Garibin Gönlü: Neşet Ertaş

0
1445

“Gırşeer”’in Gırtıllar köyünde Türkmen/Abdal müziği geleneğinin bilinen en güçlü temsilcilerinden biri ve gelmiş geçmiş en büyük bozlak ustası Muharrem Ertaş’ın oğlu olarak doğan (neşet eden) ve daha 5-6 yaşlarında bir yandan üç çinik buğday ve arpaya üç ay çobanlık yaparken bir yandan da keman ve bağlama çalmayı öğrenen ‘garip’ler yavrusun adıdır Neşet Ertaş.

Bağlamayı kalbinin çeperine asan ve  hayranlığını “beni babamın ayak dibine gömüverin”  vasiyetiyle dile getirdiği babası gibi O da asırlar öncesinin gezginci ozanlık geleneğini sürdürerek köy köy gezecek, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını da, başta Kırşehir ve Yozgat’a ait köyler olmak üzere çevre il ve ilçelerde babasının sazına kemanıyla eşlik ettiği köy düğünlerinde çalarak geçirecektir; derin bir yoksulluk ve horlanmayla;  “Babam Anadolu’nun köylerini sazı omzunda gezmiş, her yerde türküler, avazlar bırakmış. Gittiği yere beni de götürürdü. Geçimimiz de verilen bahşişlerden olurdu.

İstanbul’a gitmek, makus talihini tersine çevirmek istiyordu. Ama elindeki para sadece yolun yarısına yetecek kadardı : “Kırşehir’den 2 buçuk liraydı Ankara’ya otobüs. Bir 2 buçuk liram vardı, Ankara’ya kadar geldim. Duraktaki çığırtkana ‘İstanbul’a gideceğim ama param yok’ dedim. Yanımda kısa bir sazım vardı. ‘Saz çal’ dedi. Otobüste ayakta yolculuk karşılığı öğleden gece geç vakte kadar o çığırtkanlık yaptı, ben de saz çaldım. Sirkeci’de bir otele sazımı koydum, karın tokluğuna iş aradım bulamadım.”

Akşam vakti Doğu İşhanı’nda Şençalar Plak’ın tabelasını görür, sabah elinde sazı ümitle oraya gider: “Dediler ‘Niçin geldin?’ Dedim ‘Saz çalarım’. ‘Çal dinleyelim’ dedi, İsmail Şençalar imiş. Ben bozlak havalandırınca bir kağıt getirip ‘Her plak başına 25 kuruş vereceğiz, şurayı imzala’ dedi. 25’i ya da 30’u düşünecek değilim, açım. Kadri Şençalar da gelip baktı, ‘Çalar bu’ dedi. ‘Neden garip garip ötersin bülbül’ diye babamın bir bozlağıydı. Dinlerken Kadri Şençalar ağladı, beni Beyoğlu Saz’a götürdü. Müdürle konuşmuş, öğle ve akşam yemeğimi orada yiyeceğim, saz çalacağım, 7 buçuk lira para verilecek.” Böylece  1957’de ilk plağını çıkarmış olacaktı.

Halk tarafından çok beğenilen bu plağın ardından diğer plaklar, kasetler gazinolar, pavyonlar, eğlence yerleri, düğünler,  turneler, halk konserleri takip eder. Sarısözen’in tabiri ile “Kırşehirli mahalli sanatçısı” Neşet Ertaş, 1960’ların sonlarına doğru artık yurdun dört bir tarafında zevkle dinlenen ve herkesin sevdiği bir sanatçı olacak, türküleri Orta Anadolu bozkırlarının bin yıllık hüznünü anlatacaktı. “Herkes çalar ama tatlı çalamaz, yar aşkı sinede nar olmayınca’ diyen Neşet Ertaş gönül adamı olmadan aşık olunamayacağını, aşık olmayanın da insan olmayacağını söyledi durdu. Yar aşkı, Hakk aşkı, halk aşkı. O bir aşk adamıdır, sazı da sözü de, eylemi de aşkla, aşka dair olacaktı, gezgincisi ve taşıyıcısı olduğu geleneğin nice ustası gibi.                                                                   

Neşet Ertaş yoksulluğa isyan eden dizelerinin yanı sıra aşk dolu türküleriyle de ünlendi. Dillerden düşmeyen Neredesin Sen’i bir trafik kazası sonrası, üç ay hapis yattığı sırada çaresizlikten tükürükle ıslattığı kibritin barutunu kullanarak sigara kağıdının arkasına yazacak; yine o hapishanede bir başka ünlü türküsünü nasıl havalandırdığına dair anısını şöyle anlatacaktı; “1968 yılında Almanya dönüşü yaptığım kaza nedeniyle Yugoslavya’da hapis yattım. Yaşar Kemal’den bir kitap geldi. ‘Bozkırın Tezenesi’ne geçmiş olsun’ notu vardı üstünde. ‘Hapishanelere güneş doğmuyor’ türküsünü o zaman havalandırdım.”

Bir gazinoda tanıştığı Leyla Hanım ile babası karşı çıksa da evlenir, üç çocukları olur. Askerden sonra eşinden ayrılsa da tekrar yeniden evlenecek ama bir süre sonra Leyla Hanım ile ayrı yaşamaya başlayacaktı. Baba Muharrem Ertaş, oğluna bir türküyle serzenişte bulunarak “Evvelde tutmadın Neşet sözümü / Öksüz koydun yavruları kuzunu / Almasaydın Boluların kızını / Son pişmanlık fayda vermez evladım.”  diyecek, Neşet Ertaş’ın yanıtı da aynı şekilde bir türküyle olacaktır; “Ulu arıyorsan analar ulu / Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu / Analar insandır biz insanoğlu / Aslı bozuk deme gel şu insana”.

Dane Dane türküsünün de bambaşka bir hikayesi vardır. 40 yıl önce aşık olduğu kızın nişanlı ve evlenmek üzere olduğunu öğrendiğinde aşkını o kızın yüzündeki benlerinden esinlenerek  “Dane dane benleri var yüzünde yüzünde yüzünde / Can alıcı bakışları gözünde gözünde gözünde / Bin bir dat var edasında nazında.” dizelerine dökecekti. Neşet Ertaş o benli kızı 40 yıl sonra İzmir’deki hastane odasında yanı başında bulacak hayatının en zor günlerinde, kanser tedavisi görürken kendisini hiç yalnız bırakmayacaktı.

Ezilmiş, kırılmış, yalnız kalmış Anadolu insanı kederini, sevdasını, hasretini dile getirirken bu kimi zaman bir ağıt olur yakar kül eder, kimi zaman bir bozlak olur havalanır. O bozlağın büyük ustasıdır artık ve olmak istediği tek yerde, halkın gönül dağındadır. Kendisine sunulan ‘devlet sanatçılığı’ ünvanını da bu nedenle geri çevirecektir: “O dönem Süleyman Demirel Cumhurbaşkanıydı. Devlet sanatçılığı teklifini kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu.”

Anadolu’daki Abdallık geleneğinin son temsilcilerinden olduğu için 2010 da Unesco Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında yapılan ulusal envanterlerden Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal Envanteri’ne  alınarak yaşayan insan hazinesi kabul edilen Neşet Ertaş yurdunda Abdal olmanın anlamını bilmeyen bir toplumun içinde, kendisi de bu kavramın anlamını unutmaya çalışarak yaşamak zorunda bırakıldı. Çünkü Abdal diyerek aşağılanıyor, horlanıyorlardı. Abdallık saklanılacak, utanılacak bir şeydi sanki. Birçok örnekte olduğu gibi kendi kültürel değerlerini unutmuş bir toplumda, Abdallık bir dönem erenliğe, dervişliğe ilişkin kavram,  XVIII. Yüzyılda da  “Abdal” ile “Bektaşi” tabiri eş anlamlı iken yıllar sonra içi boşaltılıp ‘serseri, dilenci’ yakıştırmalarıyla hatırlanacaktı.                                                                              Kendine bir mahlas ararken babası Muharrem Ertaş’a “ bir şeyler söylemek istiyorum, ne diyeyim sonunda?” dedim. ‘Bize garipler derler, oğlum’ dedi. Onun için türkülerimin son bölümünde ‘garip’ sözcüğü yer alır. Bu bizim yaşamımızdaki baskılardan, şuuraltındaki aşağılanmışlıktan ve eziklikten.”                  

Dursun Çiçek’in Dünya Bülteni’nde kaleme aldığı “Neşet Ertaş, halkını horlayan bir yönetici elitin dünyasında, horlanan halk tarafından da “horlanan” adamdır. O ‘öteki’dir. ‘Bizden” olmayandır. Gönlünün, yüreğinin, suratının ve sesinin yanıklığı bundandır. Bunun için abdalların bağlamasından için için yanan bir közün sıcaklığı gelir. Çünkü Abdal için bağlama, garibin bağrıdır, yanan sinesidir ve sine, yangın yeridir. Bağlama ile bağır arasında böyle bir yakınlığın olması, türkülerin insanın bağrından-kalbinden mi, yoksa bağlamasından mı çıktığı konusunda ilginç çağrışımlara sebep olur. Bağlamanın bağrı, gerçekte insanın bağrıdır. Bağlamanın telleri, gerçekte insanın yüreğine ve gönül dünyasına giden yollardır” değerlendirmesi Abdalların ‘Garip’liğini hem dillendiren hem de az da olsa sağaltan tek yarenlerinin bağlamaları olduğu tespitini yapan yerinde bir değerlendirme olacaktır.

Kırşehir’in Gırtıllar köyünde sessiz sedasız dünyaya gelen ve İzmir’de milyonları hüzne boğarak Hakk’a yürüyen Neşet Ertaş bu dünyadan ayrılışının da öyle sessiz sedasız, resmi tören yapılmadan olmasını vasiyet etmişken, yaşarken “inancı, kimliği görülmeyen” nice “öteki” gibi öldükten sonra da rahat bırakılmayacak, hayatta olmayan birinin son isteğini yerine getirmek gibi son derece insani bir durumu siyasi ranta elde etmek için görmezden duymazdan gelmeyi tercih edecekler ve inancıyla bağdaşmayan bir törenle bu ağrılı  dünyadan ağrılarını katlayarak uğurlayacaklardı. Ömründe adımını atmadığı bir ibadethanede,  yaşamı ve siyasi çizgisi asla bir araya gelmemiş siyasi zevatın önünde, tabutunun üstünde koskoca bir belediye tabelası ve başucunda adını iki kere yanlış söyleyen bir imamın nezaretinde.

Neşet Ertaş’ın cenaze töreni “gariplerin”  bugüne kadar havalandırdığı en canhıraş bozlağı olacak; siyaset denilen o kudretli elin dinsiz, imansız sahipleri dosta düşmana kendilerinden olmayanların garipliklerini, kimsesizliklerini yüzlerine vurmaktan bir an olsun geri kalamayacak ve arlanmayacaklarını gösterecekti.

Kendini soran birine “Sahabı çıkmazsa bizik” diyerek bir anlamda garipliğe, kimsesizliğe isyan eden Neşet Ertaş “garip”ti ama kendi deyişiyle ölüsüne ağlar bulunmaz ‘ garip değildi. Milyonlar ağları oldu. O milyonlar O’nda kendi garipliklerini buldular ve biraz da kendileri, kendi “garip”liklerine ağladılar!

Çiçek Dağı’ndan gülemediği Yalan Dünya’yı sonsuz bir sevdayla kat eden bir Garip Turna’dır şimdi Neşet Baba, “ben de gülemedim” diyerek Gönül Dağı’mızı teselli eden…

Bin bir hayalınan geldim anamdan
Şu fani dünyaya geldim gidiyom
Muradımı alamadım dünyadan
Derdin çeşmesinden doldum gidiyom

Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi
Şad olup da gülemedim el gibi
Yaprağı sararmış gonca gül gibi
Daha fidan iken soldum gidiyom

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz