köyü’nden Hacı Şahin Dede, (Hüseyin Elmas Dedenin dayısı) Baloğan Köyü’nde Aziz Toprak Dede, Azizağan Köyü İbrahim Karakuş Dede (Kağıtçı Dede) Depehan Hüsnü Dede vardı. Feyzullah Çınar’ın köyü Selman Şahin (Salman Efendi), Yalıncak Köyü’nde Ali Dede, Mithat Dede, Gözel Dede (Maraş’ta ölünce 60 kurban kestiler. Battal Karababa’nın yiğeni.) İşte bunlar namlı dedelerdir. Yeri gelince başkaldıran, bildiğini sakınmadan söyleyen gerçek dedeler bunlardı. Hüseyin Abdal Türbesinin elli yıl türbedarlığını yapan Çakırağa’nın Köyü’nden Yahya Dede (Tekke, Hüsayin Abdal’ı getirdiğimiz yerde).
Fatma Ana (Benim Babaannem Yalıncaklı. Cem yapıyordu, ben buna yetiştim. Salman Efendi’nin kızı.)
Eşke İnsaf Ana (Cem Yapıyordu. Hacı Şahin’in Dede bacısı.)

Zeynep Ana (Battal Karababa’nın bacısı. Yalıncak’ta Ali Dede’nin hanımı. Cem Yapıyordu. Taliplerinin üzerinde büyük ağırlığı vardı. Maraş yöresine gidince talipleri büyük hürmet gösterirdi.)

Çamşıhı yöresi bir toplandığı zaman gerçekten görgüsünü, sorgusunu 2-3 ayda bitirebiliyorlardı.

Peki, bu dedelerin sizce normal diğer dedelerden farkı neydi o dönemin temel farkı neydi. O dedelerin en büyük özellikleri neydi?

Temel farkları, eğitimini almışlardı.

Eğitim derken ne gibi bir eğitim, ne gibi bir bilgi donanımı vardı yani?

Şimdi o insanlar gelmiş Hünkâr’da beş yıl kalmış bir insan. Beş yıl orada Hünkâr’ın açtığı okulda o okulda dört kapıyı, kırk makamı dürüstlüğü, doğruluğu, insanlığı, inceliği, tasavvuf düşüncesini ne bileyim bunların hepsini oradan almış, eline bir icazet verilmiş.

Yani sizin döneminizde ki o küçük yaşınızda oraya gidip hizmet gördükten sonra geliyorlar dergâha dedeler.

Tabi canım, belli döneme kadar gidiyorlardı.

Bunu hatırlıyorsunuz, biliyorsunuz?

Biliyorum. Biri benim büyük dedem yani bir iki tane fazla değil fazlası oradan eğitimini almış gelmiş o insan. Ondan sonra zaten eğitimsizlik kopmaya başlamış insanlarda bizim hepimiz şu anda ben eğitimimi aldım, eğitimimi şöyle aldım, orada eğitim gören dedeleri İbrahim Dede o yörede yetiştirmiş kendisine dede o da gelmiş orada durmamış o da insanları eğitmiş. Onun eğittiği insanlardan biz eğitim aldık.

Kuşaktan kuşağa öyle bir gelenek var.

Gelenek var.

Peki, nasıl bir eğitim aldınız? Yani ne gibi bir etkileme yani sen dede evladısın, sen ocakzadesin, sen şu kurallara uyacaksın, şunları bileceksin, cem şudur, semah budur, görgü budur bunları öğretiyorlar mıydı size?

Hepsini teker teker. Zaten Ayhancığım şöyle, çocukken ceme katıldığın zaman çocuk.

Çocuklar ceme katılabiliyor o yörede.

Tabi bizim yöremizde katılır sadece bir görgü cemine musahipsiz adam katılmaz diğer cemlere.

Görgü cemi dediğiniz musahiplik cemi mi yoksa?

Musahiplik cemi.

Sene de bir her talibin kurban hakkıdır, dede huzurunda görülecek ona da mı görgü deniyor. Musahiplikle o görgü aynı isimle mi anılıyor?

Hayır efendim.

Mesela yeni çift musahip olacak.

Musahip tutacak insanların cemi ayrı oluyor, görgü cemi ayrı oluyor. Görgü nedir? Ben musahibi bağlarım dede olarak bir yıl sonra da giderim bağladığım musahipleri bir yoklarım. Derim benim öğretilerime bu insanlar uydular mı? O köyde benim bir vekilim vardır hani dikme baba diyoruz ya, dedelerin ulaşamadığı köyde bedri kolu, babalık kolu denen, orada o dikme insan ben gelene kadar, dede gelene kadar orada sorumludur o insan. Eksiği, noksanı toparlar, dede görgüye geldiği zaman dedeye bunları aktarırlar. Şunun şu noksanı vardı, bunun bu noksanı vardı şu talip şuna uymadı yani görgü adıyla da belli.

Yani görgü cemi senede bir kez insanların görülmesi, kontrol edilmesi için yapılıyor. Peki, gittiğiniz köyde diyelim bütün çiftleri görüyor muydunuz, musahipli çiftleri önceden de olmuş olanları yani? Nasıl oluyor?

Şimdi kurban olarak değil de. Toplu kurban.

Toplu kurban mı oluyor?

Toplu kurban. Ama musahiplik ceminde üç beş musahip oturtursun veyahut iki musahip.

Arka arkaya mı oturtuyorsun?

Tabi canım arka arkaya.

Yeni musahip olacakları demiyorum.

Zaten onlara bir gün veriyorsun. Yeni musahip olanları hemen oturtturamazsın. Olmak isteyenlere diyorsun ki yavrum bu yol çok zor, kolay değil; gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı bu yol kıldan incedir, kılıçtan keskindir burada dört kapı kırk makam vardır, anne baba hakkı vardır, konu komşu hakkı vardır, insan hakkı vardır, mürşit hakkı vardır, pir hakkı vardır, rehber hakkı vardır… Bundan made sayarsın elinize sahip olacaksınız, belinize sahip olacaksınız, dilinize sahip olacaksınız, haram yemeyeceksiniz, zina etmeyeceksiniz, yalan söylemeyeceksiniz. Aşınıza, işinize, eşinize sahip olacaksınız nasihatlerin bir tamamını bir adamın yaşamı boyunca ne lazımsa çalışmakta ibadettir Alevilikte bunların tamamını o talibe öğretiyorsun.

Şimdi sevgili Ayhancığım, Nasrettin Hoca’nın çocuğa tokat vurması vardır, sen bilirsin. Çocuğun eline testiyi veriyor, bir tokat atıyor. Buna şaşırıyorlar, ne yaptın Hoca, çocuğa niye vurdur, diyorlar. O da diyor ki, testiyi kırdıktan sonra ona tokat atsan ne fayda? Şimdi Alevilikte tabiri caizse, ilk önce tokat vurulur kişiye, bir ders verilir. Alevilikte arınmadan çok uyarı vardır. Arınmama nedir? Kendinden şükretmedir Cenabı Allah’a yalvarmadır. Ama Alevilikte bir uyarı vardır, insan müşküle düşmeden cem de talip musahip tuttuğu zaman yolun erkânını iyice anlatacaksın. Yavrum altı ay size izin, bir yıl izin birbirinizi bir daha yoklayın Çünkü ikrar verdiniz mi, karar ettiniz mi bundan dönmek yoktur. Yarın yanağından başka ikrar veriyorsun. Açlıkta, toklukta, iyilikte, kötülükte her zaman ikrar veriyorsun. Sizler birbirinizi taşıyabilir misiniz? Birbirlerinize tahammül edebilir misini? Birlikte bir yol alabilir misiniz? Birbirinizden sorumlusunuz o insan altı ay sonra diyor ki, biz tamamladık Ayhan ile Hüseyin Gazi Metin musahip olabilir işte bu anda kurbanı kesiliyor.

Kurbanı kim kesiyor?

Musahipler kesiyor.

Ortak mı kesiyorlar?

Tabi canım beraber, gücü yeten olmazsa bazı evler var davarı malı oluyor adam her biri bir kurban kesiyorlar ama genelde ortak oluyor.

Tek bir kurban mı kesiyorlar?

Ortak kaynatıyorlar. Dört kurban da keser.

Hayır yani musahip olacak kişi kendi isteğine bağlı zorunlu değil bir iki üç.

Tabi zorunlu değil.

Peki o musahiplik törenine sadece musahipliler mi geliyor? O adamlar musahip olacak o gün olacaklar sadece musahipliler mi geliyor?

Musahip insanlar geliyor.

Diğerleri gelmiyor mu?

Görgüde geliyorlar.

Diğer köyün ahkamı çağırılmıyor.

Çağırılıyor neden çağrılmasın?

Yani musahipli olması önemli değil, gençlerde mi geliyor o şeye?

Hepsi geliyor o görecek ki,

Yani böyle bir sınır yok.

Bazıları bunun sınırı var diyorlar da ben bu sınırı görmedim. Ama ne yapıyorlar.

Bölgeler çok değişik.

Ama ne yapıyorlar bazı yörelerde, musahipliler görgüde bu lokmayı musahipli olanlar yer, musahipli olmayanlar normal yemeğini yerler.

Sizin bölge de nedir?

Yoktur böyle ben pek duymadım.

Yani kendi yörenizde böyle bir şey yok mu?

Yok, ben duymadım.

Musahipli de olsa, musahipsiz de olsa o törene geliyor, görgü cemine de geliyor o zaman. Görgü cemini de izliyorlar o zaman.

Tabi canım.

Birisi görülecek diyelim karı koca biz senelik olarak görüleceğiz, dediği zaman da, bütün yaşlı genç geliyor görülüyor.

Eğer onlar izlemezse bu çocuk nasıl aşılanacak?

Çünkü bazı yörelerde bu yok.

Bizim yöremizde var.

Tamam onu anladım.

Bizim yöremizde var, bizim yöremizde dem yok bak kendi yerimizde olmayanları sana söyleyeyim ama bunlar var.

Peki, senede diyelim ki insan talibini eski normal koşulları konuşuyoruz. Şimdi nerede talip, nerede cem, nerede görgü onu demiyorum olanı konuşuyoruz, babanızla dedenizle olanı. Şimdi bütün talipler sene de bir kez en az görgüden geçecek bu bir kural.

Mecbur.

Bu bir kural mecbur ve ortak bir kurban olabilir insan gücü yetiyorsa kendi de kesiyor, görgüye girenler.

Dört kişi bir keser, on kişi bir keser bir mahalle bir keser yahutta bir köy bir keser.

Bunda bir şart yok?

Hiç yoktur bir köy bir kurban keser o gün o köyü orada toplarsın küskünleri barıştırırsın, sorgunu sualini yaparsın.

Ama kaç gün sürüyor bu? Mesela bir köye geldiniz hepsini göreceksiniz, soracaksınız.

Biz bir yaptık 45 gün sürmüştü.

Aynı köyde?

Aynı köyde.

Çünkü bütün herkes geliyor görülüyorlar orada?

Tabi varlıklı bir köy.

Herkes görülüyor?

Herkes görülüyor.

Ve böylece bir vesile oluyor. Görülenin evinde mi yapılıyor görgü?

Tabi herkesin şimdi ev müsait değilse, geniş değilse bir komşusunun yanında yapabilir.

Yapabilir ama genel de görülen insan kendi evinde kurbanını kesip lokma dağıtıyor, veriyor.

Tabi, tabi.

Böyle bir sistem var onun dışında bu Abdal Musa lokması deniyor başka Hızır cemi deniyor bunlar ne oluyor? Sizin yörenizde var mı?

Bizim yöremizde bunlar da var. Şimdi Abdal Musa cemi dediğimiz zaman senenin belli zaten Alevilerde cemler kışın olur. Yazın olağanüstü durum olmazsa, talip kavga etmezse, bir kötülük olmazsa yazın çalışmak ibadettir dedik ya. Dağa gider, bayıra gider, işine gider, gücüne gider, rızkını toplayacak, malının davarının rızkını toplayacak. Kış günleri cemler olur, Abdal Musa cemi bizim köyümüzde olduğu zaman bu Mahmut Erdal’ın babası Battal Karababa yaparlardı Abdal Musa’nın lokmasını toplarlardı köyden, işte köyün belli bir yerinde cem olurlardı. Bugünkü gibi iyice de biliyorum çok da girdim, ortaklaşa lokmadan küskünleri barıştırıyorlardı. Lokma alırken senden fakirden az alıyordu, zenginden fazla alıyordu ama bir ortaklaşa lokma kaynatıyorlardı. Buradan bu lokmalar kaynatıldığı zaman cem bittikten sonrada artan bulguru, artan unu, ondan sonra artmazsa bile hangi fakirin davarının, malının yemi yoksa zenginlerden alıyorlardı insan görevlendiriyorlardı beş on kişi gideceksin Hacıağalardan şu kadar saman falan eve götüreceksin, şu kadar ot falan eve götüreceksin. Falanın yakacağı tükenmiş oraya götüreceksiniz. Yani fakirler Abdal Musa cemlerinde, belli cemlerde göz önünde tutuluyordu.

Bunlar vardı Hızır ne zaman, Hızır orucu var mı?

Var.

Kaç gün tutuluyor?

Ben doğduğumda üç gün tutuluyordu.

Cem var mı Hızır aşkına cem?

Yapıyoruz.

Nevruz?

Nevruz da yapılıyor.

Cem var mı Nevruz’da?

Nevruz da var, cem de var bizim yöremizde var.

Yani görgünün dışında bu tip cemlerde var. Peki, öldükten sonra dardan indirme nedir?

Dar bizim yöremizde yok.

Cenaze namazı normal kılınıyor?

Normal kılınıyor ama bazı yörelerde oğlan cemi bilmem türlü şeyler var.

O yörelerde o uygulamalar yok. Şimdi programımızın sonuna doğru yaklaşıyoruz yani bunlar benim size soracağım şeyler çok fazla. Musahipliğin inceliklerini sorsam bir söyleşi, cemin, on iki hizmeti kaldı. Mesela on iki hizmetin her birinin ayrı bir açıklaması var. Bunları her ne kadar yazmış olsanız da bunları sizin ağzınızdan dinlemek daha yararlı olurdu. Bunlar eksik kalan noktalarımız var bunun dışında Sivas olaylarının bizzat içinde oldunuz, Şevket Kazan tarafından işten çıkarıldınız, Avrupa’daki gözlemleriniz var bunlar hep yarım kalan önemli konular. Yani yaptığımız bu söyleşi kadar.

Böyle 5-10 tane kaset olsa bizim yaşamımız onun içine zor sığar bana göre.

Tabi yaşadıklarınız, karşılaştıklarınız, insanlarınız.

Bizler toplumu da bitirdik, özümüzü de bitirdik… Anlatacak çok şey var gerçekten de…

Şimdi sevgili izleyenler çekimimizin, programımızın sonuna geldik bu bir buçuk saat dilimin içinde bile çok şeyler öğrendik. Daha önceki kasetleri de.

Benim gönlüm şunu isterdi bir gün bir zamanınız, yolunuz düşerse on iki hizmeti bir tamam, noksansız sizin kameranıza anlatmak isterim.

Çok iyi olur bizim de yolumuz düşerse oraya uğramak benim en büyük isteğim. Abdest nedir, bunların efendim kadının cemde yeri nedir, cemiyette yeri nedir?

İnşallah siz buraya gelirseniz, biz Antalya’ya gelirsek bir araya geliriz zamanlarımız uyuşursa çünkü siz yazın köye de gidiyorsunuz. Çok teşekkür ediyoruz yine bu konuşmalardan bile çok feyiz aldık, yararlandık. Diğer söyleşilerin hepsini de birleştireceğim, bir değerlendirmeye tabi tutacağım. Bu kasetleri yazıya çevirdikten sonra da size göndereceğim iki tane kaset tam doldu üç saatlik çekim o çaldığımız ve Pazartesi günü yaptığımız programın dışında üç saatlik ses kaydı aldık. Bunları yazıya dönüştürdükten sonra siz de bazı ilaveler yaparsınız diğer çalışmaları da.

O zaman daha iyi olur çünkü bir iki yerde

Eksikler var, dalgınlıklara oldu.

Dalgınlık oldu farkındaysanız o demin dua ederken.

Oldu çok sağ olun var olun hayırlı yolculuklar diliyorum.

Sende sağ olasın bildiğimin alimiyim bilemediğimin talibiyim.

Çok sağ ol var ol.

Ben burada zatialiniz de çok sağ olasınız bize gösterdiğiniz ilgi, alaka gerçekten arkadaşlığa yakışır, insanlığa yakışır bir alaka gösterdiniz sağ olun.

Söyleşi: Ayhan Aydın, 02-04-2003, Cem Vakfı Genel Merkezi, İstanbul

EN SON EKLENENLER