Ahmet Kaya’yı sevmezdim!

  • Orhan Yılmazkaya, 1970’de başlayan yaşamı Almanya’dan Kandil’e kadar uzanıyor. Yılmazkaya, 2000’lerin başında yeni bir manifestoyla ortaya çıkan “Bedreddini Hareketi’ni kurdu.
  • 27 Nisan 2009’da İstanbul’da polisle girdiği çatışmada şehit düştü. 7 saat süren çatışmada polis telsizine girerek manifesto niteliğinde bir konuşma yaptı. Yılmazkaya’nın ölüm yıldönümünde kişisel hikayesini anlattığı bir yazıyı paylaşıyoruz.

ORHAN YILMAZKAYA

Affınıza sığınarak kısa ama kişisel bir tarih öyküsü anlatacağım. Öyküm önemli olduğu için değil, başkalarının benzer öyküleriyle kesiştiğini hissettiğim, bu ülkenin tarihinin “bir yerinde” olduğumuzu anladığım için…

12 Eylül’ün, başka renk tanımadığımız için bizlere çok da gri gelmeyen yıllarında liseden üniversiteye geçmeye çalışırken, Ahmet Kaya’yı değil Zülfü Livaneli’yi severdim. Bir batı Anadolu kasabasında büyüdüğüm için, Türkiye’yi tek milletten, doğal olarak tek dilden, tek dinden ve tek mezhepten ibaret sanıyordum. Anlatılsa anlamayacağımdan değil, anlatılmadığından zahir…

Benim Kürt diye “birileri” olduğunu ve çok büyük bölümü solcu olduğu için onlardan da arkadaş edinebildiğimi fark ettiğim 1985 yılında Ahmet Kaya da ilk albümünü yayınlamıştı. Lisede artık kendimi solcu sayıyordum ve bir grup arkadaşımla birlikte Nazım’ı okumak, Zülfü Livaneli’yi dinlemek için “risk alıyorduk.” Ahmet Kaya’yı o zamana kadar sadece bir kez, arkadaşımdan aldığım bir kasetiyle dinlemiştim; ama beni cezbetmemişti.

“Zülfü” kentliydi, zaman zaman Türkçeyi zorlayan “gırtlak yorumları” olmadığı için daha “düzgün” söylüyordu. Bildiğim tek solcu şair Nazım’la beraber Aragon’dan, Lorca’dan birçok şarkıyı zihnimize nakşederken, 33 Kurşun’dan, Munzur’dan, Adiloş Bebe’den, mahalledeki Süryani’den, Diyarbakırlı Bahtiyar’dan bahsetmiyordu. Onun için bana daha sıcak geliyordu.

Diğerlerini bilmiyordum. Özgürlük diye haykırıyordu ama, Metris’in önünü es geçiyordu. Zaten sonra Gülhane’de bir gece, on binlerce kişiye 1 Mayıs marşının sözlerini unuttuğunu utanmazca söyleme cesaretini gösterdiği anda,  Zülfü’nün imgesi boş bir çuvala dönüştü. Cesaret diyorum; çünkü bu cesaret onu Sabah’ta bir köşe, TBMM’de bir sandalye sahibi yaptı.

Yılgınlığın öyküsü kendi kanalından akarken, “Türkçeyi zorlayan o gırtlak yorumlarının” nereden geldiğini ben yıllar sonra “Kamber Ateş nasılsın?” adlı öyküyü okuyunca anladım. Hani Türkçe bilmediği için cezaevindeki oğluyla saatlerce sadece “Kamber Ateş nasılsın?” cümlesiyle anlasan Kürt ananın öyküsü. Hani tüm sorularını tek cümleyle soran, tüm cevaplarını sessizlikle alan o ananın öyküsü. Siperden sipere sadece Zagreb’de ateş tokuşturulmadığını anladığımda, artık Mustafa Muğlalı’yı, Nevala Kasaba’yı, Şeyh Sait’i biliyordum. Belki taşları barbarlarca kırılmış bir mozaikti yurdum; ama kesinlikle mermer değildi.

Üniversiteye girer girmez sosyalist oldum. İstanbul’da geçirdiğim bir-iki yıl içinde ülkemin tüm gerçeklerini artık biliyorum sanıyordum. Ahmet Kaya haykırmaya devam ediyordu: “Bu yoldan dönenler oldu / mum gibi sönenler oldu.

Ama ben dinlememekte ısrar ediyordum. Bu kez de yeterince sosyalist gelmiyordu bana Ahmet Kaya. Hem zaman zaman arabeske kaçıyordu, hem “helada tabanca unutan devrimciyi” anlattığı için saçmaladığını düşünüyordum, hem de kırlardan dağlardan fazlaca bahsediyordu. Ahmet Kaya “eli böğründe analardan, mahpuslardan ve acılardan” bahsediyor, bunları anlattığı için eleştirenlere sık sık “cevap veriyordu”. Bir yandan “barın ortasında dikilen dev aynasındaki entelektüelle” dalga geçerken, öte yandan da “şarkılarım dağlara” diyordu.

Ama her ne anlatırsa anlatsın, kişisel öyküsüyle ülkesinin öyküsünün beraber anlatılmasına, kendisinin de burada hem kahraman hem anlatıcı olmasına engel olamıyordu. “Nedir bu başımdaki felaket / Kırk yıldır sefalette bu Ahmet / Kefenimi alın dikin bir zahmet / Gömün beni, gömün beni bir başıma.” Mercedes’i vardı tabii ama, arkadaşlarım bir sendika gecesinde tamamı solcu bir salonun yarısı tarafından alkışlanıp diğer yarısı tarafından yuhalandığında nasıl suçluluk psikolojisiyle herhangi bir masanın kıyısına oturup başını öne eğdiğini anlattığında o araba için ağır bir bedel ödemiş oluyordu.

Yıllar içinde benim gibi düşünenler istesek de istemesek de, herkesin dilinde artık birkaç Ahmet Kaya şarkısı vardı. Hatta benim bile. Ama sonra dilimdeki şarkıların tesadüf olmadığını gördüm. Sarıkamış’taki 9. Piyade Tümeni’nin Karargâh Bölüğü’nde Diyarbakırlı koğuşçular benimle beraber yüzlerce askeri Ahmet Kaya’nın yeni kasetindeki şarkılarla uyandırdıkları sabah, Erzurumluların da, Hataylıların da, Yozgatlıların da, Denizlililer’in de bu şarkılara aşina olduklarını anladım.

Ahmet Kaya bu toprakların sanatçısıydı. Sonra eski bir arkadaşım, kuzeniyle beraber sadece ve sadece Ahmet Kaya’yı dinleyerek devrimci olmaya karar verdiklerini anlattı. Aylarca dinlemişler, hayran olmuşlar, ölmüşler – bitmişler ve sonunda demişler ki, “Ahmet Kaya devrimciymiş, o zaman biz de öyle olacağız!” Gidip örgüt aramaya başlamışlar. Her satırı gerçek bir hikâye… Başka gerçeklere de tanık oldum. Ahmet Kaya’nın tüm şarkılarını ezbere bilen, hakkında olumsuz bir şey konuşulmasına izin vermeyen, patronuna kızdığı zaman “yere vurma hatırımı / sana kahpe meydan kalır” diye mesaj atan kadro MHP’liyle tanıştım mesela.

Tüm bunlara rağmen bir sosyalist için oldukça geç kalmış bir zamanda uyandım. O uğursuz gecede, kafasına çatal bıçak yağarken, Ahmet Kaya’nın hangi değerleri temsil ettiğini bir kez daha anladım. Önüne sadece garsonlar siper olmuşlardı. Hangi milletten olduklarını düşünmedim bile. Ama sahneye çıkıp 10. Yıl Marşı söyleyenlerin bazılarının Diyarbakırlı olduklarını da unutmadım.

O geceden sonra ağrıma gitti Ahmet Kaya’nın yaşadığı linç. Daha fazla kulak vermeye başladım söylediklerine. “Dağlarımda zulüm var lo / Düşemem yar peşine” diyenlerin kaybetmediklerini bir kez daha Ahmet Kaya’nın şarkıları üzerinden anladım.

Geçtiğimiz ay İkitelli’den geçerken, Ahmet Kaya tişörtü giyen bir genci seyrettim minibüsün camından. Ahmet Kaya göğsünden sesleniyordu: “Bir kenar mahalleliyim / Mecburen parasızdır ceplerim / Fabrikada satılık sendika / Ağzımı açsam sokaktayım.

Çok az şarkıcının şarkıları bu kadar kısa sürede “klasik” olmuştu ve hiç kimse bu kadar kısa sürede “efsane” olmamıştı. Onun şarkılarına, kliplerine yönetenlerin ambargosu sürüyor. Ama zaten “Top 10 listesinden” efsane çıktığı nerede görülmüş?

Ahmet Kaya imgesi, Yılmaz Güney’in, Deniz Gezmiş’in, Che’nin, Nazım’ın yanındadır bundan böyle. “Saza niye gelmedin” artık anonim bir türkü değildir. Diyarbakırlı Bahtiyar sürgün gittiği cezaevinde coplanarak öldürülmüştür. Turuncu gemiye binip giden yoldaşlar mutlaka olmuştur ve dağlara doğru kadınlar gittiyse, belki sadece Ahmet Kaya’yı dinledikleri içindir.

Ne acı biz Türklere ki bir halkın dilini esir tutup, Kürtçe ninnileri Ali okullarında unutturmaya çalışmışız; ne mutlu biz Türklere ki Yılmaz Güney’i, Ahmet Kaya’yı, Ahmet Arif’i belki de sırf bu yüzden kendi dilimizde anlayabiliyoruz. Yaşam denen muamma, kavga denen gerçek. Kim neyi kazandı, kim neyi kaybetti? Hem gerçek, hem züğürt tesellisi… Bir de Kamber Ateş’in anasına sormalı…

Benim bu konudaki kişisel tarihim kısaca böyle. Ahmet Kaya’ya gönül borcumu artık ödeyemem, geç kaldım. Ben Diyarbakırlı Bahtiyar’ın derdindeyim, yaralıyım. Yerdeki sazını kaldırmalıyım.

Mücadele dolu bir hayat

Orhan Yılmazkaya, 1970’de Almanya’da doğdu. 1987’de Kabataş Erkek Lisesi’ni, 1994’te İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi.

1994’te kapatılan Sosyalist İktidar Partisi’nde (SİP) siyasal harekete katıldı. Partinin kapatılmasından sonra eski SİP  mensuplarının kurduğu TKP’ye katılmadı.

Gazeteciliğe 1994’te başlayan Yılmazkaya, Radyo Umut, Demokrasi gazetesi, Tesisat ve Doğalgaz-Petrol-LPG dergilerinden haber müdürlüğü ve yayın yönetmenliği, Çitlembik Yayınları’nda editörlük yaptı.

Çeşitli dergilerde incelemeleri ve edebiyat yazıları yayınlandı. Yılmazkaya’nın ‘Türk Hamamı’ isimli kitabı Aralık 2003’te Çitlembik Yayınları’ndan Türkçe ve İngilizce olarak yayınlandı.

Bildiriyi radyodan okumuştu

1999 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın esir düşerek Türkiye’ye getirildiği dönemde çalıştığı radyoda PKK’nin bildirisini canlı yayında okumuştu.

“Gerçek Çevresi”nde bir süre sendikal etkinliklerde faaliyet yürüttükten sonra 2000’lerin başında  yeni bir manifestoyla ortaya çıkarak “Bedreddini Hareket”in kurdu.

Bir süre Kandil’de kalan Orhan Yılmazkaya, 27 Nisan 2009 günü İstanbul Bostancı’da evine baskın yapan polise teslim olmayıp son kurşununa kadar direndi.

Bu kavga bitmeyecek

7 saat süren çatışmada şehit düşmeden hemen önce polisin telsizine giren Yılmazkaya’nın son sözleri bir manifesto niteliğindeydi:

İsmim Orhan Yılmazkaya, Devrimci Karargah savaşçısıyım. Bu kavga bitmeyecek. Son ana kadar savaşacağım. Polis müdürüne çağrı yapıyorum. Bu kanalı dinleyen basın mensuplarına sesleniyorum. Emniyetin kayıtlarına da geçsin. Teslim olmayan bir feda devrimci kuşağının layığı olmaya çalışacağım.

İsmim Orhan Yılmazkaya. Devrimci Karargah savaşçısıyım. Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği için savaşıyoruz. İşçilerin, emekçilerin mücadele birliği için savaşıyoruz. Emperyalizme karşı, faşizme karşı, siyonizme karşı savaşıyoruz.

Yaşasın devrim ve sosyalizm! Yaşasın halkların kardeşliği! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği!

Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer’lerden, Şeyh Bedreddin’lerden bu yana sürdüğü gibi. Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya’lardan, Deniz Gezmiş‘lerden bu yana sürdüğü gibi…

kaynak: özgür politika gazetesi

EN SON EKLENENLER