28 Aralık 2011

TURABİ KİŞİN

Sırtındaki kabanı çıkarıp salondaki askılığa asmak üzere olan Siyamo “Yok artık, bu kadar da olmaz” diyecek oldu. Fakat dili dönmedi. Ayrıca biliyordu ki bu tepki mevcut durumu anlatmaya yetmeyecekti. Zaten söyleyecek durumda da değildi. Çünkü içinde bulunduğu korku durumu onun yüreğini,  dilini ve aklını kilitlemişti.

Daha birkaç saat önce insanların piknik yeri olarak da kullandığı alanda yaşadıklarının sarsıntısını aşmış değildi. Orada yaşadıkları tam bir şok haliydi Siyamo için.

Hayır pikniğe gitmemişti. Yoğun şehir gürültüsünün ve beton yığınları içindeki boğuculuğun stresini atmak için zaman zaman şehrin 5-10 kilometre dışındaki bu yeşil alana gelip dolaşıyor, oturup dinleniyor, yorgun düşene kadar, tekrar tekrar geziyordu.

Burası aynı zamanda şehirden kaçıp bir nefes almak isteyen halkın rastgele piknik yaptığı yeşil bir alandı.

Siyamo’nun yürüyüş güzergâhının çevresinde cızbız yapanlar, çimenlere uzanıp dinlenenler, oyun oynayanlar, sohbet edenler, kendisi gibi yürüyenler vardı.

13-15 yaşlarındaki bir grup genç 2-3 metre yüksekliğindeki bir kayadan yumuşacık çimlerin üzerine atlama yarışı yapıyorlardı.

Zaten ne olduysa o anda oldu. Çivileme atlayan gençlerden biri sanki suya atlamış gibi çimlerin içinde kaybolmuştu.

Siyamo bir an için gözlerinin kendisini yanıtlığını düşündü.

Her şey birkaç saniye içinde ve herkesin gözleri önünde olup bitmişti. Daha da garip olanı ise, çimlerin genç çocuğu yuttuktan sonra kapanıyor oluşuydu. Adeta bir canavar ağzını açmış, avını yuttuktan sonra kapatmıştı.

Siyamo dahil çevredeki herkes çığlıklar eşliğinde gencin yutulduğu yere koşmuş, kurtarma uğraşı içine girmişti. Kaybolan bir şey için “sanki yer yarıldı da içine girdi” diye bir deyim vardır. İşte bu deyim şimdi Siyamo’nun gözleri önünde gerçek ifadesini bulmuştu. Yer yarılmış gencecik, dal gibi delikanlıyı yutmuştu…

Ne bir kazma, ne bir kürek, işe yarar hiçbir alet yoktu çevrelerinde.

Elleriyle, pençeleriyle çimlere asılanlar oldu.

Çevredeki ağaçların dallarını kırıp onlarla çimleri kazmaya çalışanlar oldu.

Sivri uçlu taşları avuçlayıp çimleri eşeleyenler oldu.

Şok halini atlatamayıp ağzı açıkta kalanlar, öylece kala kalanlar oldu.

Şunu yapalım, bunu yapalım diye yeni yeni akıllar üretenler oldu.

Her trajik olayda olduğu gibi oldu.

“Bizi de yutabilir” korkusuna kapılıp olay yerini hızla terk edenler de oldu.

Uzakta durup “Vah vah gencecik çocuktu “ diyenlerde oldu.

“Aman, onlarda oynamasaydı, rahat dursaydı” diyenler bile oldu.

“Çocuk atlamıyordu, arkadaşı arkadan itti diyenlerde oldu.

Kim ne derse desin, bir defa olan oldu.

Uzun uğraşlardan sonra artık yapabileceği bir şeyin olmadığını anlayan Siyamo, hava kararınca dehşete düşmüş duygularla oradan ayrıldı. Olup biteni aklı almıyordu.

Evine doğru yürürken olayın şokunu üzerinden atmaya ve etkisinden kurtulmaya çalışıyordu.

Elindeki anahtarla evin kapısına uzandığında tek düşüncesi, bir duş alıp uzanmak, uyuyup dinlenmekti.

Yalnız yaşıyordu Siyamo. Kaldığı ev kendisinin değildi. Ama kirada da değildi. Bir akrabasınındı. Akrabası yazlığa giderken anahtarlarını Siyamo’ya bırakmıştı.

Daha sonra tatil beldesine yerleşme kararı alınca, ev içindeki eşyalarla birlikte Siyamo’ya kalmıştı. Yakın akrabası olduğu için kira da almıyordu. Temiz baksın yeterdi.

Siyamo eve geldiğinde karanlık iyiden iyiye basmıştı. Uzandı Salonun ışığına. Normalde bu kadar eşyanın içinde yanacak ışık yutulup gider diye düşünürsün. Fakat öyle değil, insanı yormayan yumuşak güzel aydınlatan bir ışık sistemi kurulmuştu.

Salon ağır ve pahalı mobilyalarla doluydu. Şurada burada duran sandalyeler, sehpalar, duvarlara asılı olanların yanı sıra yere indirilmiş, hata bazıları ters çevirilmiş resim tabloları, rulo yapılıp köşeye dikilmiş halılar, orada burada rastgele konulmuş gibi duran camdan, mobilyadan, ipten kartondan, şundan bundan yapılmış süs eşyaları duruyordu.

Belli ki yıllar geçtikçe ve eve yeni yeni eşyalar girdikçe eskiler ayrılmış, oraya buraya tıkıştırılmış, yerlere, balkona, arka odalara kaldırılmıştı.

Ev dağınık gibi görünse de aslında bu dağınıklık içinde bir düzen, bir yerli yerindelik vardı. En azından Siyamo için her şey olması gereken yerdeydi. Belli ki zamanında zevkli bir kadının eli değmişti bu eve. Siyamo bunu biliyordu. Ufak tefek değişiklikler hariç dokunmuyordu evin ilk haline.

Elindeki kabanla askılığa uzanan Siyamo gayri ihtiyari bir şekilde az önce kapattığı kapıya doğru baktı.

O yana bakmasıyla çıldırmışçasına bir çığlık atması bir oldu. Çığlık atarken aynı zamanda ne yaptığını bilmeyen, ne yana gideceğini, ellerini nereye koyacağını, ayaklarını ne yana hareket ettireceğini bilmeyen bir durumdaydı. Kalbi kafesinden çıkmak için bangır bangır bağırıyor, kaburgalarını dövüyordu.

Her şey kontrolünün dışına çıkmıştı. Bir günde ikinci şok kaldırılacak gibi değildi.

Siyamo attığı çığlıklar arasında Ya Xızır, Ya Xızır, Ya Xızır diye her zamanki kurtarıcısından yardım diliyordu.

Çocukluğundan beri ne zaman dara düşse dudaklarından dökülen ilk sözcük mutlaka Ya Xızır olurdu. Onun inancına göre dara düşenlerin yardımına koşan, her yerde hazır ve nazır olan, boz atlı, aksakallı bir dedeydi o.

İşte yine dara düşmüş ve kontrolsüz bir şekilde bağırıyorken Ya Xızır diye yakararak Xızır’dan yardım istiyordu.

Korkuyla birlikte gözleri fal taşı gibi açılan Siyamo Kapının bir metre gerisinde orta yerde duran kesik ayağa kilitlenmişti.

Ayak bileğinden kesilmiş olan ayak neredeyse salondaki bütün ışığı kendi üzerine çekmişti. Diğer her şey adeta görünmez olmuştu. Kesik ayak kanamıyordu. Kan üzerinde kurumuş kalmıştı. Ayakkabının içinde duran ayağın parmakları dışarıdaydı. Parmaklar olduğu gibi görünüyorlardı. Ayağın yönü dış kapıya doğru yürür gibi duruyordu.

Korku Siyamo’yu düşünemez kılmıştı. Tek bildiği Ya Xızır diye yakararak yardım istemekti. Xızır ona ayakta durma gücü veriyordu.

Kaç saniye, kaç dakika öyle geçti kestirmek zordu. Önce kaçmayı düşündü. Kendini kurtarmayı… Yeltendi, fakat vazgeçti.

“Olmaz” dedi içinden.

“Bu ayağı burada bırakıp kaçamam” dedi.

“Bunu ait olduğu bedene kavuşturmalıyım, belki doktorlar yerine dikerler, belki geç kalınmamıştır, belki bir çare vardır” diye düşündü.

Tüm bunları düşünürken korkusunu yenmiş değildi. Bedeni hala zangır zangır titriyordu.

Ayağın ait olduğu bedeni bulmak için hızla en yakınındaki odanın kapısına yöneldi ve hiddetle açtı. Fakat oda kapkaranlıktı. Işığın düğmelerine dokundu. Yanmadı ışıklar. Koyu karanlık hiçbir şeyi görmesine izin vermiyordu. Aynı hızla sonraki odaya yöneldi. Yine karanlıktı ve yine yanmamıştı ışıklar. Bir sonraki odaya yöneldi. Yine karanlıktı ve yine yanmamıştı ışıklar. Bir sonraki oda da karanlıktan başka bir şey sunmamıştı Siyamo’ya. Sanki birileri özel olarak her şeyi karartmıştı. Açılan tüm odaları özel olarak siyaha boyamıştı.

Aradığı kesik ayaklı beden mutfakta veya banyoda olabilirdi diye düşündü. Son çare oralara da baktı. Yine aynı karanlıkla karşılaştı. “Neden her yer karanlık? Bu ışıklarla kim oynamış? Neden yanmasın ki ışıklar? Neyi görmemi istemiyorlar? Gizlenen bir şey mi var? Evet bir şeylerin gizlendiği kessin” gibi düşünceler uçuştu kafasında.

Görünmez olmuştu her şey, görünmez olmuştu her yer. Yönünü salona çevirdi. Bir kez daha sadece ve sadece kesik ayak görünür oldu gözüne. Yine bütün ışıklar ayağın üzerinde gibi duruyordu. Bir parıltısı vardı ayağın. Sanki kesik ama ölü değil, canlı gibi duruyordu.

Daha bir yakınına gitti. Varıp dokunmak istedi. Korktu vazgeçti. Bir anlam veremiyordu. Ne işi var bu ayağın burada? Kimin ayağı bu? Neden kesik? Gibi sorular kafasının içinde dolanıp duruyordu.

Birden piknik yeri geldi aklına, aman Allah’ım dedi. Sakın bu ayak çimlerin yuttuğu genç çocuğa ait olmasın? Dedi içinden.

Zonklayan kalbi sağlıklı düşünmesine izin vermiyordu. Nefesi kesilir gibi oldu. Boğulur gibi oldu. Kalan nefesini de Ya Xızır‘a harcıyordu.

Bu esnada birisinin kendisine “heval Siyamo, heval Siyamo”  diye seslendiğini duydu. “Bak, bak ne olmuş bak” dediğini duydu.

Ona seslenen kişinin sesi televizyonun sesine karışır gibiydi. Sanki o da, televizyon da aynı şeyleri söylüyorlardı.

“Kalk heval Siyamo kalk” diye hızla Siyamoyu dürten arkadaşı panikle “Kalk heval, Türk devleti, Roboski katliam” gibi bir şeyler söylüyordu. Ama televizyondan gelen ses de aynı şeyleri söylüyor gibiydi.

Rüyanın ortasındaki Siyamo üzerine sıçradı. Yatağa oturmuş pozisyonda duran Siyamo henüz hiç bir şey anlamış değildi. Açık olan Roj Tv “ Roboski, katliam, parçalanan bedenler, Türk Devleti diyordu. Onu uyandıran muhabir arkadaşı Ali “TC, Roboski, parçalanan bedenler, Roboski”  diyordu.

Durumu anlamaya çalışan Siyamo televizyona baktı. İnsanlar rastgele savrulmuş genç bedenlerin parçalarını topluyorlardı.

Feryatlar içinde bağıran köylüler 34 cansız bedeni tespih tanesi gibi yanyana diziyorlardı. Köylülerden birkaçı tek ayağı olmayan bir bedeni battaniyeye sarıp taşımaya çalışıyorlardı.

Siyamo yerinden fırlarcasına ayağa kalktı ve koşar gibi kapıya yöneldi. Kapının arkasında bir şeyler arıyor da bulamıyor gibiydi. Kendi etrafında dolanıp dururken arkadaşı Ali koluna dokunarak “Heval Siyamo ne arıyorsun?” demişti.

Siyamo kendine gelir gibi oldu.”Hiç” dedi. ”Kesik ayağı arıyorum” diyecek değildi ya.

Kendine geldikten sonra Dicle Haber Ajansı’nın Hewler bürosunda olduğunun ayırtına henüz varmıştı. Gördüğü rüya ile Roboski katliamının bağını kurmaya çalışıyordu kafasında.

“ Saat kaç?” diye sordu Ali’ye.

Ali “Gecenin üçü” diye cevapladı.

Siyamo haberin ayrıntılarını öğrenmek için oturdu televizyonun başına. Hep aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu Kürt Televizyonu.

Kumandaya uzandı. “Bir de Türk televizyonlarına bakalım, onlar ne diyor?” dedi. O, kumandayla televizyon televizyon dolaşırken Ali oturduğu yerden “Heval boşuna arama, onlar haberi vermiyorlar” dedi. “Görmüyorlar, yokmuş, olmamış gibi yapıyorlar” dedi.

 

EN SON EKLENENLER