Faili meçhule giden mor çiçekli dal: Sabahattin Ali

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik… Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişiler gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık, iç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu affedilmez suçmuş meğer”

Şairin sezgisel gücü ve biliciliği ile Paul Eluard “Dünya bir portakal maviliğinde” dizesini yazmışken; Metin Altıok da “Yüreğime benzin döküp kibrit çakan; Ey usta kundakçım iz bırakmayan!” diyecek ve ekleyecekti On taneden fazla şiir kitabı çıkarmayacağım. Elli yaşından fazla yaşamayacağım, ölümüm sıradan bir ölüm olmayacak”.  Uzaya çıkıldığında 1929 yılında kaleme alınan o dizede olduğu gibi dünyanın mavi bir portakala benzediği görülecek; Metin Altıok ise bir sıra dışı bir şekilde, kundakçının benzin döküp ateşe verdiği otelde can verecekti.

Göklerde kartal gibiydim / Kanatlarımdan vuruldum

Mor çiçekli dal gibiydim / Bahar vaktinde kırıldım                                                       

Sabahattin Ali de, tıpkı o sezgisel gücü güçlüler misali dizelerine döktüğünce bahar vaktinde, henüz 41 yaşında vuruldu kanatlarından, tam da çiçeğe durduğu zamanların başında kırıldı dalı.

İlk öykü ve şiirlerini 1920’li yılların başında okuduğu Balıkesir Öğretmen Okulu’ndaki  gazete ve dergilerde yayımlayan Sabahattin Ali’ye göre, sanatın insanı yükseltmek ve daha iyiye götürmek dışında bir maksadı olamazdı. Bu yaklaşımla hece ölçüsü ile yazdığı ve kimilerimizin bestelenince farkına vardığı (belki de daha varamayıp şarkı sözü sandığı) Leylim Ley, Hapishane Şarkısı (Aldırma Gönül), Geçmiyor Günler gibi şiirlerinin yanı sıra kaleme aldığı hikaye ve romanlarında da toplumcu gerçekçi bir anlayışla Anadolu insanının yaşadıklarını çok çarpıcı yer yer sert anlatımlarla dile getirir. Bu realist dile sosyalist görüş de eklenince ‘sıradan’ muamelelerin O’nun da başına gelmesi kaçınılmaz olacak, işsiz kalıp, soruşturmalara uğrayacak, hapislerde yatmak zorunda kalacaktır.

Biz demişiz ki: Bu memleketin bağımsızlığı her şeyin üzerindendir. Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu bağımsızlığı siyasi oyunlarına alet edip elden kaçırmayalım. Sömürücü sınıfların elinde oyuncak olmayalım.

Cevap vermişler: Hain, satılmış, Bolşevik ajanı

Biz demişiz ki: Yabancı sermayeye imtiyazlar vermeyelim, memleketin mali ve askeri işlerine yabancılar burunlarını sokmasınlar.

Cevap vermişler: Demokrasi düşmanı, Moskova ağzı konuşan kızıl!”

 Aldığı cezalar sonucu 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanun sonucunda memurluktan kaydı silinen Sabahattin Ali, daha sonra Konya’dan Sinop Cezaevi’ne gönderilecek burada geceleri sürekli okuyup, gündüzleri ise bir sandık üzerinde yazı yazarak günlerini dolduracaktır.

Sömürüye karşı sesini yükselmeye çalıştığından onun da payına sürgünler, gözaltılar düştü hatırı sayıda; ardı arkası kesilmeyen baskılar.

Kendine değil kaderine pay biçmeyi erdem bilmiş bir toprağın üzerinde filizlenen kaderci-teslimiyetçi zavallılığa karşın, “böyle kepaze hayatı sürüklemekten yorgun” olanlar yanlış giden her şeyde kendilerini yargılamış, kendilerine merhamet etmemiş; tüm bu acıların yanında bir de ‘olmak’ derdiyle kendilerini ateşe atmak çekinmemişlerdir.

Bazı nur içinde, bazı sisteyim
Bazı beni seven bir göğüsteyim
Kah el üstündeydim, kah hapisteydim
Her yere sokulan bir rüzgar gibi

Yazıları soruşturuldu, fişlendi, işsiz kaldı dedik ya, işte Kuyucaklı Yusuf da bu didiklenen yaşamın kardelenlerinden biri olarak o baskılardan nasibi almış eserlerin başında gelecekti.

Soruşturulan Kuyucaklı Yusuf’a dair Maarif Vekaleti Müfettişlerinden Reşat Nuri’nin yazdığı rapor onca karanlığın içinde umudu yitirmemeyi öğütlüyor gibidir adeta:

“ Hülasa: Kuyucaklı Yusuf yüzümüzü ağartacak bir sanat eseridir. Zararlı bir tarafını görmedim. Mevzubahis tenkitler bugün el üstünde tutulan bazı Avrupa şaheserlerinde gördüğümüz – aynı mevzulara ait- tenkitler yanında son derece masum ve küçük kalır. Yalnız bir şahsın ve bir romanın değil, memleketimizde ilerlemesi lazım büyük ve faydalı sanatın da davasını gören Cumhuriyet adliyesinden zaten zayıf olan Türk romanının cesaretini kıracak bir karar çıkmayacağını kuvvetle ümit ederim.”

Aziz Nesin’le birlikte dönemin önemli muhalif dergilerinden olan Marko Paşa’yı çıkarır Ali. Marko Paşa kapatılınca, Malum Paşa, Merhum Paşa, Yedi Sekiz Paşa gibi isimlerle dergiyi çıkarmaya devam ederler. Derginin sürekli toplatılması nedeniyle 16. sayısındaki şu açıklama o günkü durumu anlamamıza yardımcı olacaktır: “Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar; çıktığı saat 8 ila 9 arası satılır, 9’da toplamaya başlarlar. Türkiye’deki demokrasinin miyarı olan böyle bir acayip mizah gazetesidir.”

Ve baskılar o kadar aşikar bir hal alır ki, bir gün polis müdür Ahmet Demir, Aziz Nesin’i Sansaryan Han’daki makamına çağırıp, bağırıp tokat atacak, birkaç sayı sonra Marko Paşa’da şöyle bir ilan çıkacaktır:

İdaremize 1947-1948 yılı ihtiyacı için kızılcık sopası cinsinden odun alınacaktır.

Taliplerin, muhalif boy ve numarada kızılcık sopalarıyla hususi ve gizli talimatı görüşmek üzere başvurmaları…  Emniyet Müdürü Ahmet Demir.”

 İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü davalar açılır. Bu davalar sonucu derginin sorumlusu olan Sabahattin Ali hapis cezasına çarptırılır; İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi’nde bir süre yatan Sabahattin Ali, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye olur.

Ancak daha birkaç ay geçmeden bu kez Sırça Köşk adlı kitabı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılarak ve Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir. 31 Aralık 1947 tarihinde serbest kalan Sabahattin Ali ekonomik zorluklar çekmeye başlaması üzerine Adalet Cimcoz’un yardımıyla bir kamyon alarak nakliyecilik yapmaya başlayacaktır.

Hakkında açılan davalar sürerken “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek evden ayrılan Sabahattin Ali’nin Edirne’ye gitmekteki asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla Suriye sınırından çıkmak istemiş fakat bunda başarılı olamamıştı.

Sınırda, Gümülcine’nin Eğridere köyünde 1907 yılında başlamış; görünür görünmez sınırlarla çevrili mapushanelerde örselenmiş ve yine 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırında son bulmuş bir hayattır o insan olma gayretini sırtlanmış, sevecen, naif Sabahattin Ali’nin hayatı.

Gerçek katilleri ve nasıl öldürüldüğü hala belirlenememiş bir faili meçhuldür aynı zamanda Sabahattin Ali. Katili olarak öne sürülen ve suçunu itiraf eden Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yıl hüküm giyecek, kısa bir süre sonra da serbest kalacaktır. Sabahattin Ali’nin katledilmesi çeşitli kereler Meclis’e taşınsa da bir sonuç alınamayacak ve yeni kepazelik olarak ülke tarihinin utancına eklenecektir.

Sabahattin Ali’nin katledilmesi bu topraklarda yaşanan yüzlerce cankırımı arasında belki de en dokunaklı, en kahpece olanlarındandır.

O da ‘kaderdaşı’ gibi “güvercin ürkekliğinde” yaşamış ve kimbilir belki O da, “Bu ülkede güvercinlere dokunmazlar” inancıyla yaşamaya devam etmişti. Ancak artan baskılar ve tekrar hapis yatma ihtimalinden dolayı ülkesini terk etmek istemiş ve hiç tanımadığı halde güvenerek kılavuz aldığı kaçakçı Ali Ertekin tarafından kafası taşla ezilerek öldürülmüş bir güvercin olarak kaldı aklımızda.

“Kızıl” kanı bu topraklara dökülen onlarca, yüzlerce güvercin gibi.

Ben garibim, benim gönlüm hoş olur, sevdiklerim ayda yılda andı mı…”

EN SON EKLENENLER