Siyah sinemanın iki yeni ve çarpıcı örneği

Şubat ayının son gecesi yapılan Altın Küre ödül töreninde En İyi Kadın Oyuncu (Drama) ödülünü alan Andra Day ve Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Daniel Kaluuya isimleriyle öne çıkan iki film bir süredir, deyim yerindeyse, altın çağını yaşayan siyah sinemanın iki yeni örneği. İkisi de gerçek olay ve kişilerden hareketle çekilen ve belli açılardan benzer olay örgülerini taşıyan filmler olan “The United States vs. Billie Holiday” ve “Judas and the Black Messiah” bir yandan da 20. yüzyıl ABD tarihinin ve siyahlara uygulanan sistematik zulmün de izini sürebileceğiniz yapımlar. Biri 1940’lı ve 50’li yılların ABD’sinde, diğeri ise 70’li yılların başlarında yine ABD’de geçen bu filmleri sırayla ele alalım.

FBI, KARA PANTERLERE KARŞI

25 Nisan’da sahiplerini bulacak 93. Oscar Ödülleri’nde 6 dalda ödüle aday olan “Judas and the Black Messiah” ile başlamak istiyorum, her ne kadar kronoloji tersini zorlasa da. Açıkçası Shaka King’in yönettiği filmi kendi adıma daha çok beğendim ve zamanın sınavına da daha dirençli olacağını düşünüyorum. Kara Panter örgütünün liderlerinden Fred Hampton ile örgüte sızan ve FBI için çalışan Bill O’Neal’in iki ayağını oluşturduğu gerçek bir hikayeyi anlatan film Chicago’da çeşitli muhalif unsurların bir araya gelerek nasıl beyaz iktidar için bir tehdit oluşturduğundan hareketle kuruyor dramatik çatısını. Bu durumu kendi paranoyak bakış açısı ile (hep bir Kara Mesih’in geleceğine inanan) ele alan FBI Direktörü J. Edgar Hoover’ın talimatları doğrultusunda Kara Panter örgütünün içine bir muhbir yerleştirmek için harekete geçen Özel Ajan Roy Mitchell basit bir araba hırsızlığı suçundan enseledikleri bir siyahı serbest bırakmak karşılığında kullanmaya karar verir. Kara Mesih rolünde Fred Hampton (Daniel Kaluuya), Judas yani hain rolünde ise Bill O’Neal (Lakeith Stanfield)… Filmin nasıl sonlandığına dair bir ipucu vermek istemem ama siyah tarih tahmin edebileceğiniz gibi çok da iç açıcı bir şekilde yazılmıyor bu olayda da. 

New York doğumlu yönetmen Shaka King henüz ikinci uzun metrajlı filmiyle yılın en dikkat çeken yapımlarından birine imza atıyor doğrusu. En İyi Film ve En İyi Orijinal Senaryo gibi dalların yanı sıra iki başrol oyuncusunun da Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday olduğu film (ki Daniel Kaluuya bu dalda Altın Küre’yi almıştı) özellikle kalabalık sahnelerdeki (örgütün halka açık toplantıları, başka örgütlerle olan gerilim yüklü buluşmaları, vb) ustalıklı anlatımı, neredeyse kusursuz görüntü yönetimi (bu dalda Sean Bobbit de iddialı adaylardan) ve bir ensemble’a yakışan uyumlu, üst düzey oyunculuklarıyla kolay kolay unutamayacağınız anlar sunuyor. 

DEVRİM YARATAN ŞARKI: ‘STRANGE FRUIT’

Billie Holiday’in başından geçenler de Fred Hampton’ınkine benziyor birçok açıdan. Yine FBI için çalışan ve Holiday’in yakın çevresine sızarak ona ihanet eden bir siyah var bu hikayede de. Bütün mesele ise Billie Holiday’in 1939 yılında kaydettiği ve siyahların lincine dair son derece gerçekçi ve dinleyeni kursağından yakalayıp bırakmayan “Strange Fruit” (Tuhaf Meyve) adlı şarkıyı konserlerinde ısrarla söylemeye devam etmesi. Onu bir şarkı yüzünden hapse atamayacağını bilen  ama şarkının devrim yaratacak denli etkili olduğunun da farkında olan FBI’ın en büyük kozu ise Holiday’in eroin bağımlılığı oluyor ve genç kadını bu yolla cezalandırıyorlar. Hayatına giren erkeklerin hoyratlığı da (ki kendi anlattığına göre daha 10 yaşında tecavüze uğruyor) gitgide dibe çekiyor onu ve erken yaşta veda ediyor hayata caz aleminin belki de bu en etkileyici sesi.

Kendisi de Grammy ödüllü bir şarkıcı olan ve Altın Küre’de En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Andra Day’in birinci sınıf bir performans sergilediği “The United States vs Billie Holiday” daha önceki Billie Holiday biyografisi “Lady Sings the Blues”dan daha iyi belki (ki orada da Holiday’i canlandıran Diana Ross’un performansı filmin en iyi yönüydü) ama son tahlilde Holiday’in hikayesini tam anlamıyla aktarmakta aciz kalıyor. Lee Daniels siyah sinemanın önemli isimlerinden biri şüphesiz (sadece “Precious” bile yeter) ancak bu sefer ele aldığı karakterlerin derinlikten yoksunluğu, sadece “Judas and the Black Messiah” ile karşılaştırıldığında bile (iki filmdeki FBI ajanlarına bakın en azından, ya da diğer yan karakterlerin hikayedeki ağırlığına) size bir şeylerin eksik olduğunu hissettirecek denli bariz. Kamera Andra Day’in üzerinde olduğu müddetçe sorun yokmuş gibi görünebilir (ve gerçekten sesinin Billie Holiday’e bu kadar benzemesi ayrıca müthiş bir şey) ama filmden aklınızda kalan tek şeyin o olması da üzücü aslına bakarsanız.  

ÖZEL BİR ŞARKI, ÖZEL BİR RİTÜEL

Billie Holiday’in söylediği “Strange Fruit” hakkında en kapsamlı çalışmayı David Margolick yapmış ve “Strange Fruit: The Biography of a Song” adlı kitabında hem Holiday’in hayatını hem de şarkının tarihini anlatmıştı. Kitap dilimize çevrilmediği için bulup okumanız kolay olmayabilir ama en azından şarkının kısa bir tarihini ve başlıkta sözü geçen ritüeli size aktaralım.

“Strange Fruit” sanılanın aksine bir siyah tarafından değil, Abel Meeropol adlı yahudi bir beyaz tarafından yazıldı. Meeropol bir komünistti ve ilk yazdığında “Bitter Fruit” olan şiirini ilk kez 1937 yılında sendika tarafından çıkarılan New York Teacher adlı bir dergide yayımlamıştı. ‘Bitter’ yani ‘acı’ anlamına gelen sözcüğü fazlaca yargı içerdiği ve sert kaçtığı gerekçesiyle sonradan ‘strange’ yani ‘tuhaf’ sözcüğüyle değiştirecekti Meeropol. Daha sonra şiirine bir de beste yaptı Meeropol ve “Strange Fruit” 1938 yılı boyunca solcuların birçok buluşmasında söylenir oldu. Siyah şarkıcı Laura Duncan’ın madison Square Garden’da şarkıyı seslendirdiği gece muhtemelen tarihteki ilginç kırılma anlarından biriydi, zira o gece orada bulunan Robert Gordon o sıralar Café Society’de işe başlamıştı ve Billie Holiday’in ‘assolist’ olarak çıktığı gece programlarından sorumluydu. Kulübün sahibi ise ayakkabı satıcılığından gelme Barney Josephson adında bir adamdı. Gordon o gece dinlediği şarkının yazarı Meeropol ile çalıştığı kulübünü patronu Josephson’u bir araya getirecek ve dolaylı yoldan şarkının Billie Holiday tarafından söylenmesini sağlayacaktı.

Josephson aptal biri değildi; dinlediği şarkının özel bir parça olduğunu hemen anlamıştı. Bazı kurallar belirledi. Öncelikle Holiday here gece kapanışı “Strange Fruit” ile yapacaktı. İkinci kural, şarkı boyunca garsonlar asla servis yapmayacaktı. Üçüncü kural, şarkı boyunca tüm salon kararacak, sadece Holiday’in yüzüne parlak bir takip ışığı verilecekti. Son kural, Billie Holiday şarkı bitince kaybolacak ve kesinlikle bis yapmayacaktı. Josephson “Herkesin şarkıyı anımsamasını, beyinlerine kazınmasını istiyordum” demişti bu ritüelle ilgili olarak. 

Siyahların lince uğramasını anlatan ve linç edilenleri Güneydeki ağaçlarda rüzgarda salınan ‘tuhaf meyve’lere benzeten “Strange Fruit” tarihteki ilk protest şarkı değildi şüphesiz ama pop müzikte ortaya çıkan ilk protest şarkıydı ve etkisini de büyük ölçüde Billie Holiday’in buğulu, titrek sesiyle işte bu özel ritüele borçludur.

EN SON EKLENENLER