Tuncel cezaevinde PİRHA’nın sorularını yanıtladı: Kürt, Alevi ve kadın kimliği hakikat arayışının adıdır

Sincan Cezaevi’nde tutulan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) önceki dönem Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, PİRHA’nın sorularını yanıtladı. Tuncel, Kürt, Alevi ve kadın kimliği hem var olmanın hem de hakikat arayışının, direnişin adı olduğunun altını çizdi. Tuncel, Alevi örgütlenmesine dair de, “Alevi kurumlarının ortak bir çatı örgütüne (kurultay, kongre gibi), akademilere ihtiyacı var. Asimilasyon politikalarını boşa çıkarma, Alevi kültürünü, inancını gelecek kuşaklara taşımak açısından akademilerin çok büyük önemi var” dedi. Tuncel, cezaevinde de dirençli oldukları mesajını verdi. 

Cezaevlerinde doluluk oranı Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesinde. Cezaevlerine dair yayınlanan raporlarda insan hakları ihlallerinin arttığı belirtilirken, ağır hasta tutukların durumu her geçen gün kötüleşiyor.

AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin bir çok ilinde yeni cezaevleri yapılıp, yenilerinin de yapılacağı vaat edilirken, şu an Türkiye’nin farklı cezaevlerinde belediye eş başkanından, milletvekiline Kürt kadın siyasetçiler tutuklu bulunuyor. Son yıllarda sadece fikirlerinden ve yaptıkları açıklamalardan dolayı Sebahat Tuncel, Aysel Tuğluk, Gültan Kışanak, Edibe Şahin, Figen Yüksekdağ, Nurhayat Altun gibi yüzlerce kadın cezaevine konuldu.

Aysel Tuğluk gibi bazı isimler ağır hastalıklarına karşın cezaevinde tutulurken, dışarıda savundukları değerleri cezaevinde de savunmaya devam ediyorlar.

Bu isimlerden biri de Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) önceki dönem Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel. Tuncel, 4 Kasım 2016’dan bu yana cezaevinde tutuluyor. HDP eş genel başkanları ve milletvekillerinin gözaltına alınmasını protesto ederken, 4 Kasım’da Diyarbakır Adliyesi’nin önünde gözaltına alındı ve hakkında daha önce hazırlanmış farklı bir dosyadan dolayı tutuklandı. Hazırlanan iddianame Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak’ın dosyası ile birleştirildi. Dava güvenlik gerekçesiyle Malatya’ya alındı. 2019 Şubat ayında Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi hem Kışanak’a hem de Tuncel’e 15’er yıl hapis cezası verdi.

PİRHA olarak, cezaevindeki Kürt kadın siyasetçilere ulaşıp, cezaevi süreci, yaşadıkları sıkıntılar ve Türkiye siyasetinin geldiği noktaya ilişkin sorular yöneltiyoruz.

İlk olarak, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) önceki dönem Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nden sorularımızı yanıtladı.

“KÜRT SİYASETÇİLERİN ‘REHİN’ ALINMASI KÜRT KARŞITI POLİTİKANIN BİR PARÇASIDIR”

PİRHA: 5 yıldır cezaevindesiniz. Elbette durumun hukuki boyutlarına Alevi toplumu hâkim. Ama biz sizin kendi durumunuzu cezaevinde oluş nedenlerini sizden duymak istiyoruz.

SEBAHAT TUNCEL: 2016 yılında HDP eş genel başkanlarımız ve milletvekillerimizin gözaltına alınmasını protesto ederken 4 Kasım’da Diyarbakır Adliyesi’nin önünde 2911 sayılı kanunu muhalefetten gözaltına alındım. Ancak gözaltına alındıktan sonra hakkımda daha önce hazırlanmış farklı bir dosyadan işlem yapıldı ve tutuklandım. Tutuklanmama gerekçe yapılan ise milletvekilliği yaptığım HDP Eş Genel Başkanı, DBP Eş Genel Başkan ve HDK Eş Sözcüsüyken yaptığım faaliyetlerdeki açıklamalardır. Daha sonra hakkımda hazırlanan iddianame Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı sevgili Gültan Kışanak’ın dosyası ile birleştirildi. Dava güvenlik gerekçesiyle Malatya’ya alındı. 2019 Şubat ayında Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi her ikimize de 15’er yıl ceza verdi.

O süreçte açlık grevinde olduğum için savunma yapamadım. Savunma hakkımı kullanmadan ceza verilmesi mahkemeler üzerindeki siyasi baskının da bir göstergesi. Bugün Kürt siyasi hareketine, Kürt siyasetçilerine yönelik sistematik şiddet politikasının bir ayağını da yargı oluşturuyor. Kürt siyasetçilerin siyasi soykırım operasyonlarıyla ‘rehin’ alınması AKP-MHP faşist iktidarın Kürt karşıtı politikasının bir parçasıdır. Bugün bu politika daha geniş kesimlerce de görülüyor.

Gaziantep Bölgeler Adliye Mahkemesi, hakkımda farklı dosyaların bulunduğu bu dosyaların birleştirilerek yeniden karar verilmesini isteyerek kararı bozdu. Yargılama yeniden devam ederken kamuoyunun ‘Kobane Davası’ olarak da bildiği soruşturma dosyasına bizlerde dâhil edildik ve 12 Ekim 2021 tarihinde 2.kez tutuklandık. Aysel Tuğluk, Gültan Kışanak ve ben daha sonra Malatya’daki dosyanın bir kısmı (propaganda dosyaları ayrıldı, şu an Yargıtay’da uyuşmazlık nedeniyle) ‘Kobane Davası’ dosyası ile birleştirildi.

“‘KOBANE DAVASI’ BİR İNTİKAM DAVASIDIR”

‘Kobane Davası’ bir intikam davasıdır. 2014’te Kobane halkının IŞİD çetelerine IŞİD vahşetine karsı tarihi direnişi Ortadoğu halkları dünya halkları acısından yeni bir süreci başlatmıştır. Tüm dünya Kobane halkını selamlarken Türkiye Kobane, halkıyla Kürt halkıyla dayanışmayı dava konusu yaptı. Türkiye’nin cihadist grupları destekleyerek Suriye iç savaşına müdahil olduğu, hatta Afrin, Cerablus gibi yerleri işgal ederken bu gruplardan faydalandığını tüm dünya biliyor. IŞİD emiri Bağdadi’nin Türkiye’ye yakın bir yerde öldürülmesi, El Kureyşi’nin İdlip’te Türkiye’nin denetiminde olduğu bir yerde öldürülmesi Türkiye’nin ilişki ağını göstermesi acısından dikkat çekicidir. Kürtleri düşman gören iktidar cihadist gruplarla ittifak, ilişki geliştirmekten bir sakınca görmüyor. Bu ilişki uzun sürede Türkiye halkları, Aleviler ve kadınlar acısından ciddi sorunların yaşanmasına neden olacaktır. Kobane davasına bu perspektiften bakmak gerçeği anlamak açısından önemlidir. Bu dava aynı zamanda HDP’nin kapatılması Kürt siyasi hareketinin demokratik siyasetin alanın daraltılması, tek adam rejimin kurumsallaşmanın bir parçası olarak sürdürülmektedir.

Mücadeleci kişiliğinizin şekillenmesinde Kürt-Alevi kimliğinizin etkisi nedir?

Kürt, Alevi ve kadın kimliği benim açımdan hem var olmanın hem de hakikat arayışının direnişin adıdır. Bizler yasadığımız bu coğrafyada çift yönlü bir inkâr, imha ve asimilasyon politikasına maruz kalmanın derin krizlerini yasıyoruz. Bu krizli durum Alevi toplumunun kendi öz kimliğini yaşama, kendi inancıyla, kültürüyle ve diliyle var olma, örgütleme sorunlarına da yansıyor. Özellikle Kürt Aleviler sistematik devlet zoru şiddeti nedeniyle iki kere yabancılaşma yaşıyor. Hem Alevi kimliğine, hem de Kürt kimliğine yönelik yabancılaşma bireyin özgürleşmesi önünde ciddi engeller oluşturuyor. Alevilerin bu coğrafyada yaşamlarını güvenceye alması kendisini gizlemesi veya mevcut sisteme biat etmesiyle olanaklı olmuş. Günümüzde bile Alevilere yönelik ciddi bir ayrımcılık, ötekileştirme var. İktidardakiler bir yandan asimilasyon politikalarını güncellerken (cami-cemevi projeleriyle) diğer yandan bazı Alevi örgütleri cemevlerini Alevi kültürünün yansıtmaktan uzak, sadece ritüellerin yerine getirildiği mekânlara dönüştürmekte. Alevilerin siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel, komünal yaşam değerlerinden uzaklaşmalarını, sisteme entegre edilmelerini amaçlıyor. Tabi bir de bu sürece oto asimilasyon diyeceğimiz Alevilerin kendi kendilerine uyguladıkları inancını gizli yaşama yaklaşımı dâhil olunca bu alandaki sorunlar daha da derinleşiyor.

“TARİHİNİ, GEÇMİŞİNİ BİLMEYENLER GELECEĞİNİ ÖRGÜTLEYEMEZ”

Benim siyasal kimliğimin şekillenmesinde de doğal olarak bu politikaların ve yaklaşımların bir yansıması var. Alevi kültüründe devletin baskı, zor ve zulüm politikalarına karşı büyük bir mücadele ve direniş geleneği de var. Bu direniş geleneği eşit, özgür, demokratik ve barışçıl bir yaşamı, özlemi Alevi kimliğine, inancına yönelik baskı politikaları, benim hakikat yolculuğuna çıkmamda, sınıf, kadın-erkek, din çelişkisi kadar başat rol oynamıştır. Bu yolculuk aynı zamanda kendi tarihsel kökenlerimle, kendi gerçeğimle, kendi hakikatimle buluşmam açısından çıkılmış bir yolculuktur. Apollon’un Delphi Tapınağı’nın girişinde yazan ‘Kendini bil’ sözü tüm hakikat arayışçıları açısından ve geleceği inşa açısından önemli. Tarihini, geçmişini bilmeyenler geleceğini örgütleyemez. Dikkat ederseniz iktidarlar bizi köksüzleştirmek, tarihsel gerçekleri çarpıtarak bizi tarihsizleştirmek istiyor. Buna verilecek en iyi cevap kendimizi komünal değerlerimizi, toplumsal yapı taşlarımızı, iyi bilmek ve bunun ışığında geleceğimizi örgütlemektir.

“TÜM BU YAŞANANLARIN TEMEL NEDENİ REJİM KRİZİDİR

-Türkiye kritik bir süreçten geçiyor. Cezaevinden bakınca ülkenin gidişatını nasıl görüyorsunuz? Türkiye demokrasi bileşenlerinin en önemli damarlarından biri olan Alevi toplumu ve özelde Alevi kadınları bu süreci nasıl karşılamalıdır? Ne yaparsa rolüne denk bir yol izlemiş olur?

Türkiye’de ki gidişatın iyi olmadığı, Türkiye toplumunun ciddi bir ekonomik ve siyasi krizle yaşamak zorunda bırakıldığı, toplumlar arasındaki kutuplaşmanın göçmenlere yönelik ayrımcılık, ırkçılığa varan yabancı düşmanlığı ve bunun yarattığı gerilim Kürt sorununun çözümsüzlüğü, kadın özgürlük sorunu, ekolojik sorun, Alevilerin yaşadığı sorunlar, işçilerin ve emekçilerin yaşadığı ekonomik sorunlar, işsizlik, yoksulluk ve geleceğe dair umutsuzluk sorunları cezaevinde de hissediliyor.

Tüm bu yaşananların temel nedeni rejim krizidir. Faşist blok rejimi krizine tekçi, otoriter bir başkanlık sistemiyle cevap vermek istiyor ki bu da yaşanan sorunları daha da ağırlaştırıyor. Türkiye’nin çok kimlikli, çok amaçlı, çok kültürlü toplumsal yapısını tekleştirme tüm topluma tek tip elbise giydirme çılgınlığı toplumsal çatışma çelişkileri derinleştiriyor. Tekçilik, otoriterlik Türkiye’nin toplumsal yapısına uymuyor. Bu nedenle faşist blok devletin tüm baskı araçlarını devreye koyarak zor ile bunu sağlamaya çalışıyor. Toplum üzerinde korku ikilemi yaratarak düşünce, ifade özgürlüğü, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak, muhalifleri hapsederek, sokağa çıkanları tehdit ederek, sanatçıların dilini koparmakla tehdit ederek, toplumsal muhalefeti bastırmaya çalışıyor. Bu politika aslında iktidarların ne kadar zayıf olduğunun da göstergesidir. Bu iktidarın topluma anlatacak hikâyesi kalmamış, kendi varlığını sürdürmenin de tek aracı devlet şiddeti ve zor araçları kalmıştır. Bu gerçeğin görülerek demokrasi ve özgürlüklerden, barıştan yana olanların kendilerini örgütlemeleri, topluma öncülük etmeleri gerekir.

“ALEVİLER KENDİ TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİNE YABANCILAŞTIRILMIŞTIR”

Aleviler de bu süreçte kendi öz örgütlülüğünü sağlaması siyasetini toplumsallaştırması gerekir. Aleviler, yüzlerce yıldır bu coğrafyada kıyımlara uğramış, kendi inancını özgürce yaşaması engellenmiş, kendi kültürü, dili ve inancı etrafında örgütlenme olanakları ortadan kaldırılmış imha ve asimilasyon politikalarıyla devlete zorla entegre edilmişlerdir. Asimilasyon politikası en etkin biçimde eğitim alanında uygulanmıştır. Türk-Sünni-Erkek devlet sistemi üretilmiştir. Aleviler kendi toplumsal gerçekliğine yabancılaştırılmıştır. Dersim Katliamı sonrası Dersim’de çocukların imam hatiplerde, yatılı bölge okullarında okutulmaları bu asimilasyon politikalarının bir parçasıdır. Kemalizmin Alevi toplumunda bu kadar derin kök salmasında bu politikaların çok büyük etkisi vardır. Alevi köylerine cami yapılması, Alevilerin statülerinin tanınmaması, Alevi inancının tanınmaması, Alevilerin evlerinin işaretlenmesi, Alevilerin sürekli bir tedirginlik içerisinde bırakılması cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bir devlet politikası olarak uygulanmaktadır.

ALEVİ KURUMLARININ ORTAK BİR ÇATI ÖRGÜTÜNE (KURULTAY, KONGRE GİBİ) İHTİYACI VAR

Alevilerin örgütlenmeleri ortadan kaldırılmış Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle Türk-Sünni inancı devletin inancı haline getirilirken Aleviler başta olmak üzere diğer inançları, mezhepleri dışlamıştır. İnanç alanında yaşanan sorun bizzat devlet eliyle inançlar arasında ayrımcılık yapılarak yaratılmıştır. Bu gerçeklik bugün daha geniş kesimlerce görülmektedir. Alevilerin elbette kurdukları dernekler, vakıflar, cemevleri mevcut ancak bu örgütlenmeler dağınık, parçalı ve bir bütün Alevi kültürünü, Alevilerin tarihsel, toplumsal gerçekliğini ifade etmekten uzak. Alevi kurumlarının ortak bir çatı örgütüne (kurultay, kongre gibi) ihtiyacı var yine akademilere ihtiyacı var. Asimilasyon politikalarını boşa çıkarma, Alevi kültürünün inancını gelecek kuşaklara taşımak açısından akademilerin çok büyük önemi var. Alevilerin kendi öz örgütlülüğünü geliştirmesi kadar birlikte yaşadıkları, halkların yaşadıkları sorunlara da duyarlı olması ortak bir yaşamı yaratmanın çabası içinde olması gerekir. Bunun için demokratik ulus perspektifiyle Türkiye’de yaşayan tüm halklarla, inançlarla, işçi sınıfıyla, köylülerle, kadınlarla, yoksullarla, ekoloji hareketleriyle, sosyal hareketlerle bir araya gelecek dayanışma, ittifak örgütlenmelerinin gelişmesine öncülük edebilirler. Eşit, özgür, demokratik ve barışçıl bir yaşam mümkün yeter ki tarihsel görev ve sorumluluklarımızı yerine getirelim.

Alevi kadınları açısından da sürece güçlü katılım, Alevi kadınlarının kendi öz örgütlülüğünü geliştirmesi ve diğer kadınlarla güçlü birliktelikler, ittifaklar geliştirmesi önemli. Erkek-egemen kapitalist sistem tüm kadınların hayatlarını etkiliyor ve bize nefes alacak alanlar bırakmıyor. Bu sisteme karşı örgütlü kadın gücünü açığa çıkarmak başarmak için önemli. Toplum içerisinde güçlü Alevi kadın figürleri var, bu kadınların yan yana gelmesi Alevi toplumunun ilerlemesi, gelişmesi açısından da önemli. Alevi inancının kadınlara yaklaşımı, kadınların rolleri, kadın gerçekliğini açığa çıkaracak kadın tarih-araştırma merkezleri, kadın akademileri, kadın meclisleri örgütlenebilir ve tüm bu çalışmaların birleşeceği bir çatı örgütlemesinin kadın özgürlük mücadelesine büyük katkıları olacaktır, diye düşünüyorum.

-Cezaevinde Aleviliğe dair yoğunlaşmanız oldu mu? Hangi kitapları okudunuz? Bu sıralar okuduğunuz kitap veya kitapların isimleri nedir?

Yukarıda ifade ettiğim Alevilere yönelik inkâr, imha ve asimilasyon politikaları benim yaşamımda da etkili oldu doğal olarak. Politik arayışlarımın olduğu yılarda sormaya başladığım sorular, yaşadığım çelişki ve çatışmalar beni hakikat yolculuğuna yöneltti. Alevi kültürünü herkes gibi kendi aile yaşamım içerisinde öğrendim, sosyalist yaşam perspektifi inanç meselesine, din meselesine yaklaşımımı belirledi ancak zamanla kendimi bilme yolculuğum bu alanda yaşadığım zorlukları, eksiklikleri de açığa çıkardı. Asimilasyonun üzerindeki derin etkisini inanç ve etnik kimliğime yönelik yabancılaşmanın derinliğini daha net sordum. Kandıra Cezaevindeyken sevgili Aysel Tuğluk, Gültan Kışanak, Edibe Şahin ve Nurhayat Altun ile bu konuları Alevi inancını, kültürünü, ocakları, dedelik, analık kurumunu, kadınların inancın gelişmesinde ve günümüze taşınmasındaki rolü vb. birçok konu üzerinde sohbetler oluyordu. Kimi kitaplar da okudum. Alevi kadınlar, Kızılbaş Aleviler üzerine bir okuma listesi de oluşturdum ancak Ankara’daki duruşmalar nedeniyle Ankara’ya gelince ara vermek durumunda kaldım. Önümüzdeki süreçte bu okumaları derinleştirmek istiyorum. Bu konuda sizler de kaynak önerisinde bulunursanız sevinirim.

‘YA HIZIR’ SESLERİNİ DUYAR GİBİYİZ

-Bildiğiniz gibi şubat ayı Aleviler açısından aynı zamanda Xızır (Hızır) ayı olarak biliniyor. Bir Alevi kadın olarak Xızır sizin için neyi ifade ediyor?

Hızır ayının Alevilerin yaşamında özel bir yeri ve anlamı var. Oruç sonrası dağıtılan lokma aynı zamanda Alevilerin komünal paylaşımcı yanlarını da gösteriyor. Xızır yoksulların, dara düşenlerin yardımına koşan aksakallı bir derviş olarak tarif edilir. Umutsuzluğa düşülmemesi insanın zorda kaldığında mutlaka Xızır’ın yardıma koşacağı, Xızır’ın hangi donda geleceğinin belli olmadığı söylenir. Küçükken anneannemden çok Xızır hikayesi dinledim; ‘Bozatlı Hızır yardıma koşar, insan gerçekten dara düştüğünde’ derdi. Mucizevi bazı olaylarla Xızır’ın insanlara nasıl yardım ettiğini anlatırdı. Genel olarak Alevi toplumunda Xızır inancının önemli bir yer tuttuğu biliniyor. İçinde bulunduğumuz dar sürecin içerisinden de çıkış için ‘Ya Hızır’ seslerini duyar gibiyiz.

-Bahar kapıya dayandı 8 Mart, 21 Mart, 1 Mayıs ve Hıdırellez gibi anlamlı tarihler peş peşe geliyor, bunlara dair bir mesajınız var mı?

Mart ayı baharın, yeni yaşamın, umudun, dirilişin adıdır. Yeni başlangıçları yeni umutları açığa çıkarır. Her mart ayı bizleri de heyecanlandırıyor. Önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 1 Mart’tan başlayarak 8 Mart’a kadar kadınlar sokakta seslerini duyurmaya çalışıyor. Kadına yönelik her türlü şiddete, tacize, tecavüze, kadın katliamlarına, savaşa karşı itirazlarını en yüksek sesle ve en kitlesel haliyle dile getiriyorlar. Kadın dayanışmasının yüceliğini ve coşkusunu haykırıyorlar, kadınların 8 Martta yaktığı özgürlük meşalesi 21 Martta Newroz alanlarını dolduran halkların ellerinde yanmaya devam ediyor. Halkların eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği halklar arası dayanışmanın yüceliğini aydınlatıyor. Halkların özgürlük bayramı olan Newrozla harlanan ateş bu defa işçilerin, emekçilerin, hak ve özgürlük mücadelesini aydınlatmak için 1 Mayıs meydanlarında yanıyor. Yakılan bu özgürlük ateşi biz içeridekilerin umudunu daha da güçlendiriyor. Bu yılda 8 Mart’ı, Newroz’u ve 1 Mayıs’ı cezaevlerinde karşılayacağız ancak bu yıl Türkiye’de yaşanan ekonomik krize, yoksulluğa, eşitsizliğe, kadın katliamlarına karşı toplumun güçlü bir ses çıkaracağını biliyoruz. Türkiye’yi krize sürükleyenlere ‘Edi Bese’ diyeceklerini ve gelecek için kadınların, Kürt halkının, Türkiye emekçi halklarının, işçi sınıfının ekolojistlerin inisiyatif olacaklarına inanıyoruz. Fiziksel olarak sokaklarda, meydanlarda olamazsak da bizlerde havalandırmamızda direnenlerin, mücadele edenlerin artık yeter ‘edi bese’ diyenlerin seslerine, çığlıklarına sesimizi katacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Şimdiden ‘biji hêştê adarê, biji newroz, biji yek gulan’ diyoruz selam ve dirençle serkeftin.

“KENDİMİZİ HER YÖNÜYLE GÜÇLENDİRMEYE ÇALIŞIYORUZ”

-Cezaevindeki bir gününüzü kısaca anlatır mısınız?

İnsan nerede olursa olsun kendisine bir yaşam alanı yaratıyor, bazen zorluklar insanı daha da yaratıcı kılabiliyor. Bu soğuk gri mekânları yoldaşların sevgisi, coşkusu, kahkahasıyla renklendiriyoruz. 7 ay 2 kişi kaldıktan sonra ‘Sibel Akdeniz ve ben’ şimdi 5 kişi olduk giderek kitleselleşiyoruz. Buraya ilk geldiğimizde Sibel arkadaşımız Kayseri’de kalabalık bir yerden gelmişti. “İki kişi halay çekebilir miyiz” diye sordu. Ben de “F tiplerinde kalmayanlar ne bilir 2 kişilik halayın güzelliğini” dedim sonra da denedik. “Evet, 2 kişi de halay çekebiliyormuş” dedi.

Biliyorsunuz F tiplerinde en kitlesel halaylarımız 3 kişiyle oluyor sonra Aynur Aşan geldi şimdi de Zeynep Kahraman ve Zeynep Ölbeci geldi. Sizin anlayacağınız artık kitlesel halay çekebiliyoruz. Güzel de bir koromuz olmuş oldu. Dışarıdakiler ‘Cezaevinde yatmak’ sözünün gereği olarak bizim yattığımızı düşünebilir ama uykuya hasret kaldığımız zamanlar oluyor. Son bir haftadır arkadaşlarımızın gelmesiyle oda değiştirdik, dışarıda olduğu gibi içeride de taşınmanın zorlukları var.

Bir yandan da duruşmaları takip ediyoruz. Mahkeme duruşmayı bir an önce bitirmek için 2 hafta duruşma 2 hafta ara ‘Daha önce bu 1 haftaydı’ periyot oluşturulmuş durumda. Bu ister istemez çalışmalarımızı, yoğunlaşmamızı, savunma hazırlıklarımızı olumsuz etkiliyor. Akşama kadar duruşmada olunca -ki bu da yorucu oluyor- kalan zamanda günlük ihtiyaçları karşılamaya gidiyor. Ancak buna rağmen kendi yaşam felsefemizin, komünal yaşam anlayışımızın bir gereği olarak disiplinli, planlı bir yaşamımızın olduğunu belirtmeliyim. Bizler buradaki yaşamımızı da en verimli şekilde, en üretken biçimde değerlendirmeye, kendimizi her yönüyle güçlendirmeye çalışıyoruz.

-Cezaevinde sizi gülümseten ilginç bulduğunuz bir anınızı anlatır mısınız?

Cezaevinde 6. yılıma girdim, bu süreç içerisinde birçok şey yaşadık bazen çok güldük, bazen efkarlandık, bazen de hüzünlendik. Acılar da, sevinçler de yaşama dair. Kandıra’da Aysel Tuğluk ve Figen Yüksekdağ ile kalırken bir gün Figen Başkan sanırım avukat görüşündeydi Aysel hevalle ikimiz koğuştayız. Aysel Hevalin (Aysel Tuğluk) ayağı kaydı merdivenden düştü, aynı sırada gardiyan mangalı açtı ekmek dağıtıyor. Ben doğal olarak Aysel hevalin yanına koştum, o eliyle ekmeği gösterip ‘Önce ekmeği al’ dedi. Ben de onu yaptım sonra çok güldük. Mesele ekmek meselesi herkes karnını doyurabilsin diye mücadele ediyoruz değil mi? Neyse ki Aysel hevalin bir şeyi yoktu.

Şimdi Aysel Tuğluk arkadaşımız ciddi bir sağlık sorunu yaşıyor, umarım adli tıp kurumu bu defa bilimi esas alır siyaseti değil ve arkadaşımızın durumu daha da ilerlemeden tedavi imkânı yakalar. Yine Aynur Aşan arkadaşımız buraya getirildiğinde ilk zamanlar yanımıza vermediler. Biz de ona sesimizi duyurmak, hoş geldin demek için Sibel Hevalle türküler söyledik, Aynur heval de kendi koğuşundan bize katıldı. Bir süre sonra gardiyanlar gelip yukarıdan aradılar ‘Sesiniz çok çıkıyormuş’ dediler. Aynur hevale de ‘Kuleden aradılar’ demişler. Tabi biz türkülerimizi, stranlarımızı söylemeye devam ettik. Devlet içeride de, dışarıda da kadınların seslerini kısmaya, bizleri sessizliğe gömmeye çalışıyor. Tabi ki bizler buna izin vermeyeceğiz, kadınlar artık eskisinden daha örgütlü ve güçlü, erkek egemen kapitalist düzenin bize dayattığı tüm köleliğe, zulme, erkeklik ideolojisine hayır demeye, ses çıkarmaya devam edeceğiz.

Herkese selam ve sevgiler Sebahat Tuncel.

 

EN SON EKLENENLER