HIZIR İLYAS YA DA HIDIRELLEZ

Hızır – İlyas YA DA HIDIRELLEZ
Hıdırellez Bolluk, Bereket, Muhabbet Getirsin…

Ayhan Aydın

İşte efendim; günler – devir ilerler, evren döngüdedir. Gelir; 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gün…
Cemreler yani evrensel olarak hayat kaynağının cilveleri- nazları, ısı kaynakları havaya, toprağa, suya, düştükten sonra kanın damarlarda yürümesi gibi, su da artık topraktan ağaçlara, dallara, tüm bitkilere doğru yürür. Güneşin enerjisini hiçbir kuvvet durduramaz artık. Yaz gelmiştir, her türlü dert tasa geride kalmıştır nihayetinde. Bolluk, bereket, üretim, çalışma, her türlü güzellik doğmuştur.
Peki, bunca güzellik neyin yüzü suyu hürmetine olmuştur?

Nedense çoğunlukla Hızır’dan bahsediliyor. Kültürümüzde İlyas hep geri planda kalıyor sanki. Her ikisinin de peygamber, ermiş, veli kimlikli simgesel değerler olduğunu anılıyoruz. Hızır zaten sadece Alevilerin değil, tüm insanlığın bir büyük değeri. Ama İlyas da var. İlyas Peygamber denizlerin hâkimi, denizlerde darda kalanlara ulaşan, tüm denizlerdeki canlılara hükmeden, milyarlarca deniz canlısının piri. Türkler gerçekten de tam denizci bir millet değil, dolayısıyla Aleviler’in de denizden gelen tehlikelere karşı çağıracakları fazla bir şeyleri olmuyor, belki de. Ama karalara hükmeden, kasırgalar gibi dağ başlarından gelen zemheri fırtınalarında, soğuklarında insanlar en çok Hızır’ı çağırıyorlar. Hızır, Hızır Aleyhisselam’dan çok zaten Tanrısal bir güç… Ya Hızır, Ya Hızır, Ya Hızır yetiş carımıza boz atlı Hızır! Deyip duruyoruz. Hz. İlyas nerede kaldı? Benim söylediğime bakmayın, yine Alevi düşüncesi çok zengin, yoksa niye onlar da Hıdırellez desinler? Hızır/Elyas yani. Demek ki Elyas’ı, İlyas’ı da biliyor bu toplum.

Benim his dünyamda ise şu var sevgili dostlar; dünya tam bir döngü içinde, yeryüzündeki tüm insan toplulukları da bu döngünün on binlerce yıldır farkındalar. Yaşamları ister istemez bu döngüyle şekilleniyor. İşte dinler, mitolojiler, efsaneler, anlatılar, masallar, hikâyeler, menakıpnameler çok yoğun olarak evrenin döngüsüne uymuş insan topluluklarının yaşamlarını şekillendiren yasalarla ve geleneklerle birebir örtüşüyor. Bunda; Kürt – Türk fark etmiyor, Fars fark etmiyor, Ermeni, Rum fark etmiyor. Doğanın içinde yaşayan insan denen varlık da, a’dan z’ye doğanın evrensel yasaları içinde var olabiliyor. Ona anlam kazandıran felsefe ise kültür dediğimiz yine de doğa- insan – yaşam bütünlüğünde gizli. Kosmos denen ise insanın ona yüklediği anlamlarla belirginleşiyor.

Çok kabaca hem yaşamına, hem inancına, hem ruhuna işleyen bu döngüde Türk – Kürt toplumu içindeki Alevi – Bektaşi kitlesi doğanın esiri olduğu, kıtlığa, açlığa, çaresizliğe, kimsesizliğe, yalnızlığa karşı mazlumca duruşuyla cümle eren ve evliyaların başındaki Hızır’ı en büyük yar ve yardımcısı olarak görmüş. Hızır’ın çağrılmadığı yerde ise işte aynen ondan istediği şeyleri en yakınındaki, zihnindeki, anılarındaki, ruhundaki, duygularındaki eren-veli-evliyaları çağırırak onlardan medet dilemiştir. Onların kurtarıcıları “yer – su”, “gök- ata” “dağ- ağaç-orman” binyıllardır süregelen öz kültürlerinin ve inançlarının bir doğal uzantısı olan ulu erenlerdir. Bu bir putperestlik, puta – tapıcılık değil, bilakis “gerçeğin” ta kendisidir. Yani bugün Diyanet İşleri Bakanlığı’nın zehirli elleri içinde sıkılıp, boğulmak istenen; “türbelere mum yakılmaz, bez bağlanmaz, mezarda yatandan medet dilenmez, kulluk sadece Allah’adır, bunlar yaratıcıya şirk koşmaktır, bid’attır.” denilen kıyıcılıklara karşın tüm benlik ve ruhlarıyla yaşattıkları öz inançları – kültürleridir.

İsteyen Tanrı’ya istediği gibi ibadet eder, istediği gibi yakarır, Tanrı’yı istediği yerde, mekânda arar, bulur. Bin yıllardır insanları inanç ve ibadet farklılıklarından dolayı diri diri yakanlar, onlara idam fermanları yazanlar tüm dünyada milyonlarca insanın kanını dökmüşlerdir.

Zalimin zulmü altında inleyen, doğanın ölümcül kuşatmasında daralan, yokluğun pençesinde bunalan Anadolu ve Rumeli insanı işte binyıllar boyunca kendisine her şeyden yakın bildiği, en şekilsiz, en engelsiz, en kolay ulaşabileceği özden gelen yakarmalarını Hızır aşkıyla dile getirmişlerdir.

Boz Atlı Hızır; karlı dağları aşıp, dar günlerinde mazlumun imdadına yetişirken, hiç şüphesiz ki, birer canavara dönüşen denizlerdeki fırtınaların ellerinde mahrum kalan denizcilerin carına da yine İlyas Aleyhisselam yetişiyordu. Denize çok uzak olsa da Alevi – Bektaşi toplumu onun da varlığını biliyor, hissediyordu, benimsiyor.

Kışın zemheride Dersim’de kan kusturan soğukta her şey bitmiş, un bitmiş, yağ bitmiş, yakacak odun bitmiş, özlerinde “Hakk Muhammed Ali” aşkı çağlayan gül yüzlü canlar, ellerindeki en son malzemeleri toparlayıp hep birlikte lokma ederlerken, çerağları; belaların, musibetlerin def olması aşkına Hızır’ı çağırmak için yakıyorlardı.

İşte kışın en zor günlerinden önce aslında bir birlik lokması, bir birlik kurbanı daha vardı: Abdal Musa Birlik Lokması ve Cemi. Anadolu’nun birçok yerinde yaygın olarak yapılan bu uygulamayla, kışa girmeden insanların esenlikleri, hayır duaları için, çoluk-çocuk, görgülü – görgüden geçmeyen, müsahipli – müsahipsiz tüm canlar bu birliğe dâhil olurlar, hayır dualarla, yakılan çerağlarla kışa adım atılırdı.

Sonrasında ise; işte en çetin günlerde Hızır çağrılır, Hızır aşkına oruçlar tutulur, dilekler dilenir, Ya Hızır, Ya Hızır, Ya Hızır nidaları dağları, taşları inletirdi.
Gün döner, zaman ilerler… O koyu karanlık günler altındaki insanoğlu içerdedir, zar – zor malına davarına bakabilir. Bahçede her şey bitmiştir, kilerler boşalmıştır.
İşte sevgili canlar; “gece – gündüz” eşitliğinde her canlının türediği Toprak Ana’da bereketin işaretleri peydah olmaya başlar. Gece – gündüz eşitlenmiş, günler uzamış, kış hafiflemiş, zemherinin soğuğu azalmıştır. Bu ısınma, bu günlerin uzaması en büyük umuttur Anadolu ve Rumeli insanı için…

Ve… Günlerden o gün Gece ile Gündüzün eşitlendiği gün, Velayet sahibi, mazlumların yar ve yardımcısı, Adaletin kılıcı, Allah’ın Arslanı, Mertlerin Şahı, İmam Ali dünyaya gelmiş, kainat şereflenmiş, bolluk bereket günleri gelip yetişmiştir. Hatta Alevi – Bektaşi toplumu Hz. Fatıma Ana’yla Ali’nin evlendiği gün olarak da görürler Sultan Nevruz’u. Tüm yeryüzünde insanlığın ortak bayramlarından, çok özel günlerinden birisi olan Nevruz, yani gün dönümü, yeni gün başlangıcı Anadolu topraklarında da derin anlamlar ifade eder. İşte koyunlar kuzular, dallarda filizler çıkar, karlar eriyip toprak ısınmaya başlayınca hayata bereket gelir. Bu bereketi ister Güneş getirsin, İster Hakk Muhammed ile aynı nurdan olan ve Analığın – Doğurganlığın – Saflığın – Bereketin simgesi olan Fatıma Ana’nın eşi olarak Ali getirsin, hiç fark etmez…

Artık Nevruz’da; deliller yanar, sazlar çalar, nefesler söylenir, sütler dağıtılır Ali’nin doğduğu gün bugündür, diye.

İşte efendim; günler – devir ilerler, evren döngüdedir. Gelir; 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gün…

Cemreler yani evrensel olarak hayat kaynağının cilveleri- nazları, ısı kaynakları havaya, toprağa, suya, düştükten sonra kanın damarlarda yürümesi gibi, su da artık topraktan ağaçlara, dallara, tüm bitkilere doğru yürür. Güneşin enerjisini hiçbir kuvvet durduramaz artık. Yaz gelmiştir, her türlü dert tasa geride kalmıştır nihayetinde. Bolluk, bereket, üretim, çalışma, her türlü güzellik doğmuştur.

Peki, bunca güzellik neyin yüzü suyu hürmetine olmuştur?

Elbette bugün için Alevi – Bektaşi toplumunun bir bölümünün köklerini, özünü, ibadetinin anlamını, değerlerini bir tarafa bırakıp, birbiriyle uğraşmayı maharet saydıkları, boş işlerle uğraşıp boğuşmayı beceri saydıkları bu günlerde unuttukları bir büyük değerleri sayesinde olmuştur.

İşte can dostlar; yazın gelişine Hızır ile İlyas’ın bir araya gelmesi vesile olmuştur.

Hızır ile İlyas 5 Mayıs’tan 6 Mayıs’a kadar öyle derin, öyle özlü, öyle güzel muhabbet eylemişlerdir ki, tüm karalardaki, tüm denizlerdeki fırtınalar, karlar, kışlar bitmiştir, sona ermiştir.

Hızır ile İlyas öyle güzel bir dertleşme, öyle güzel can cana, cemal cemale, öz öze bir sohbet etmişlerdir ki, onların muhabbetlerinin aşkına topraktan bereket, denizden nimet, dağdan ılık rüzgârlarla huzur inmiştir ovalara…

Ekinler, emlik kuzular, burçaklar boy vermiş, hem karınlar, hem gönüller doymuştur.

Gönüller birlenmiş, gam – tasa – kasavet dağların arkasına çekilmiştir.

Külekler bal ile yağ ile dolmuş, çalışma bereketi, üretim, umut, sağlık, sevgi, birlik, dayanışma, tüm her yeri sarmış, sarmalamıştır.

Hızır İlyas da yine mekânlarına çekilmişler, el ele, gönül gönüle bu doğa barışını sağlamanın kıvancıyla yine dünyanın dört bir yanındaki mazlum, darda – zorda olanların imdadına yetişmek için yine bilinmezlikler içinde sır olmuşlar.

İşte tüm dünya insanlığı, elbette bu arada kendi camiamız Aleviler – Bektaşiler senliği – benliği- ikiliği, boş işlerle zaman geçirmeyi bir tarafa bırakıp öğretilerinin temeli olan “muhabbet meydanında bir olmayı” sağlayabilirlerse, bahara da ererler, yaza da ererler, üzerlerinde oynanan her türlü karanlık oyuna karşı birliğe de ererler.

Gerçeği görenlerin demine, devranına Hü dostlar, Hü…

Aşk ehline muhababbetlerimle…

6 Mayıs 2020/ Rumelihisarüstü, Sarıyer

EN SON EKLENENLER