Barışın kurulması süreklilik gerektiriyor

AKP ve MHP iktidar bloğu dış politikada savaş rüzgârları estirirken toplumsal barışın tıkanma noktasına geldiği Kürt sorununun yakıcılığı ise güncelliğini koruyor. Peki, Türkiye’de hala barışı konuşmanın imkanları var mı? Bu nasıl mümkün? Belçika Gent Üniversitesi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika araştırma grubu üyesi Yasin Sunca, bu ihtimalin her zaman için var olduğunu kaydederken; barışın müzakereden çok sürekli kılınacak, mekanizmaları ile yerelden örgütlenecek bir mücadele olduğunu da vurguluyor. Sunca, Türkiye’deki çözüm sürecinden küresel atmosfere ve Kolombiya örneklerinde yaşanan evrelere barışın inşası hakkında ANF’nin sorularını yanıtladı.

Türkiye’de yakın zamanda yeniden barışı konuşma olanakları var mı?

Bu ihtimal her zaman için var. Çünkü barıştan yana olan, böyle bir şeyin olması için uğraşan gruplar her zaman mevcut. Eminim ki şu anda gerek İmralı Adası’nda, gerek Ankara’da, gerekse de Amed’de birileri bunu konuşuyor. Ama bir noktaya değinmekte fayda var. Barışı konuşmaktan kastımız eğer sadece bir çatışmasızlıksa bu başka bir şey; ama barışı kurmaktan bahsetmek ise bambaşka bir şey olur. Öncelikle barışı kurmanın imkânları şu anda çok daha fazla.

Neden?

Barış yukarısı ve aşağısı ile ilgili bir durum. Yukarısı dediğimiz siyasal düzlemde devlet, iktidar odakları ve siyasal aktörlerin dahil olduğu alan. Bir de aşağıda, radikal demokratik süreçlerin işlediği bir alan var. Yukarısı ile ilgili olan alanda küresel gerilim çok fazla şu anda. Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasındaki jeopolitik çekişme ve yine ABD ve Çin arasındaki ticari gerilim koca bir kaosun varlığını anlatıyor. Hatta pandemi ile beraber bu daha da arttı.  Mesela şu anda ucuz üretimin Güney ve Doğu Asya’dan Polonya, Türkiye ve Bulgaristan gibi ülkelere taşınmasının imkânları tartışılıyor. Almanya, ABD vs. bunun pratik koşullarını düşünüyor ve tartışıyor. Böyle bir şey olursa dengelerin değişimi kaçınılmaz. Bunu düşünmekte fayda var.  Öte yandan bölgesel devinimler pandemi ile biraz daha baskılanmış bir dursa da Arap isyanlarına yol açan rahatsızlıklar henüz bitmedi. Diğer taraftan bir de küresel bir neo-faşizm yaygınlaşması söz konusu. Doğu Asya’dan Latin Amerika’ya kadar dört bir tarafta, aslında dünün faşizminden çok da farklı olmayan neo-faşizm hâkimiyet var. Bu küresel olarak bir dönüşüm sürecini de işaret ediyor ve bu dönüşüm sürecinin analiz edilmesi gerekiyor.  Bu, 1900’lü yılların başlarındaki dönüşüm süreçlerine benziyor.  AKP’nin de ulusalcı- Kemalist, derin devlet ile yaptığı, tırnak içinde bugünkü devlet koalisyonunu da bu çerçevede okumak gerekiyor. Bu şartlar altında aslında kurulabilecek bir pozisyonda barış.  Çünkü hem küresel hem bölgesel hem de Türkiye toprakları için çok ciddi bir devinim sürecinden bahsediyoruz. Buradan bir barış kurma ihtimali var diye düşünüyorum. Bu çerçevede özellikle Kürdistan’daki barış iradesinin ise radikalleşmesi gerekiyor. Ama bu bir şey devirip yerine başka bir şey koymak anlamında değil. Kendini yeniden kurmalı. Öyle bir forma sokmalı ki farklı iktidar odaklarına bağışıklık kazanabilsin. Zira aşağıdan bir barışı kurmanın en önemli noktalarından biri de iktidar odaklarının manipülasyonuna karşı bir bağışıklık kazanmakla alakalı.

Peki, önceki çözüm süreci bahsettiğiniz gibi bir barışı kurmak mıydı? Sizce neden açmaza girdi, neden yarım kaldı, neydi eksik olan?

Şunu vurgulamakta fayda görüyorum, bugün çözüm süreci diye bahsettiğimiz şeyin tarihsel bir arka planı var. Bu da en az 1989’a kadar dayanıyor ve bugüne kadar devam ediyor. Barış görüşmelerini sadece 2013-2015 aralığına hapsetmemek lazım. 2013-2015’e bakacak olursak da bu süreç devletin perspektifinde sadece PKK’nin silah bırakması anlamına geliyordu. PKK’nin, bir bütün olarak da Kürt hareketinin aklında olan ise daha büyük ve tarihi derinliği olan, sosyal kabul edilebilirliği mevcut bir durumdu. Ama ne yazık ki ne Kürt hareketi bu sürece tam olarak yansıtabildi ne de devlet PKK’yi sadece silahsızlandırma bakışını yapabildi. O çözüm sürecinin sıkıntıları bu denklem içerisine oturuyor. O süreçten bahsederken öncelikle bir müzakere ve mücadele pratiğinin yitirilmiş olmasından da söz etmeliyiz ki bence en önemli unsur buydu.

Nedir bu?

Barış denilen şeye ulaşıldıktan sonra “Tamam, bu iş bitti” noktasına gelinmesi. Barışı çantada keklik olarak görmekle barışın sürekli olması gerektiği, toplumsal pratik ve dinamikler içerisinde yeniden ve yeniden kurulması çabası arasında bir fark var. Çünkü bunlardan bir tanesi müzakeredir, diğeri de müzakerenin mücadele ile birleştirilmiş halidir. Türkiye’de bir bütün olarak buna dair bir sıkıntı vardı. O da temel olan müzakere ve mücadele dengesini yitirilmesiydi. Çünkü çok büyük bir rehavet vardı Türkiye’de çözüm süreci yaşandığı zamanlarda.  Bu da mücadeleyi bir kenara bıraktı ve devlet ile karşı karşıya kalan demokrasi ya da radikal demokrasi güçleri bir anda neye uğradığını şaşırdı. Ama bunu sadece Kürt Hareketi için değil, bir bütün olarak Türkiye için söylüyorum. Müzakere -mücadele dengesi bence işin köşe taşıydı.

İkincisi, toplumun yeteri kadar dâhil edilmemesiydi. O dönem kurulan barış mekanizmaları daha çok toplumu ikna etmek üzerine kuruluydu. Bölge bölge dolaşan akil insanlar vardı. Bu toplumu aşağıdan örgütleyerek değil, yukarıdan bir ikna süreciydi. Ama bunlar hiçbir şart altında yeterli olmaz. Çünkü tarihselliğini ulus -devlet kuruluş süreçlerinden alan bir çatışmadan bahsediyoruz ve çok daha büyük çabalar gerekiyordu toplumun dâhil edilmesi anlamında.

Peki, Kürt hareketi yerel mekanizmaları ne kadar hayata geçirebildi sizce? Ve sonrasında özellikle AKP’nin yerel yönetimleri hedef alması, barış inşasının da temel dinamiklerine saldırı olarak okunabilir mi?

Barış zaten yerelde yaşanan bir şeydir. Bunu yapmak da doğrudan yerel yönetimler ile bağlantılı bir durum. Yerel yönetimler aslında barış mekanizmalarının kurulduğu alanlardır. Az önce bahsettiğim, yukarıdan gelen iktidar odaklarının her türlü manipülasyonuna bağışıklık kazandıracak alanlar aynı zamanda. Yerel yönetimlerin rolü bu anlamda hayati. Ama şöyle bir şeyin de ayrımına gitmekte fayda var. Bu zaten gerek Kürt hareketinin gerekse de dünyadaki devrimci ve radikal demokrasi güçlerinin de gündeminde olan bir şey ve bunu sürekli olarak dile getirmeli: Toplumcu, komünal bir yerel yönetim ile devlete avuç açmış, her şeyi ondan bekleyen bir yerel yönetim arasında ciddi bir fark var. Aslında AKP’nin el koyduğu tam olarak da bu radikal demokratik pratik. Ama yine buradaki yerel yönetim pratiklerine de dönüp bakmak gerekiyor. Kürdistan’da yaşayanlar ya da yerel yönetim organındakiler, bu radikal demokrasi pratiğine ne kadar sahip çıktı. Bu kısmı da konuşmak ve tartışmak lazım ayrıca. Tabii bunu, AKP’nin ve devletin tüm baskı mekanizmaları altında oluşlarının bilinci ile ifade ediyorum.

Son olarak, Türkiye’de çözüm sürecini yaşarken dünyada da Kolombiya barışı vardı. Ama o da bugün yerle bir olma noktasına geldi, hatta oldu denebilir. Var olan devlet yapılarıyla çözüm ne kadar mümkün?

Bu aslında yerelden yani aşağıdan bir şey kurmakla; yukarıdan kurduğun şeyin garantisini sağlamak arasındaki denge ile doğrudan bağlantılı bir durum bu. Zira devlet, şiddet tekeline sahip bir organizma ve bu uluslararası düzlemde de meşru olmasa kabul edilmiş. Devlet aynı zamanda çeşitli üstünlüklerin, kurumsal mekanizmalarda bulunduğu bir yapıdır. Sürekli birilerinin lehine, diğerlerinin de aleyhine çalışan. Güncel ile bağlantılı olarak da örneğin ABD, beyazların devletidir. Oradaki beyazlar bu üstünlüklerinin farkında olarak, buna göre bir yaşam kuruyor. Örneğin hiçbir beyaz, her gün siyah derisi ile sokağa çıkıp polis tarafından öldürüp öldürülmeyeceği belli olmayan birinin kaygısı ile yaşamıyor. Çünkü ne böyle bir derisi ne de bir tecrübesi var. Yani üstünlüğü beyazlıkta sabitlemiş bir yapıdan bahsediyoruz. Türkiye Devleti ise Türklerin ve İslamcıların devletidir. Bu üstünlük orada sabitlenmiş durumda. Alevi, Kürt, Ermeni ve diğer kimlikler bu üstünlükler içerisinde yer almıyor. Peki, bunun barışla ne alakası var kısmına gelirsek. Öncelikle bu hiyerarşik mekanizma barışın önündeki en büyük engel. Kolombiya’daki süreci hatırlarsak ilk olarak referandumda barış reddedildi. Çünkü üstünlüğü elinde bulunduran kesim, bunu kaybetmek istemedi. Hayali bir örnek verecek olursak bu toprakları üzerinden: Kürdistan’da bir barış görüşmesi var ve devlet ile PKK masaya oturacak. Ama bunu Yozgat’ta, İzmir’de, Kocaeli’nde, o savaşı doğrudan birebir yaşamamış insanlar reddedecek. Kolombiya’daki barışı istemeyenlerin refleksi de biraz böyle bir şeydi. Kolombiya’da şimdi görüyoruz, silahların bırakılmasına rağmen birçok eski gerilla ya da sorun çıkarabileceği düşünülen kişiler, kontrgerillanın suikastlarında hayatını kaybediyor. Başta dediğim devletin şiddeti tekelinde bulundurması ve üstünlükleri bünyesinde kurgulaması meselesi de biraz böyle. Devlet hiçbir zaman bu ayrıcalıklarını bırakmak istemez, bugün Kolombiya’daki kanlı barış da bize bunu gösteriyor.

Son olarak Kürt hareketinin de perspektifinde olan bir şeyle bağlamak gerekirse; barış, barış mekanizmalarının sürekli hale getirilmesi ile mümkün kılınır. Yukarıda bir çeşit garantiler alınabilir ama aşağıda bu, hayata geçmediğinde barış tamamlanmış olmayacak. Barış, aşağıdan mekanizmaları ile birlikte toplumsal yeniden kuruluşun kök salmasını sağlamaktır. Barış anlaşması amaca giden bir yol olabilir ama asla amacın kendisi değildir.

EN SON EKLENENLER