Araştırmacı Yazar Erdoğan Yalgın ile Alevilik Üzerine Konuştuk!

İsmet Yüce & Erdoğan Yalgın

Araştırmacı Yazar Erdoğan Yalgın ile Alevilik Üzerine Konuştuk!

“BU YOLUN VİCDANLI BİR TALİBİ; “MUHAMMED’İ, ALİ’Yİ, EHLİBEYİT’İ SEVMEKLE MÜSLÜMAN OLUNAMAYACAĞINI” ÇOK İYİ BİLİR!”

 Giriş:

Mezopotamya tarihi kapsamında, Alevilik üzerine araştırmalarıyla tanınan Erdoğan Yalgın ile sizler için bir söyleşi yaptık. Yalgın’ın son çalışması “Yol Bir Sürek Réya/ Raa Heqi İnancı-Kürt Aleviliği 1” adıyla çıktı. Bu çalışmada Yalgın; özellikle Kürt Alevileriler tarafından Yolun nasıl yaşandığına ilişkin kavramsal ve pratik uygulamalar düzeyde geniş bir alanı gün ışığına çıkarmış. Aslında Alevilerin bir el kitabı olabilecek nitelikte hazırlanan bu çalışmayla Yalgın; “eğitici-öğretici bir misyonu yerine getirmiş”, diyebiliriz! Bu çalışma, unutulmaya yüz tutmuş, asimilasyonun pençesinde yaşatılmaya çalışılan inancın, dil-tarih ve coğrafyaya ait derinlikli köklerini açığa çıkaran bir önsözniteliğini taşımakta. Bütün çalışmalarını takipetmeye çalıştığım Araştırmacı Yazar Erdoğan Yalgın’a merak ettiklerimi, sizler için sordum! İyi okumalar!

“Zamansız, mekansız ve sıfatsız olan hiç bir şeyin bu yolda hükmü yoktur!Akli-bilimsel olmayan hiç bir şey, bu inançta kendisine yer edinmemiştir!“

Yüce: Konuyu, kitabınızı ve genel anlamda çalışmalarınızı daha iyi anlayabilmek için Sizinle bir sohbet gerkçekleştirelim dedik! Araştrımalarınızın derinliği ve farklılığı gözönünde bulundurulduğunda anlaşılacağı gibi soracağımız soruların didaktik veya ritmik bir sıralaması yok! Ancak bütün sorular sorulup, cevaplar alındığında inançsal alana ilişkin yeni bir açılım olacak gibi duruyor. Öncelikle olması gerektiği, tarihsel zorunluluğu bilindiği halde, uzak durulan “Kürd Aleviliği” üzerine kitabınızında adı ve temel konusu olması itibarı ile biraz belirleme-tanımlama-açıklama yapabilirmisiniz? Neden Kürt Aleviliği?

Yalgın: Öncelikle çalışmalarımı-kitabımı incelediğiniz ve benimle bu muhabbeti yapmaya “zaman” ayrıdığınız için teşekkür ederim. Çünkü “Zaman; dem, deman, dem u dewran“ deyip geçmeyin! Zira zaman olgusu, hele bu iletişim çağımızda daha da bir anlam ve önem arzetmektedir. Bundan da öte inancımızda zaman gerçekliği-olgusu, varlığın-varoluşun başlangıcını teşkil etmektedir. Bütün antik felsefeciler ve bizim filozoflarımız zaman olgusunu çok iyi kavramış ve insanlık tarihinde zamanın ruhuna uygun düşünceler üretmişlerdir.

Hiç şüphe yok ki; Alevi felsefesinin temel kuramlarının ilk başlangıcını “zaman” oluşturur. Lakin “Zamansız, mekansız ve sıfatsız olan hiç bir şeyin bu yolda hükmü yoktur!“ Yani “mekansız ve sıfatsız” olan hiç bir şey zamana-gerçekliğe sığmaz! Bu başlıngıç kuram, bilimsel ve bir o kadar da inancın hakikatine uygundur. Öyle ya “zamansız, mekansız ve sıfatsız” hiç bir şey akli değildir! Akli-bilimsel olmayan hiç bir şey, bu inancta kendisine yer edinmemiştir.”

Haa coğrafi ve siyasi şartlar karşsısında inancın içerisine hurefalar da monte edilmemişmidir? Yola kimilerince ayırık otu ekilmemişmidir? Elbette! Fakat bunu da anlamak mümkündür! Çünkü bu inanç topluluğu Ortadoğuda,İslam aleminin tam da ortasında kuşatılmış, adeta bir adada yaşamaktadır! Bunun zorlukları tabiki vardır! Bu gerçekliği de gözden uzak tutmamalıyız! İşte aydınların-entellektüellerin, araştırmacıların asli görevi ise bu hurefaları, inancın içerisinde ayıklamaktır. Biz tekrar zaman’a geri dönelim ve bizim filozofların, elimize ulaşan metinlerinde zamana nasıl baktıklarını, zamanı nasıl algılayıp, bilince çıkardıklarına kısaca bi bakalım:

Meselâ14. yüzyıllardaNesimi“Can ile hem cihanbenem, dehrile hem zamanbenem, Gör bulatifeyikibendehr ü zamanasığmazam.“tanımıyla, kendisinin;yaniİnsanın;Cihana, geçmişvegelecekolanzamanasığamayacağındansözeder. YineyakınzamanımızınfilozoflarındanGüfraniBabanındediğigibi; “Katre idim ummanlara karıştım, Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir?” devriyesindekidizeler,zamanınruhunaetkieder. İştebütünbukuramsalverilerin en tepenoktasındaiseinancınmitikaktarımı;buinancınveinananlarının“zamanla“olaniçselbağınıaçığaçıkarır.

“Pekineydi omitikaktarım? “Yer gök yoğ iken, zaman var idi. Zamanlayerilegökayrıldı. Yeşil kandilde bir top nur oluştu! Bütün dünya-alem, o nurdan zuhur etti. İşteOlKal u Belâ’daisezatenbizvaridik!“

KavramsalmanadadilegetirilenKal u Belâ; önsüzzamanıntakendisiydi. Ol dem de sırrımızaşikarolunca, Ol nur topundabilcümlealemmeydanageldi.  AslındameydanagelenHak’dı. Yani Hakkıntecellisi, yaniİnsandı, Can’dı! İştebufelsefisürek, asırlarboyudildendileanlatılagelmişvebizlerbunuyazdıkça da busürek, böylegider. Dolayısıylabumuhabbeteayırdığımızdeğerlizamanımızıda iyikullanmalıyız.

“Kâl u Béla: “Önsüzzamanaişareteder! Varlığın-kainatınveiçindekitüm makro-mikro zerelerinvarlıkbaşlangıcını” ifadeeder“

Yüce: Ben de teşekkür ederim! Budeğerliortakzamanımızdanbizepayayırdığınıziçin! Soğutmadan, sohbetimizehemendevamedelim. “Kâl u Béla kavramı!Evetözellikleyaşlılarımız, kendilerini, inançlarınıanlatırlarken, “BizKâl u Belâ’danberivarız!“ derler! Nedirbutekcümlelikkuramınsırrıhocam!

Yalgın: Evet! Doğru bir teşhis koydunuz! Bu bir sırdı. Fakat şimdilerde bu sırr-ı kelam, faş oldu, yani açığa çıkarıldı! Amma, bu defada sırrı anlayan, bu sırra mana veren Canların konu hakkındaki gerçek bilgiye ulaşması ve inancın temel felsefi yapısını ona göre ele alıp değerlendirmesi gerekmektedir. Aksi halde hakikate varmamız güçtür! Bu da gerçek bilgiye ulaşmakla ancak mümkündür. Sadece bilgi de yetmez! Bilginin içinde hakikati aramak ve hakla haklaşmakla mümkündür. Kâl u Béla: “Önsüz zamana işaret eder! Varlığın-kainatın ve içindeki tüm makro-mikro zerelerin varlık başlangıcını” ifade eder. Kâl u Béla kuramının bir diğer eşanlamlı kavramsal manası “Kadim” sözcüğüyle açıklanır. Dikkat edecek olursanız Yolumuzun Réberleri, Pirleri, Mürşidleri, Anaları, Araştırmacı-aydınları sohbetlerinde sıklıkla “Kadim” kavramını kullanırlar ”Kadimden beri, kadim bir inanç, Kadimden gelen” ve benzeri anlatımlarla “kadim” kavramına hep bir gönderme vardır.

“Vardan varolan hak! Yani İnsanın zat-ı sıfatı ve kainat!”

Bir sıfat olarak “Kadim” kavramı, Alevi literatüründe çoğu zaman “eski, en eski” olarak algılanmakta ve  kullanılmaktadır. Oysa bu haliyle “Kadim” kavramının karşılığı eksik ve yetersiz kalmaktadır. Aslında “Kadim” kavramı Alevi literatüründe, inancın felsefitonlarına anlatan bir kuramsal anahtardır. Tıpkı “Kâl u Bel” kuramı gibidir. Yani “Başlangıcı olmayan, eski, ezeli“ anlamlarına gelirken, bunun yanısıra asıl kavramın, meselâ İslami-tasavvuftaki önemli karşılığı ise; “Öncesiz olan sıfat! Yani yaratılmamış, yaratmış“ manasındaki gizli öznede “Tanrıya-Hakka” işaret etmektedir. Dolayısıyla herşeyin başlangıcı olan “Allahın zaatı, Onun sıfatı!” anlamına gelmektedir. İnanç önderlerimiz;  sözün başlangıcında ise “Evel Allah diyelim, Kadim Allah diyelim”derler!  Bunun kaynağı ise 900’lü yıllarda Mansur’da dile gelmiş ve “Enel Hak!” felsefesiyle vücut bulmuştur. Yani inancımıza göre evel Allah, kadim Allah olan da yine insandır! Evel olan Kadim olan Allah-Hak; burada İnsanın vücudunda, cisminde, hanesinde mekan bulmuştur.  Bundandır ki, Mansur babamızın vücudu, cismi, hanesi türlü işkencelerle, derisi yüzülerek katledilmiş, yakılmış ve külleri Dicleye serpilmiştir. Buradaki maksat Hakkın-Allahın, Mansur’un-İnsanın Enel’inde vücudundan çıkarıp geri almasıdır. Bu öyle bir şeydir ki, tarihteki bütün Alevi katliamları-soykırımları hep bu meteform ekseninde ele alınmış-uygulanmıştır. İnancımızdaki bu gizemli yaşayışlar, her şeyin başlangıcını teşkil etmektedir. Yani kavga, tufan işte burada kopmaktadır. Allahın-Hakkın sıfatına olan yaklaşımda…

“Bu düşünsel felsefeyi biraz daha açacak olursak; “vardan varolan hak”! Yani, hakkı insanda, insan süretinde bulmak! İnsanın zat-ı sıfatı ve kainat! Bu sırrı kelamı Mansur’dan tam bin yıl sonra en güzel şekliyle 1917’de Hakka yürüyen Edip Harabi dile getirmiştir. Ne demiş: “Daha Allah ile cihan yok iken, Biz ani var edip ilan eyledik, Hakk’a hiçbir layık mekân yok iken,Hanemize aldık mihman eyledik!”Şimdi ne oldu? İslami-tasavvuftaki kadim olan Allahı aldık vücut şehrimize ve Ona bir somut sıfat, hemde evrenin en değerli varlığı olan insan sıfatını verdik!   İşte bizi diğer semitik dinlerden ayıran temel özellik, tam da bu başlangıç noktasında  gizlidir.”

Edip Harabi ile birlikte daha açık bir ifadeyle dile getirecek olursak,  yani “Evel Allah diyelim, Kadim Allah diyelim” kuramı, bizim-insanlığın varlığına işaret eder. İnsanlar, taa Kadim Allah ile birlikte vardı. Yada Allah-Tanrı tasarımını “Biz ani-onu var edip ilan eyledik” diyen Harabi’nin düşünsel dizeleriyle anlamlandırdık. Demekki ”Kadimden beri, kadim bir inanç, Kadimden gelen” ve benzeri tamlamalarla bizler; inancımızın köklerinin, çok derinlerde olduğuna işaret ederiz. Ne ilginçtir ki; Arya uygarlığında Ahura Mazda ile ikizi Ehirmen’in babaları ve “Zaman Tanrısı“ sıfatında olan, Zervan’ın da “öncesiz zaman“ a işaret ettiği bilinmektedir. Bu felsefi düşünce sistematiği, bir süreğin devamı niteliğindedir.

“Konuyu Kâl u Bélâ kavramıyla eşdeğerde ele alacak olursak, “İnancımız, kâl u béla’dan beri vardı“ meteforuyla, “öncesiz zamandan beri var olan” Paganik inancımızın ve inananlarının aynı zamanda “Kadim Allah’la yek vücud” olduğunu, “kadim” olduğunu da böylece açıklamış olmaktayız. Dolayısıyla inancımız hiç bir dinin içinden çıkmamış! Hiç bir semitik dinin  mezhebi, tarikatı olmadığı gibi, tam aksine eski Mezopotamyada ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelmiş bütün dinlerin bir Anacı-Ocağı olduğuna işaret etmekteyiz. Ki bu bellirleme en doğru tanımlamadır.”

Yine dikkat ederseniz; hiç bir dinin mensubu; kendi dinini, inancını anlatırken “kadim” kavramını asla kullanmaz. Zira bu dinlerin ortaya çıktıkları tarihsel peryodlar zaten bellidir.  Başlangıcını Musa ile ele alacakolursak, MÖ. 1300 lü yılllardır. Oysa bizim inancımız, bütün erkânsal (-kural, kanun gelenek-görenek, şenlik ve törenler vs.) ritleriyle birlikte, antik Mezopotamyanın Aryenik değerleriyle, gökyüzü ile yerküre (hard u asmen) arasında bütün cümle canlıların bir ahenk içerisinde, kendisini vareden insan-doğa ekseninde geliştirilerek, yaşatılmış bir değerler manzumesidir. Adına ne derseniz deyin, hangi coğrafyada yaşanırsa yaşansıan, bu içerik asla değişmez!Burada dikkatinizi çekmek isterim; Yolun Dedeleşen Pirleri, şurda burda mikrofonu ellerine aldıklarında, yolun  felsefesine ait bu bilgilerden asla sözetmezler. Tam aksine Yol’u, İslama çıkarmak için yüce dağları delmeye çalışırlar. Vardıkları sahrada ise kaybolurlar.  Çok yazık!

Yüce: Buraya kadar inancın temel felsefik yapısından kısaca sözettiniz. Bilindiği gibi 1990 yıllarına kadar bırakın “Kürd Aleviliğini”, genel anlamda “Alevilik üzerine yazılanlar dahi sınırlı idi. Cumhuriyet’ten sonra bu tarihe kadar yok babında bir şeydi, bu yazın-düşün kuraklığını neye bağlıyorsunuz?

Yalgın: Bildiğiniz gibi genel bir söylemdir. “Alevilerin yazılı tarihleri yoktur. Aleviler inançlarını yazmamışlar!” Kısmen doğrudur! Ama neye göre bu kanıya varıyoruz? Diğer semitik dinlerin sınırsız yazılı külliyatları üzerinde bazı okumalar yapıyoruz da ondan bu sonuca varıyoruz! Yani inancımzı diğer semitik dinlerle bir karşılaştırmaya-mukayeseye tabii tutuyoruz! Dikkat edecek olursanız, burada da çoğu zaman farkına varmadan aslında diğer semitik dinlerden ayrı olduğumuzun altını çiziyoruz!Fakat, burada bir gizlilik ortaya çıkıyor, O da, İnancımızın diğer semitik-kitabi dinlerden ayrı olduğudur! Burası çok önemlidir.

Evet, Onların devletleşen erkleriylecizye-vergi toplayarak vücuda getirdikleri üniversiteleri, ilahiyat fakülteleri ve araştırma-labaratuvarları vesaireleri var. Doğrudur! Alevilerin yok!Neden? Çünkü Aleviler bu dinlerin hükümlerine uymuyor da ondan! Kendine özgü yaşadıkları Paganik inançları, bu dinlerin içinden çıkmamış da ondan! Ama unutmamak gerekiyor ki bütün bu “varlarını”Onlar; savaşarak, kılıç zoruyla yayılarak hayata geçirmişlerdir. Bir başka dine, inanca hayat hakkı tanımama adına, zorla yayılarak geliştirdikleri bu kendine özgü, (-tırnak içerisinde söylüyorum!)elde ettikleri bu maddi-manevi kaynaklarını katlayarak tabiki büyütmüşlerdir.Kaldı ki; bütün yazılı kaynaklarını, ellerindeki ilahi kelamlarına-kutsal kitaplarına dayandırarak elde ettiler. Bu daOnlar açısında yaratılmış doğal bir sonuçtur!

Aleviler zulüm görmüş, fakat hiç bir dinin-inancın mensubuna asla zulm etmemişlerdir!

Oysadoğayla içiçe, sözlü gelenek süreğinde yaşayarak geliştirdikleri erkânlarıyla Aleviler; Ortadoğunun göbeğinde bunca zulme karşı, kendilerini varetmeleri başlıbaşına bir değerdir. Hem kaldıki kendi inançları için hiç bir dinin, inancın mensubuna değil katliam, zorlama babında bile olsa Onları, kendi inançlarına çekme eğilimi dahi göstermemişlerdir. Neden? Çünkü insana olan saygıları, herşeyin üstündedir. Bundan daha iyisi olabilirmi? Zira bir insana kıymak, içindeki Hakkı-Tanrıyı yoketmektir, vicdansız kalmak demektir. Bu da çok ağır bir suçtur! Düşkünlüktür! İnancın felsefesi bunu rededer!

Bütün bunlar biryana;Ocaklara ait, sınırlı da olsa yazılı kronikleri (şecere, berat, içlas belgeleri, ferman, menakıbnameler, nefesler vs.) saymazsak, yine filozofların nefeslerini bir kenara bırakacak olursak; evet Alevilerin tarihsel yazılı kaynakları yoktur. Bunu da iki şıkta ele alabiliriz. Bir: Vardı! Eğemen din devletleri tarafından bunlar yokedildi. İki: Hiç yoktu çünkü, sürekli baskısını hisettikleri özellikle İslam devletlerinin-topluluklarının varolduğu bu topraklarda kendilerini-inançlarını yazacak cesaretleri yoktu! Neyi, nasıl yazsınlardı?

Ne yazabilirlerdiki? Yani “biz Yahudi, Hırıstiyan, Müslüman değiliz! Bizim inancımız, insanı-doğayı önceleyen kendine özgü bir inançtır. Bizim inancımızseküler bir yaşam felsefesidir. İnancımz, doğa-pagan merkezli bir yaşam tarzıdır. İnancımzıın temelinde İnsan, insanın özünde ise doğuran, büyüten, öğreten ve yaşama hazırlayan kendinden veren, doğuran Kadın Ana< Da-ye vardır!” benzeri temel doktrinleri dile getirebilirlermiydi? Peki bunları yazamadıktan sonra neleri yazabilirlerdi ki?

“Hakkı yazan, hakkikati söyleyen İnanç filozoflarımız “dinsiz-sapkın” suçlamalarıyla hep katledilmişlerdir!”

“Bakın tarihimizdeki 10.11. yüzyıllardaki “Karmatilere-İhvan-u Safa” yani “arınmış kardeşler topluluğuna”  önderliklerine ve bunların ortaya koydukları yazılı risalelere! Bunların hiç biri; Abbasi halifelerinin ve bunlara bağlı başta Fatımilerin (-ki Fatımiler İmam Ali’nin eşi Fatıma’dan adını alır-gelir) ve diğer askeri yapıların hışmından kurtulamamışlardır. Bunların yazdıkları başlarına adeta bela olmuştur. Yine bakın Mansur’a, Nesimi’ye, Sühreverdi’ye, Babailere, Şeyh Bedreddin’e, Pir Sultan’a, Hamdullah Çelebi’ye, Seyyid Rıza’ya, Alişer Efendi’ye, İbrahim Kaypakkaya’ya, Pir Mazlum Doğan’a ve diğer filozoflarımızın yazdıklarına, söylediklerine…! Sözde resmi İslami erkeler karşısında bu filozoflarımız hunharça katledilmişler, zindanlara atılmış, türlü işkencelere tabi tutulmuşlardır.”

Neden? Yazdıkları, söyledikleri ve ahlaki duruşları başlarına hep bela olmuştur!İşin esası; Hakkı yazan, hakkikati söyleyen İnanç filozoflarımız “dinsiz-sapkın” suçlamalarıyla hep katledilmişlerdir!

“Horasan mı Bağdat mı?Alevilik; bir Yukarı-Kuzey Mezopotamya yaratmasıdır. Horasan ise Mezopotamya coğrafyasının dışındadır!”

Yüce: Yeni dönem sayılabilecek 1990’lar sonrası yine bazı makale ve akademik araştırmaları dışarıda tutarsak “Kürd” kavramını içeren bir “Alevi” tanımlaması ile karşılaşmıyoruz. Buna sistemin Kürd ile Aleviliği ‘Horasan’ deyimi üzerinde “yok etme” denemesine bağlayabilirmiyiz?

Yalgın:Doğrudur! Konumuz içinde bir başka sorunlu alan ise “Horasan” söylemidir. Gerçi siyasal çıkarlara hizmet etmesi babında taa 1930’larda, belkide daha da gerilere gidebilecek bir şekilde dolaşıma sokulan Alevilerin ve Aleviliğin coğrafi manada “Horasan-Hazar denizi kıyısı” ekseninde yaratılmaya çalışılan Türko-Şamanizm paradigmaları, aslında günümüzde yerle bir edildi. Özellikle Mehmet Bayrak, Selim Temo, Faik Bulut ve burada adlarını sayamadığım bir çok araştırmacı-yazar, bu temelsiz tezleri çürüttüler. Zira güneş, balçıkla sıvanmıyor! Genel anlamda “Aleviliğin özelde ise Dersimli Kürtlerin Horasandan, Hazar denizi kıyılarından, 1200’lü yıllarda Moğul seferleri sırasında kaçıp-gelip Dersim’e yerleştikleri” benzeri tezleri,sözde akademik çalışmaların tezlerini hep gayri ciddi bulmuştuk.

“Ortaya çıkarılan bütün yazılı kaynaklarda, Arkeolojik buluntlarda ve geleneksel inanç ritlerinde anlaşılmaktadır ki; Alevilik bir Yukarı-Kuzey Mezopotamya yaratmasıdır. Horasan bu Mezopotamya coğrafyasının dışındadır. Benim bilgi ve belgeler ışığında vardığım sonuç; Peryodik süreçleri içerisinde konuyu elelacak olursak, İnancın son şekillendiği yer Horasan değil, Bağdattır!”

Horasan ve yakın çevresi, tarihte daha çok askeri mücadelelerin yaşandığı bir alandır. Horasan bölgesinde yerleşik ve göçebe yaşam tarzını benimseyen Zerdüşti, Mazdeki, Mani inanç mensupları;İslam halifeleri döneminden beri, Emevi, Abbasi İslam orduları karşısında muazzam bir direniş göstermişlerdir.Başta Kürt Serdarı Eba Müslim bu bölgenin en bellirgin bir lideridir. Yine burada daha çok Zerdüşti-Mecusi askerlere dayanarak 9. yüzyıllarda “Teberistan Alawi devleti”  kurulmuştur ki; bu devlet tamamiyle  İslamın Abbasi iktidarıyla çatışarak ortaya çıkarılmış ve kısa bir zamanda da ortadan kaldırılmıştır!

“Yalnızca Kürt Aleviliğinin değil, Babailerin yol önderi de Ebu’l Vefa-i Kurdi’dir!”

Farsçada “Tanrı evi” manasına da gelen Bağdat; inancımızın evrilerek geldiği son bir duraktır. Yada yeni bir başlangıç noktasıdır. Bunu net bir biçimde nereden anlıyoruz? Özellikle Kürt Alevi Ocaklarına ait yazılı belgelerde adına sıkça rastanan Tac’ül Arifin, Ebu’l Vefâ-i Kurdi’nin, Bağdat Kalminada kurduğu okulda, dönemin yüzlerce genci-öğrencisi yetiştirilmiş ve farklı bölgelere yollanarak, buralarda Dâi’lik işlevini görmüşlerdir. Erken dönem olarak da sınıflandırdığım 11. yüzyıldaki Dersim Ocaklarına ait yazılı belgelerde, Filozof Ebu’l Vefâ;çoğu Dersim Ocaklarının temel bellirleyenleri arasında yeralan Ewliyalarının yol önderi olarak gösterilmiştir. “Ariflerin Tacı” ünvanlı Ebu’l Vefâ-i Kurdi, bizim tarihsel kaynaklardan çıkardığımız sonuca göre 925 yıllarında doğmuş ve 1017 yılında hakka yürümüştür. Bağdat’ta yaşadığı bu dönemlerde bölgeye, Büveyhoğulları hakimdir. Burdan haraketle Bağdat, bilim merkezi olarak bu periyodda büyük bir işlev görmüştür. Dolayısıyla “Horasan ekolü” yerine, “Bağdat ekolü”nün bizim inancımızın şekillenmesinde büyük bir etkisi vardır. Bundan geriye kalanı ise tali yollardır.

“Ebu’l Vefâ-i Kurdi gizlenerek, onun yerine ikame edilen Şeyh Ahmet Yesevi yalanları hergeçen gün biraz daha bellirginleşti.”

İşte sizinde sorunuzun ikinci bölümü olan “Kürt Aleviliğini”, daha çok Horasan üzerinden yoketme, manipüle ederek, gerçekleri karartma girişimleri aslında taa 1909 yıllarında İtteat Terakiçiler tarafından başlayarak, ama en somut şekliyle 1918’lerde Fuat Köprülü paradigmalarıyla, resmi tarih tandaslı çalışmalardoruğa çıktı. Ama ne oldu? Sonuçta gerçekler gün yüzüne yansıdı.

“Bununla birlikte Horasan denen bölgede halen Kürt Alevi Aşiretleri, özellikle Dersim’deki kökleriyle yaşamaktadırlar. Ne oldu? Ebu’l Vefâ-i Kurdi gizlenerek, onun yerine ikame edilen Şeyh Ahmet Yesevi yalanları hergeçen gün biraz daha bellirginleşti. Unutmamak gerekir ki; yalnızca Kürt Aleviliğinin değil, Babailerin yol önderi de Ebu’l Vefa-i Kurdi’dir! Özellikle 1200’lü yıllarda Türkmen obalarına önderlik etmiş filozof kadronun tümü, yani Baba İlyas, Baba İshak, Hacı Vektaş Veli,  Şeyh Garkın, Geyikli Baba ve daha niceleri, Ebu’l Vefa-i Kurdi’nin Bağdat ekolünden etkilenerek-yetişerek Rojavadan Anadoluya geçmişlerdir. Anadoluya açılan bu giriş kapısı, yani Rojava çok önemlidir. Bu önem, halen devam etmektedir.”

“Sözde Akademik Çalışmaların Çıkmazı!”

Yüce: Sınırlı sayıda bulunan “Kürd Aleviliği” çalışması, sizin bu kitabınız üzerine önemli bir kaynağa kavuşmuş bulunuyor. Yazılı kaynaklar dışında, yerelde sözlü tarih araştımanız ve etimolojik çözümlemelerinizle bu çalışmanız çok değerli! Oldukça zorlu olan kaynaklara ulaşmak çok emek istiyor, çalışmanızın yol izlerinden bahsedermisiniz?

Yalgın: 1989’da geldiğim Almanya’da özellikle 90’lı yılların başından beri yazılı kaynaklara ulaşmak ve bunları toplayıp incelemek için yoğun bir çaba içerisinde oldum. Yine bu yıllarda Haşim Kutlu ve Ethem Xemgin hocalarımızla tanışma şansımız oldu. Bu tanışma, uzun bir dostluğa dönüştü ve yolun gizemli yanlarını nasıl elealacağımız noktasında onlardan çok bilgilendim. Her ikisini de  saygıyla anıyorum! Nur içinde yatsınlar!

1990‘lı yıllarda Türkiye’de ve dünya’da Alevilik-Bektaşilik ile ilgili yapılanbinlerce kitap-makale türünden sözde yazılıakademik çalışmalar (!) yapan Alevi ve Müslüman kökenli yazarların toplamda, sadece 10 eserini inceleyen konunun uzmanlarından sayılan Prof. Dr. A. Yaşar Ocak, bunların hiç birinin “bilimsel çalışmalar olmadığı” kanaatine varmıştır.Yani 90’lı yıllarda yığınla yazılan kitaplar, makale ve benzeri çalışmaların hiç biri gerçeği yansıtmamaktadır. Sözde akademi ünvanları kullanılarak Alevilerin Müslümanlaştırılması, Kürtlerin de Türkleştirilmesi maksadıyla ileri sürülen hiç bir tez gerçekçi değil, farazalardan-fantazilerden ibarettir.

Görüldüğü gibi; bu çalışmaların çoğu, sözde “Alevi-Bektaşilik“ adı altında, aslında “Türk-İslam sentezli, Turko-Şamanizm“ uzantılı olan gayri çiddi çalışmalardır. Bu türden çalışmalar hala bile biribirinin tekrarı niteliğinde sözde “akademik çalışma, akademik tez, bilimsel makale türünden” uyduruk yazılıneşirler devam ettirilmektedir. Ağaca-kağıda yazık! Bütün bunlar bir yana; Kürt etni-sitesi içinde gelişim gösteren genel tanımıyla Bâtıni Alevilik (Kızılbaşlık) diye açıklayabileceğimiz, yani bizim “Réya/Raa Heqi İtikatı/İnancı” dediğimiz, Kürt Aleviliğinin,  tarihsel kökleri hep manipüle edilmiş, yağmalanmış ve yok sayılmıştır. Bu süreç hala bile devam etmektedir.

“Alan’da, Sözlü Tarih Araştırmaları Yapılmalıdır. Alevi inancında kullanılan bütün köklü kavramları Kürt dillerine aittir!”

Bilinen bir gerçeklik vardır ki; O da; Kürt Alevilerinin (Réya Heqi İtikatı Ocakları) ve özelde Dersim merkezli Kürt inanç nüvelerinin kökleri hakkında şu ana kadar gerçek manada sağlıklı araştırmalarla etüd ve analizler yapılmamıştır. Daha doğrusu bu alandaki tarih araştırmaları ve yeni tarih yazımı, metodolojik bir sisiteme oturttulamamıştır. Bilindiği gibi tarih bilimi, iki ana kaynakta beslenmektedir.

Bunlar: “Yazılı kaynaklar, belgeler ve Sözlü-alan derlemeleridir.”Elde ettiğim yazılı kaynakların yanısıra alan araştırmaları, sözlü tarih araştırmaları yapmam gerektiğini düşündüm. Bütün canlılığıyla yaşayan bir inancın yaşlılarıyla konuştum.Öyle verilerle karşılaştımki, yazılı kaynaklarda okuduklarımla bire bir zıt olan gerçekliklerle yüzleştim. İlk göze çarpan ise inancın etimolojik-kavramsal değerleri oldu. Alevi inancında kullanılan bütün köklü kavramların Kürt dillerine ait olduğunu gördüm.

Meselâ, inançın bireysel ve toplumsal alanda ritsel senermonilerinde  kullanılan doğaçlama dualara, sözde akademik çalışmalarda Türkçede “Gülbeng” denilirmiş! Yine bu Gülbeng’in Türkçe karşılığı “gülsesi” imiş! Her nedense sözde Türkçe olan bukavram yine Türkçe açıklamaya tabi tutulmuş! Oysa Kürtçe bir deyim olan “Gılban, Galbang, Qılbang-vang” inancın doğal seyri içerisinde “Kırtlaktan çıkan kutsal ses-nefes. Dedenin (-yaşlı, aile büyüğü)-Pirin kutsanan sesi-nefesi. Ana’nın kutsanan sesi-nefesi” manalarına gelmektedir. Şimdi “Gül sesi” neredee, “Ananın, dedenin-Pirin kutsanan temiz-yalansız nefesi-sesi” nerede? Varın siz düşünün! Bunun gibi daha nice Kürtçe kavramlarınıniçi boşaltılarak, bir Mezopotamya yaratması olan bu Paganik inanç; Türkçeleştirilmekte, Horasan üzerinden Orta Asya’ya ve Şamanizme bağlanmaktadır. Ki ne hikmetse bir de “Şamanlığın, Şamanizmin Türklerin dini olmadığı” tezleri orta yerde dururken, bütün bunlar üniversitelerde, sözde akademik araştırmalar mahiyetinde ele alınarak, yapılmaya çalışılmakta. Bu yalandan tekerlemeler, tarih yazımı-bilinci açısında aslında çok acı bir durum doğrusu! Yazık!

Yüce: Yine yetersiz de olan 1990 denemelerine dönersek, bu çalışmaları Aleviliği tanımlama ve geleceğe aktarmada yeterli buluyormusunuz?

Yalgın: Alevilik tarihi ve felsefialanında yürütülen yazılı araştırmlarelbette çok yetersiz!  Nitelikli çalışmalar bir yana, varoalan çalışmalarınçoğu güncel siyasi-politik, konulara ilişkin tartışmalar! Araştırma alanında ise gayri ciddi, niteliksiz, hep biribirini tekrarlayan-kopyalayan hatta asimilasyoncu bir sürece bile hizmet eden çalışmalardır! Son yıllarda gelişen iletişim ağı ile sosyal medyada yürütülen kirli bilgiler almış başını gidiyor. Alevi kimlikli açılan televizyon kanallarında yapılan programlar ve tartışmaların; aslında Alevi inancına, mensuplarına pek de fayda sağladığı söylenemez!Bu kanalları yönetenler; İnanca ve bu inancın değerlerine maalesef endi siyasi-politik gözlükleriyle bakmaktalar! Bazılarını tenzih ederek söylesem de, bu gerçeği değiştirmiyor!Alevi Televizyon kanallarında bilerek yada bilmeyerek daha çok asimilasyoncu bir dil anlayışı ve tekçi-paralel bir çizgi yürütülmekte. Hal böyle olunca, bu tür programlar, televizyon kanalları da maalesef izleyicinin dikkatini çekmemekte. Meselâ geçmiş yıllarda, sanırım 2015 yılındaydı. Dersim’de yapılan bir alan araştırmasında, izlenilen televizyon kanalları arasında Alevi televizyon kanallarının adı bile geçmemişti. Bu durum, televizyon kanalları için çok üzücü bir handikap olsagerek! Tarih bilinci olmayanların, doğru temelde güncel siyasi-politik değerlendirmeler yapamayacağını ayrıca yeri gelmişken burada hatırlatmam gerekir.

“Zira bu televizyon kanallarında Alevi sorunsallığının temel konusu olan “Alevilerin Müslüman olup-olmadığı” tartışmaları, bilimsel perspektif bağlamında ele alınmamakta, tali konularla güncel siyasi sorunlar üzerinden kartondan kaleler yapılmaya çalışılmaktadır. Oysa temel sorun “Alevilerin Müslüman, Alevi inancının ise İslamiyetin yada diğer tek tanrılı dinlerin bir kolu olup olmadığı” sorunu üzerinde yoğun tartışmaların yapılması gerekmektedir. Alevi-lik kavramının, Sünniligin yada İiiliğin karşıtı olmadığı, direk Müslümanlığın-İslamiyetin bir kavramsal karşılığı olduğu artık  bilince çıkarlılmalıdır. Yani “Alevi-Sünni” kavramsallığı yerine, “Alevi-Müslüman” söylemi geliştirilmelidir. Aksi halde yapılan-yürütülen bütün siyasi-politik tartışmalar sadece günü kurtarma çabalarından, ve kendini yaşatma kaygısından kaynaklanmaktadır. Bu bir nefis meselesidir. Bu inançta nefis-ego, lahnetlenmiştir!”

“Alevilik araştırmalarını, tarih yazımını Türk-İslam sentezci Akademisyenlere bırakmamız, bir toplumsal intihardır.”

Yüce: Daha önce, birazda bu Kürd Aleviliği araştırmanızın ön çalışması veya habercisi diyebileceğimiz, -ki alanı farklı olsa da, “Dersim’in Gizemli Tarihi” başlıklı 2 ciltlik oylumlu çalışmanızdan sonra birincisi diye tanımladığınız bu ‘Kürd Aleviliği-I’ kitabının devamı nasıl bir yol izleyecek?

Yalgın: Evet!“Dersim’in Gizemli Tarihi 1 ve 2. Ciltler” aslında benim ilk göz ağrım. Uzun soluklu bir çalışmaydı bunlar. Yazılı kaynakların yanısıra, yerele ait verisel araştırmalar üzerinden yürüttüğüm bir çalışmaydı. Daha çok Dersim başta olmak üzere, Elazığ Karakoçan ve Gaziantep Oğuzeli bölgelerinde ve Avrupada tanıdığım bölge insanlarıyla yaptığım alan araştırmalarıyla bu çalışmalarımı yürütmüştürm.  Bu çalışmalarım akademik çevrelerde, üniversite gençliğinde ve araştırmacı enetllektüeller tarafından ilgiyle izlendi, takibedildi. “Yol Bir Sürek Réya/Raa Heqi İnancı-Kürt Aleviliği 1” adıyla çıkan bu çalışmamın 2. Baskısı hazırlanırken, şuan 2. Cildi üzerinde de ayrıca çalışıyorum. Çünkü genel anlamda “Aleviliğin” ve özelde ise “Kürt Aleviliğinin” araştırılması, yazılması gereken yığınla doneleri biz araştırmacılarını bekliyor. İnancın içinde yaşayan, inancın pratik uygulamalarına aşina olan araştırmacıların, bu alana el atmaları sözlü tarih araştrımalarıyla gerçekliğimizi açığa çıkarmaları gerekmektedir. Meselâ Sıvas, Maraş, Malatya, Adıyaman, Afrin ve diğer Kürt illerinde yaşayan Kürt Alevilerine ait yöresel değerleri ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Bu işi, Türk-İslam sentezci Akademisyenlere bırakmamız, aslında toplumsal bir intihardır. İşte bu noktadan haraketle; konuya ilgi duyan dostlarımızı, güncel-siyasi tartışmalarla zaman harcamaktansa, tarihi-felsefi boyutuyla bu inancın kökleri üzerinde mesai harcamalarını öneriyorum.

“Bir etnik kimliği yok sayarak, etnik kimliğini inkar ederek bu yolda ilermele kaydedilemez! Birlik de sağlanamaz!”

Bu noktada, bir ironileşen sorunu dile getirmek isterim! Bu sorun, Avrupa’da gittiğim konferanslarımda daha çok yine Kürt Alevisi olan bireyler tarafından gündeme taşınmaktadır.O da; “Neden Kürt Alevisi? Neden Alevileri Kürt-Türk diye ayırıyorsunuz? Aleviler 72 millete bir bakar! Alevilik ırkcılığa karşıdır!” mihvalinde yığınla çelişkili bazı argümanlar üretilmektedir. Tabiki bu düşünce yapısının beslendiği, çok farklı alanlara haiz dayanaklar vardır. Bana öyle geliyor ki; özellikle 1990’lı yıllarda, geliştirilen Türk-İslam sentezci yazılı kaynakların etkisi altında kalmış, burada bir pisikolojik zayıflık sözkonusudur. Bu pisikolojik zayıflığın kökeninde ise yine “Kürtden Alevi olmaz! Kürt Alevileri de mi var? Kürt Alevisi hiç olurmu? Hacı Bektaş Türk değilmi? Bu ayrılığa ne gerek var? ” benzeri söylemlerle Kürt Alevilerini, özellikle de gençlerini baskı altında tutlarak, etnik kimliklerinden uzaklaştırıp Türkleştirmek, o da olmazsa sadece Şii İmamlar-Ehlibeyit kültü etrafındauyduruk “Anadolu Aleviliği” babında inancın içininin boşaltılarak sadece gerici bir temelde “Alevileştirmek” maksadı güdülmekteydi. Bu sinsi politikalar, hala yürütülmektedir.

“Aslında anlaşılması hiç de zor olmayan bir gerçeklik var. Halbuki Kürd’e Kürt, Türk’e Türk demenin ırkçılıkla ne alakası var, bunu anlamak çok zor! 72 Millet arasında eğer Kürt halkı da varsa, bu halkın Müslümanı, Alevisi, Êzidisi, Yarésanı olamazmı? Türk halkının da Müslümanı, Alevisi yokmu? “Kürt Alevisi, Türkmen Alevisi” denilince ayrımcılıkmı oluyor? Türk Aleviliği, Bektaşiliği  üzerine yığınla yayınlar yapılmaktayken, Kürt Aleviliği araştırıldığında neden rahatsızlık duyuluyor? Kürt Aleviliğini araştırmak, değerlerini ortaya çıkarmak Aarımcılık oluryorsa, neye göre? Madem öyle ise bir adım daha ileri gidecek olursak, neden kendimize “Alevi” diyoruz. Bu ayırıma ne gerek var? Sözü edilen o menem “birlik” için “Elhamdulillah Müslümanız!”  desek,İmanın ve İslamın şartlarına uysak daha iyi olmazmı? Hayır!Bu türden söylemler ve geliştirilen argümanların tümü yanlış bir perspektifle konumlandırılmıştır. Bundan vazgeçilmelidir.”

Çalışmamızda da bellirttik; Kürt Aleviliğindeki maksadımız, farklı etnik kimliğe, sosyal statüye mensup Aleviler içindeki ayrılığı değil, tam aksine gelişen iletişim çağımızda, farklı renklere sahip olan Alevilerin biribirilerini daha iyi tanımaları-anlamaları ve asıl hedeflenen gerçek Ana “Yol”da “birlik” olmalarıdır. O “Yol”; toplumsal hak, hukuk, adaletle, bütün bunların da üstünde olan bireysel akli ve vicdani bir tutumun toplumsallığının hedeflenmesidir. Zira “süreklerin bin bir” olması, o kadar da önemli değil! Burada asıl var olan tek hakikatin, gidilmesi-ulaşılması gereken insan-i kamil “Yol“ udur. Aksi halde bir etnik kimliği yok sayarak, etnik kimliğini inkar ederek bu yolda ilerme kaydedilemez!  Bir adım daha ileri giderek şunu da rahatlıkla söyleyebilirm; Eğer Kürt Aleviliğini inkar ve yok sayarsak, “Anadolu Aleviliği” dedikleri inancın içinde de hiç bir şey kalmayacaktır. Çünkü bu inancın ana yurdu Mezopotamyadır. Önyargısız bir şekilde bu kitabımızı inceleyen yolun vicdanlı bir talibi, bunu rahatlıkla görecektir.Göstermelik birlik olmaz! Zira birlik, özde olmalıdır. Aleviler; birliği, biribirilerini özümseyerek inançlarını yaşamalı-yaşatmalıdırlar. Bu inancın bâtıni manası toplumsallıkta “Bir olmak, birlenmek, birlik olmakdır.” Kürt Alevisine, Türk Müslümanlığını dayatmak başlıbaşına bir zulümdür! Alevi zulmlere, haksızlıklara karşıdır!

“Üzerinde konuştuğumuz  bir inançdır! İlahi ve kitabi bir din değil!”

Yüce: Sistemin asimile ve kökünden koparma uğraşlarına iyi bir cevap olan bu çalışmanız ile birlikte bazı çevrelerin Aleviliği farklı tanımlama çabaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yalgın: İşte asıl konumuzun, dahası yaşanan güncel sürece ilişkin en can alıcı bu alana, böylece sessiz-sedasız bir şekilde girdiniz! Yazılı kaynaklarda ve sözlü tartışmalarda-sohbetlerde her Alevinin ve hatta Müslümanın kendine özgü bir Alevi-inanç tanımı var. Dolayısıyla onlarca tanımsal verilerle karşılaşmak mümkün!Aslında bu sanıldığı gibio kadar da yanlış  bir şey değildir. Çünkü üzerinde konuştuğumuz bir inançdır! İlahi-kitabi bir din değil! Bakınız dikkatinizi çekiyorum. Bu bir inanç! İlahi ve kitabi bir din değil! Bu inancın mensupları arasında farklılıklarıyla birlikte Kürtler, Türkmenler, Araplar, Balkan halkları vs. mevcut. Hal böyle olunca da; bu farklı coğrafyalarda, değişik zaman dilimlerinde, kültürel etkileşimlerin yaşandığı bu alanlarında gel-gitleri savaşlarlayaşayan halkların inanca ilişkin okumaları farklılaşıyor.Bireysel-toplumsal yaşam tarzları da elbette değişimler gösteriyor. Buna iç dinamiklerin sosyo-kültürel haraketliliği de diyebiliriz! İşte bu yüzden Yolun önderleri-filozofları tarafından ”Yol bir sürek binbir! El ele el hakka! Yol cümleden uludur!”  benzeri toplumsallık kuramları geliştirilmiş. Nitekim, bu doğa inancının tek tipe-paralel bir boyutta duraganlaşması sözkonusu olamaz! Olmamalıda! Fakat inancın bazı temel felsefi yapıları var ki; işte bunların bozulmaması, bu kendine özgü değerlerin iyi korunması gerekmektedir. Zira ortada bir yaşanılası inanç da kalmaz ve başkalaşır. Buna da “asimilasyon” deriz! “Yokoluş” deriz! Bilmeliyizki bu inancın başkalaşması Ortadoğuda ve hatta Dünyada, insanlık tarihi açısında büyük bir kayıptır.

“İnsan, İnsan içinde özellikle vareden Kadın Ana merkezli bu inancımız, bir doğa inancıdır.”

Sevgili dostum, bu inanç;dünün çocuğu değil, bir Mezopotamya yaratmasıdır. Mezopotamyada çağlar içinde kendisini geliştirerek günümüze kadar gelmiş antik değerleri taşıyanbir inançtır. İnsan, İnsan içinde özellikle vareden Kadın Ana merkezli bu inancımız, bir Xweza <Doğa inancıdır. Yani özcesi; İnsan ile doğa arasındaki ilişkileri, zamanın ruhuna göre yeniden-sürekli dizayn etmiş, bütün canlıların varlık nedenini bilince çıkarmış, yolun Réberleriyle günümüze taşınmış bir değerler manzumesidir. İnancımızın Réberleri-filozofları; inancımızı, zamanın ruhuna, mekanın sıfatına göre sürekli güncellemişler. Bu güncelleme, hiç şüphe yok ki; İnsan-doğa eksenli hümanist bir felsefi yapı içerisinde tamamlanmıştır.

“Bu yolun vicdanlı bir talibi; “Muhammed’i, Ali’yi, Ehlibeyit’i sevmekle Müslüman olunamayacağını” çok iyi bilir!”

“Alevilik inancı hiç bir dinin içinden çıkmamıştır! Hiç bir dinin mezhebi-tarikatı-meşrebi değildir! Hiç bir dinin karşıtı olmadığı gibi, Dâimi’nin dizeleriyle;  “Tevrat’ı yazabilirim, İncil’i dizebilirim, Kuran’ı sezebilirim, Madem ki ben bir İNSANIM!” demiştir.Bu yolun vicdanlı bir talibi; “Muhammed’i, Ali’yi, Ehlibeyit’i sevmekle Müslüman olunamayacağını” çok iyi bilir! Müslüman; Kur’an’a teslim olmakla olunur!Hani sürekli deriz ya, Alevilik bir hakikat arayışıdır! Eyvallah doğrudur! O zamam hakikati dile getirmekten geri durmamalıyız!”

Bu Ortadoğu coğrafyasında çok zorlu tarihsel süreçlerde geçen Alevi toplumu, bütün kutsal kitaplarasaygılıdır ve fakat bunlara teslim olmamıştır. Kimse kimseyi kandırmasın! Zira “yalan-dile sahip olmak”, bu inançın felsefesine terstir! Bu yönüyle Alevilik, bir hakikat arayışıdır. Hakikatte ise Alevilik, kendine özgü bir İnanç sistemidir. İşte sadece bir önsöz olması babında, bu son çalışmamızda işlediğimiz konulara bakıldığında, bu inancın hiç bir kitabi dinle alakasının olmadığını ve hatta hatta kitabi dinlerde bu inancın ne kadar “haykırı” bazılarına göre-eskinin tabiriyle “sapkın” olduğu anlaşılacaktır. Oysa bu inanç ne haykırı ve nedeki sapkındır! Zira bu paradoks durum, doğanın-tabiatın  gerçekliğine terstir.

Ben bu son çalışmamda, Yol’un bilerek yada bilmeyerek unutulan, günümüzde hiç üzerinde durulmayan arkaplanını yazdım. Hakikat elbet birgün keşfedilecektir.”

İnancımızın ana merkazi Mezopotamya; tıpkı diğer tek tanrılı-kitabi dinlerin ortaya çıktığı, temel mitolojilerin anlatıldığı bir coğrafyadır! Mezopotamya, İnsanlığın tufanla yok edilerek,Cudi dağındanyeniden yaratıldığıaynı zamanda mitik bir coğrafyanın adıdır! Antik çağlarda yaşayan haklkarın konup-göçtüğü, uygarlıkların geliştirildiği bir coğrafyadır! Çok Tanrılı ve Tanrıçaların yaratıldığı, ilk tapınakların inşaa edildiği, Peygamberlerin,evliyaların ortaya çıktığı bir coğrafyadır! Yazının-yazılı tarihin ilk defa burada bulunduğu ve yayıldığı bir coğrafyadır! Yani kısacası İsanlık uygarlığına temas eden “ilklerin” keşfedildiği bir coğrafyadan sözediyoruz. Aslında karşımızda duran Mezopotamya yada Göbeklitepesi, Nevalı Colisi,Çemişgezek-Sakyolu ve benzerleriyle en az 12 bin yıllık bir geçmişe sahip Mezra-botandır! Bütün Aleviler, Mezopotamya tarihini yakından incelemeli ve hakikati bilince çıkarmalıdırlar. Mezopotamyayı ne kadar tanırsak, inancımıza da o kadar daha çok sahip çıkacağımızı düşünüyorum! Unutmamamız gerekir ki; Bu inançın doğup büyüdüğü, geliştiği bu toprakların bütün uygarlıkları, buradan dünyaya dağılmıştır. Biz bunları anlatmaya çalıştığımız zaman bazı Aleviler ve Kürtlerbu tezlerimizi abartılı görüyorlar. Aslında bu çevreler, maalesef sahiplenmeme-kabullenmeme pisikolojisi içerisinde haraket ediyorlar. Aslında bu dostlarımız, kendi içlerinde bir bilinmezliği yaşıyorlar! Kendilerine ait bir toplumsal değeri kolay kolay kabullenemiyorlar. “Hadi ya, hiç öyle şey olurmu! Vay be demekki bu da bize aitmiş?” benzeri şaşkınlıklar içinde gerçeklere yaklaşıyorlar. Meselâ; “Gaxand kültü, Mezopotamyanın en eski geleneğidir. Kürt Alevileri bu geleneği, yaşatmış ve günümüze kadar getirmişler. Ve bu gelenek Avrupaya, Noel Baba-Aziz Nicholaosolarak taşındığı kuvvetle muhtemeldir!” dediğimizde, bazı çevreler bunu kabullenmekten zorlanıyorlar. Ama bu içsel-çelişkili süreçler elbette yıkılacaktır. Hakikat elbet birgün keşfedilecektir. Çünkü üzerinde şuan konuştuğumuz, sınırsız bir akla sahip olan insandır!

İşte ben bu son çalışmamda, Yol’un bilerek yada bilmeyerek unutulan, günümüzde hiç üzerinde durulmayan Yol’un arkaplanını yazmaya çalıştım.Yol’un tarihsel süreçler içinde kendilerine verilen toplumsal adlandırmalarına temas ettim. Yol’un erkânlarına ait felsefesini, kavramsal dilini, coğrafyasını yazdım. Niyazını-lokmasını, kutsal Ocaklarınıanlattım. Newroz’unu, Gaxand’ını, Heftemal’ını hatırlattım. İnancın temel öğelerinden olan Ana’yı ve doğurdukları Ocaxzâdelerini yazdım. Cem-i Civatını, Semah-ı Pervazını, Tarik’ini çözümlemeye çalıştım. Talibini, Réberini, Pirini, Mürşidini, Dervéşini, Müsahibini yorumladım. Xızır’ını, Filozoflarını, Dar’ını, kutsal ziyaret kültlerini yazdım. Şuan burada dile getiremiyeceğim daha bir çok artı değerlerini kaleme almaya-anlatmaya ve hatırlatmaya çalıştım. Bu araştırma kitabımı;okuyan-inceleyen dostlarım, kendi kendilerine; ”ha bak, işte bunu, bende biliyorum. Ben de bunları yaşadım. Bunları Annem, Dedem de bana anlatmıştı “ diyecekleri bir elkitabı niteliğinde hazırladım. Tüm okurlarıma, dostlarıma bilinçli okumlar ve derin düşünmeler diliyorum!

Yüce: Hocam, zamanınızı bize ayırıdğınız için çok teşekkür ederim! Sağolun! Başarılarınızın devamını diliyorum.

Yalgın: Sevgili dostum, ben de sizin şahsınızda tüm okurlarımıza, dostlarımıza teşekkürlerimi bir borç bilirim. Memnun oldum! Sağolun! Hak ile kalın! Xızır yardımcınız olsun!

Erdoğan Yalgın Kimdir?

18 Mayıs 1968 Dersim, Pertek doğumlu. 1989 yılından beri Almanya’da yaşamaktadır. 1986-89 yıllarında Milliyet Gazetesi Pertek Muhabirliği ile yazım hayatına başladı.Ehlibeyt, Zülfikar, Munzur Etnografya, Semah, Özgür Politika, Dersim, gibi dergi ve gazetelerdeyazıları yayınlandı. 1991 yılında WDR Köln Radyosu Türkçe Servisinin düzenledigi “Örsan Öymen Röportaj Yarışması”nda Yabancı düşmanlığı ile ilgili yaptığı bir Röportajla, başarı ödülüne layık görüldü. 1993-95 yıllarında Almanya’da yayın yapan Dergah Dergisini çıkardı. 1995-97 yıllarında,Almanya’nın Saarland Eyaletinin Neunkirchen kentinde“Yabancılar Meclis Üyeliğine (Ausländerbeirates)“ seçildi. Bazı  Alevi derneği ve Federasyonu içinde aktif çalışmalar yürüten araştırmacı yazarın aynı zamanda “Kaçak Şiirler (1992)” adlı bir şiir kitabı da bulunmaktadır.Merkezi Hamburg’da bulunan Gazeteciler Konfederasyonu-Bundesvereinigung der Fachjournalisten (bdfj)“ bir üyeisi de olan gazeteci Yalgın,Avrupa ülkelerinde ve Kanada’nın değişik şehirlerinde Kürt-Alevi tarihi hakkında konferanslar vermekte bir süreliğine Semah dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğinide sürdürmüştür. Şu an “Yol Bir Sürek Réya/Raa Heqi İnancı-Kürt Aleviliği-2” adlı çalışmasını yayına hazırlamakta.

Araştırmacı Yazar Erdoğan Yalgın’ın “Dersim’in Gizemli Tarihi I ve II.“ ciltleri Mart 2017 tarihinden itibaren Fam yayınları tarafından okuyucusuyla buluştu.  Öte yandan Yalgın’ın bazı editöryal kitaplarda ve dergilerde çeşitli makaleleri yayınlandı. Bunlar:

  • Erdoğan YalgınCemal Abdal Ocağı (Ocaxé Cemal Evdal)“Alevi Ocakları ve Örgütlenmeleri Hazırlayanlar: Erdal Gezik ve Mesut Özcan, Kalan yayınları, Ankara 2013, sayfa: 177-233.
  • Erdoğan YalgınŞıx Dilo BelincanAşiré Pilvenkan u Ocax“ Şıx Delil-i Berxécan)“Alevi Ocakları ve Örgütlenmeleri, Haırlayanlar Erdal Gezik ve Mesut ÖzcanKalan yayınları, Ankara 2013, sayfa: 421-492.
  • Erdoğan Yalgın, Bâtıni Kürt Aleviğinde Ebu’l Vefâ-i Kurdi ve Tarihsel Mirası Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik, Hazırlayanlar: Yalçın Çakmak, İmran Gürtaş, İletişim yay. 2015, İstanbul, sayfa 141-164.
  • Dr. Erkan Yar, Erdoğan Yalgın, “Şeyh Dilo Belincân‘ın بلنجاندلوالشيخ Şeceresinin Kısa Bir Analizi”Tunceli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi Cilt 2, Sayı 4, Bahar 2014, Sayfa 7- 32
  • Erdoğan Yalgın, “Bâtıni Aleviliğin Köklerindeki Zerdüşti Bazı Niteliklere Kısa Bir Bakış“Demokratik Modernite dergisi, sayı 10, 2014, Sayfa. 82-89.

*Bu söyleşinin kısa bir özeti; Dersim Gazetesi Şubat/Mart 2020, Sayı: 86’ da yayınlandı.

 

 

EN SON EKLENENLER