Aleviler, Sorunları ve Alevilerin İstekleri

(Şahkulu Sultan Dergâhı’nda Eylül 2017’de  Muharrem Sohbetleri’ndeki Konuşmalarım)

Sevgili Dostlar; Aleviliğin kuralları vardır, değerleri vardır. Bu yolu kuran ve bugüne kadar getiren ulu erenler, aynı anlamda kullanılan veliler, evliyalar, dedeler, babalar, ozanlar, bilge insanlar bu yol ve onun kurallarını ortaya koymuşlardı, bize öğretmişlerdi. Bu öğreti de sadece kulaktan dolma bilgilerle bugüne gelen bir öğreti değildi, elbette bizlerin yazılı kaynaklarımız da vardı, buyruklarımız da vardı, dedelerimizin/babalarımızın ellerinde yolun yazılı inanç uygulama rehberleri olan erkannameler de vardı. Yani Alevilik öğretisi birçok insanın da söylediği gibi, kuralları – kaideleri olmayan işte gönül hoşluğuna, insan sevgisine dayanan bir gelenektir, gibi basite indirgeyici türden anlatılacak bir yol da değildir. Elbette ki merkezinde insanı kâmile ulaşma yolunda menzil kazanma anlayışı vardır. Ama o menzile de çok kolay varılmaz.
Menzil neyle kazanılır dostlar? Elbette ki aşkla kazanılır, hizmetle kazanılır, bilgiyle, edeple, erkânla, mücadeleyle kazanılır. Herkes o menzile eremez.
Eremez mi gerçekten dostlar? Elbette ki erebilir. Bu yolda her insanın amacı o menzile erebilmektir. Ama işte kurallara uyunca, Alevice yaşayınca o hedefe ulaşılmış olur.
Peki, can dostlar nasıl erecek Aleviler –Bektaşiler o menzile? İşte piriyle erecek, rehberiyle erecek, mürşidiyle erecek, babasıyla, dedesiyle, dervişle, ozanıyla, aşığıyla, deyişiyle, işte cemiyle cematiyle erecek, işte muhabbetiyle erecek o menzile. İşte muharremiyle erecek, işte 72 milleti gerçekten bir görerek erecek, bilgili olarak erecek, ileriyi görerek, toplumuna gözcü olarak erecek, işte Kırkları bilmesiyle erecek, işte edeple erkânla erecek, Dört Kapı Kırk Makamla erecek…
Dolayısıyla Aleviliğin – Bektaşiliğin hedeflemiş olduğu kâmil insana, insanı kâmile ulaşmak hiç de zor değildir. Yeter ki Aleviliğin – Bektaşiliğin kurallarını işletelim, yeter ki, yaşayan Aleviliğin içinde dürüstçe yürüyelim Alevi – Bektaşi Yolu’nda.
Dostlar, “bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil” diyen büyük ozan Yunus Emre’ler, Pir Hacı Bektaş’lar, Pir Sultan Abdal’lar, bu kutlu yolu kuranlar, kendilerinden önceki uygarlıkların birikimlerinden, Ehlibeyt’ten almış oldukları o öğretinin kurallarının öğretildiği okul yani mektep irfanını ocaklarla, dergahlarla, tekkelerle bize getirenler, bize bu yolda uymamız gereken kuralları söylemişler.
Peki, bizlere düşen neydi? Yüzyıllar boyunca yaptığımız gibi, ibadetlerimizle, sohbetlerimizde, muhabbetlerimde o gül yüzlü dedelerimizin, babalarımızın, ozanlarımızın, bilge insanlarımızın o hikmet dolu nefeslerini yani aslında öğretilerini, bilgilerini almaktı, onları yaşamımıza geçirmekti.
Peki, zamanla ne oldu? Evet, bunları bizler yüzyıllar boyunca yaşattık, bu günlere getirdik. Ama köyden/kırdan kente geldik, dağıldık, zamanla yozlaşmalar yaşadık, kültürümüzün bazı renklerini kaybettik. Pirimizi, rehberimizi, mürşidimizi, dedemizi, babamızı, gerçek ozanlarımızı, âşıklarımızı, dervişlerimizi ve inanç mekânlarımızı kaybettik. Dolayısıyla bir boşluğa düştük. İş kavgası vardı, aş kavgası vardı, ekmek kavgası vardı yaşamda. İşte bu büyük kentin varoluşlarında kendimizi yeniden toparlamaya çalışırken içimizde ruhumuzun derinliklerinde, genlerimizde Aleviliğimizi haykıran sesler de vardı. İyi güzel de, biz köyümüzde ocağımızı bilirdik, ocak dedemizi, pirimizi bilirdik, ziyaretlerimizi bilirdik, kurbanımızı bilirdik, komşu hakkını bilirdik, ata/dede hakkını bilirdik, ulu erenleri anardık, ulu ozanların nefeslerini söylerdik…
Dolayısıyla bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan ruhumuza, benliğimize, toplumsal hafızamıza, genlerimize kazınmış bir Alevi kimliği, Alevi öğretisi vardı, bunu hep kendimizle taşımıştık beraberimizde, o hep bizimle beraberdi. Niçin beraberdi peki? Çünkü temeli sağlamdı, mayası sağlamdı, özü sağlamdı. Özü hiçbir zaman çürümemişti ve çürümeyecekti. Çünkü inançla gidilen bir yoldu, çünkü bedeller ödenilerek yürünen bir yoldu bu Alevi Bektaşi Yolu, Öğretisi.

 

Sevgili dostlar, sevgili canlar… İmam Hüseyin aşkıyla buraya toplanan canlar…

Evet, o bilinç bizi diri tuttu. Ne yaptı bizim öncülerimiz? Taa İstanbul’a geldim de, Unkapanı’na, şuraya geldim de, buraya geldim de, bu iş-ekmek peşinde hayat kavgası içinde bir de o eski geleneklerimi mi yaşatacağım, o dedeleri şimdi nerede bulurum, da demedi. Ne yaptı bu gül yüzlü canlar peki? 1952 yılında Ocak Köyü Derneğini kurdu (Erzincan / Kemaliye Hıdır Abdal Sultan Ocağı’nın bulunduğu Ocak Köyü temelli), geldi Malatya Arapkir Onar Köyü Derneği’ni kurdu İstanbul’da. Ne yaptı salonlar tuttu, nefeslerini söyleyenleri dinledi. “Birlik Geceleri” yaptı. Spor Sergi Saraylarında “Dört Kapı Kırk Makam Oyunu”nu tüm içtenliğiyle sergiledi. Ne yaptı? Evinin zemin katında yorganları, döşekleri pencerenin önüne koydu kimse görmesin diye, cemlerini yine sürdürdü. Demek ki bu elli altmış yıl içinde de dedeler, cemler cemaatler bırakılmadı, bu inanç hep yaşatılmaya çalışıldı.
Ne yaptı bir de hazır davul zurnacı bekletti ki baskın olursa biz burada nişan yapıyoruz, deyilim yasakları aşalım, dedi. Böyle zorluklara göğüs gerdi. Ne yaptı 1966’da Cem Dergisi’ni kurdu. İnanç bırakılmaz, inanç sevgiyle gidilen bir yolsa o inanç bırakılmaz. Alevilik de öyle sevgiyle gidilen bir yoldu. Alevilerin de bu yolu bırakmaları mümkün değildi.
Bu güzelliklerden yana, erdemden yana olan tutum ve davranışlarımıza rağmen bu bizim Alevi kimliğimiz yüzyıllar boyunca olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de tanınmadı, üstümüzdeki baskılar kalkmadı, bizler inançlarımızı, kültürümüzü, öğretimizi tam yaşayamadık, yaşatamadık, gençlerimize öğretemedik can dostlar.

Aleviler Ne İstiyor?
Aleviler ne istesinler? Onlar aslında olması gerekenden başka hiçbir şey istemiyorlar; yani sadece ve sadece Alevi kimlikleriyle yaşamak istiyorlar.
Ülkemizde resmi inanç sistemi şeklinde benimsenen, devletin uyduğu, uyguladığı, öğrettiği, kabul ettiği Sünniliğin buyruklarına, yani şekil şartlarına uymadığımız, farklı bir dünya görüşüne sahip, farklı bir inanç sistemine sahip olduğumuz için halen dışlanıyor, yok sayılıyoruz bu ülkede.
Osmanlı devrinde fermanlarla süren yasaklama, hakir görme, yok sayma bugün de devam ettiği için en büyük sıkıntımız bundan kaynaklanıyor.
Bizler hep; Osmanlı’da olduğu gibi, öteki, başka, yabancı, İslam olmayan, Rafizi (din dışı), Mülhit (inkârcı-sapkın), dinsiz Kızılbaşlar görüldüğümüz gibi, şimdi de bugün hala bu hoşgörüsüz, yok sayıcı anlayışları, toplumların arasına bizzat devlet tarafından örülen demirden-betondan duvarları yıkamadık, inkârı yenemedik.
Bu çağda yine yok sayılmaya devam ediliyoruz.
Aslında Alevi – Sünni sorununu yaratan da, onu çözümsüzlüğe mahkûm eden de devlet içinde yuvalanmış, Osmanlı’dan bu yana devam eden kör bir zihniyet, kör bir anlayıştır. Buna ben bürokratik – teokratik faşizm, diyorum. Çünkü devleti yöneten idarecilerin de, tüm din adamlarının da aynı şekilde düşünmediğine, Alevi – Sünni kaynaşmasını savunan, Alevilerin isteklerine kulak vererek bu sorunun çözülmesini isteyen gerçek devlet adamlarının, yöneticilerin, sağduyu sahibi gerçek insan sever/ yurt sever vatandaşların, din adamlarının bu toplumda ve devlet yönetiminde olduğuna hep inandım, inanıyorum ben.

Gerçekten Aleviler Ne İstiyor?

Sevgili Dostlar; İmam Hüseyin aşkıyla buraya gelen canlar;
Bizler ne istiyoruz? Elbette insanca yaşamak istiyoruz, ibadetlerimizi serbestçe yerine getirmek istiyoruz. Bizler tanınmak istiyoruz, horlanmak, dışlanmak, bu ülkede “öteki, iğreti gibi duran, sapkın, yabancı, düşman, şüpheli, asi” insanlar topluluğu olarak anılmak, bu muameleye tabi tutulmak istemiyoruz.
Devletin herhangi bir biriminde, Alevi kimliğimden dolayı yani doğduğum köyümden dolayı, ismimden dolayı, inanç-ibadet-dünya görüşümden dolayı, bir başka gözle görülmek, dışlanmak, farklı bir muameleye tabii tutulmak istemiyorum. Yani bir Alevi – Bektaşi olarak, eşit vatandaş – eşit yurttaş dedikleri türden bir insan olup bu ülkede huzurlu bir şekilde yaşamak istiyorum.
Aleviler Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşları mı? Tabii ki kâğıt üzerinde öyle. Ama gerçekte tümüyle hayır, eşit vatandaşları değiller.
Bir vatandaş olarak, devletin her Türk vatandaşından istediği tüm yükümlülükleri yerine getiriyor muyum? Elbette. Askerliğimi yapıyorum, vergimi veriyorum, a’dan z’ye şu ülkede yerine getirilmesi gereken tüm vatandaşlık görevlerimi bir Alevi Bektaşi olarak yerine getiriyor muyum? Evet… Türkiye’de devlete bu Alevi – Bektaşi toplumundan bir zarar gelmiş mi? Hayır. Bu gül yüzlü insanlardan daha vatan, yurt, iş, çevre, insan sevdalısı bir başka topluluk var? Yok. Peki, siz ne istiyorsunuz bu insanlardan? Çünkü Alevilerin bu ülkeyi sevmekten, bu ülkeye bağlı olmaktan başka bir erdemleri yok. Bir devlet kurmak, askerden kaçmak, vergi kaçırmak gibi, talan edip bu ülkenin varlıklarını soymak, kendi menfaatlerini toplum menfaatleri üstünde tutmak gibi, hiçbir zaman bir görüş ve fikirleri yok, olmamış da bu kitlenin. Devlete ihanet etme gibi hiçbir zaman görüşleri olmamış, ne darbe yapmışlar, ne dini siyasete alet edip bir terör örgütü gibi çalışan faaliyetler içinde olan yapılar da oluşturmamışlar. Alın size en ideal, en mükemmel vatanda tipi Aleviler- Bektaşiler’dir. Bu ülkede bu insanlardan daha ülkeye sadık insan mı var?
O zaman sizin derdiniz ne be kardeşim? Bu toplumun başına vura, vura yok saydığınız yetmiyor mu? Haklarını ellerinden aldığınız yetmiyor mu? Bu çağda halen ayrımcılık yapmaya, bir kitleyi dışlamaya, onların haklarını vermemeye neden hala devam ediyorsunuz?
Senin Alevi kimliğini öğrendiği andan itibaren başlıyor bir ayrımcılık, başlıyor bir dışlama, başlıyor bir horlama, başlıyor bir dedikodu. İşte Aleviler artık bunlardan yıldı, bıktı, usandı.
Devlet bize analık yönünü göstermiyor. Ana şefkatlidir elbette Devlet Ana da gerçek Devlet Anaysa şefkatlidir, çocukları (vatandaşları) arasında ayrım yapmaz, hepsini eşit kucaklar, eşit sever, kol kanat gerer. Ama bizde devlet Alevilere Ana gibi davranmıyor, eşit davranmıyor. Devlet Türkiye’de Alevilere üvey evlat gibi davranmayı bıraktığı zaman Aleviler rahat edecekler.
Devlet hala beni tehdit olarak görüyorsa, elbette ki benim gönlüm buruktur, elbette ben de bu devletten davacı olurum, devletle benim bir mücadelem vardır. Devlet açık-gizli vatandaşları arasında ayrım yapmadığı, bunu tarihin derinliklerine gömdüğü zaman Aleviler rahat edecekler. Devlet Alevileri, Alevi kimliklerinden dolayı dışlamadığı, yok saymadığı zaman Aleviler rahat edeceklerdir.
Yani bu ülkeyi yönetmeye talip, kaymakam ve diğer mesleklerden idareci olabilecek zekâda, aydınlıkta, yeterlilikte gençler mülakatlarda Alevi oldukları için elenmedikleri zaman Aleviler rahat edeceklerdir. Pırlanta gibi gençlerimizin önü kesilmediği, devletin tüm kademelerinde üstün başarılarıyla hizmet edebilecekken kör zihniyetlerce engellenmediği zaman Aleviler rahat edecekler.
Alevilerden de vergi alınarak yayın yapabilen TRT tek yanlı bir propaganda aracı olmaktan çıktığı, sadece Sünni vatandaşlara hizmet veren bir yayın organı olarak değil de gerçekten tüm Türkiye’nin kanalı olduğu zaman Aleviler rahat edecekler. TRT’de Alevilik’te, Muharrem’de anlatıldığı, Alevilere de yer verildi zaman Aleviler rahat nefes alacaklar.
Çağın gerisinde kalmış yorumlarıyla çağdaş-laik anlayışın dışında, ülkemizde birliğin pekişmesine değil bazen ayrımcılığın öznesi olabilen Diyanet İşleri Başkanlığı, nerdeyse on bakanlığın bütçesiyle, hükümetleri tehdit eden, yönlendiren, bilirkişi olarak kararlar veren, açıklamalarıyla yani varlığıyla ülkeyi “din devleti” haline getirmediği zaman ve Alevileri de asimile eden bir merkez olmadığı zaman Aleviler rahat nefes alırlar.

Vatandaşı oldukları devletin inanç bazında hiçbir hizmetinden yararlanmayan bu gül yüzlü toplum, hiçbir zaman taşla-sobayla, şiddetle bu devlete karşı gelmemiştir.
Demokrat, ilerici, aydın, Atatürkçü yapılar içinde kendine yer edinen önemli bir kısmı sosyal demokrat- devrimci çizgide yer alan Alevi vatandaşların bu kimlikleri de devletin içindeki bazı gerici odakları rahatsız etmiş, ülkeyi 60 yıl boyunca yöneten sağ iktidarların ana hedefindeki toplumsal unsurlar da yine Aleviler olmuştur.
Ellerinde her zaman gül ve saz olan bu topluluk yine de tüm güzel davranışlarına rağmen yine de Türk devleti tarafından kucaklanmamış, aralarında devlet içindeki bazı faşist kafaların da bulunduğu tertiplerle türlü kıyımların/katliamların içinde yine asimile edilmeye devam etmiştir.
Devletin içindeki bazı guruplar ya doğrudan, ya dolaylı Alevilerin ilerici unsurların tabanı olmasını engellemek için bir yandan baskıyla, bir yandan kıyım, yok etme, katliamlarla bu topluluğu dağıtmak, sindirmek, yok etmek planlarını uygularken diğer yönden de boş durmamıştır.
TRT’yi, Diyanet’i, Milli Eğitim Bakanlığı’nı, Kültür Bakanlığı’nı “tek tip insan / tek tip inanç sistemi” ekseninde, diğer Devrimci-Demokrat- Aydın- Atatürkçü” topluluklarla bir bütünlük içinde “sağ ve Sünni dünya görüşü” ekseninde asimile etmek için gayretler sürmüştür. Emevilerden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara kadar aralıksız devam eden her türlü yol ve yöntemi bu sefer kendileri devralmış bunu 24 saat sistemiyle, devletin tüm kademelerinde uygulamışlardır. Bugün de aynı şekilde bu devam etmektedir.

Sevgili Dostlar;
Aleviler bu ülkenin temel taşları, bu ülkenin vatandaşlarıdır. Her şeye rağmen bu ülkeyi seven insanlarıdır. Ama bakıyoruz, insanların içlerinde hala bir korku, bir titreme var Alevi kimliklerinden dolayı.
Bir ülke düşünki o ülkenin insanlarının bir kısmı, o ülkede yaşamaktan tedirginlik duyuyorlar. Gidecek bir başka vatan toprakları yok, bir başka ülkeleri yok. Zaten olmaması da gerekir, bu toprakları yurt yapanlar da gerçekten onların ataları zaten. Kanıyla, canıyla, ruhuyla, felsefesiyle, diliyle, özüyle bu ülkeyi yurt yapan temel unsurlar Alevi Bektaşi toplumunun atalarıdır. Bu ülke burada yaşayan herkesin olduğu kadar onların da ülkesi elbette ki. Ama hala bir dışlama, hala bir yok sayma var burada.
Hala canı gibi sevdikleri bir ülkede ürkek yaşamak, gelecekten endişe etmek… Bu çok ama çok üzücü bir durumdur.
Benim Alevi olduğum öğrenilirse ne olur sonum? Bunu tüm iş yerlerinde, askerde, okulda, devlet dairesinde Aleviler yaşıyor maalesef. Böyle bir ülke nasıl bir ülkedir?
Öteki olarak görülmek istemeseler de, halkın çoğunluğu onları şu veya bu şekilde benimsese de, devleti yönetenlerin gözünde düşman, başkası, güvenebilir miyiz, yabancı bir unsur olarak görülme hissi… Devleti yönetenler demek ki bu hissi uyandırmışlar, bu toplumda bu korkuyu yaymışlar, bunu gidermemişler bu çağda halen.
Bu ülkemiz adına, güzel Türkiye’miz adına çok ama çok üzücü, düşündürücü bir durumdur.
Yani devlet devletliğini yerine getirmemiştir/getirememiştir.
İşte bizlere düşen görev de, devlete devlet sorumluluklarını tekrar, tekrar, tekrar bıkıp usanmadan hatırlatmaktır.
Hakların alınması için yılmadan çalışmaktır.
Devlet asimilasyoncu yanını her zaman uygulayacaktır. Ama sevgili dostlar bize düşen görev hiçbir zaman yılgınlığa düşmeden, atalarımızdan aldığımız o direnci yaşatarak, kimliğimizden ödün vermeden Aleviliğimizi – Bektaşiliğimizi yaşatabilmemizdir.
Devlet beni asimile eder, devlet beni işten atar, devlet bana baskı yapar diye, özümüzde, ruhumuzda, var benliğimizde yaşattığımız Aleviliğimizi bir tarafa bırakırsak, ben sizlere söylüyorum, çok ağır bir kelime ama HARAMZADE olmuş oluruz, ihanet etmiş oluruz yolumuza.
Atalarımız çok büyük bedeller ödediler, en büyük bedeli de İmam Hüseyin ödedi. 72 yoldaşıyla canını seve seve, zalim Yezit’i buyrukları altında bizi ezdirtmedi, İslamiyet’i de, Aleviliği de kurtardı. Canını feda eden bir İmam Hüseyin’i düşündüğümüz zaman aslında bu dirençte fazla da bir çaba harcamadığımız görülür. Ama her birimiz de bir fedakârlıkta bulunmuşuzdur. Her birimize söylesek mutlaka ama mutlaka her birimiz bir “Alevi” sorunu yaşamıştır. “Alevi – Sünni” meselesiyle karşı karşıya gelmişizdir; okulda, iş yerlerinde, askerde, devletin herhangi bir biriminde, sokakta…
Ama bunları zamanla aşacağımız bilinciyle dirençli olmak zorundayız sevgili canlar.

Sevgili Dostlar;
Tüm devleti suçlayamayacağımız gibi yukarıda söylediğimiz gibi Sünni vatandaşlarımızın da önemli bir bölümü aslında Alevilerin haklarının verilmesi taraftadır, bu konuda Alevilerin yanındadırlar. Yapılan ciddi araştırmalar- anketler var bu konuda. İnsanlarımıza soruyorlar: Aleviler var, onların bazı talepleri var, örneğin ibadethane olarak cemevlerinin tanınmasını istiyorlar, siz bu konuda ne diyorsunuz? Diyorlar. Onların da çoğu niye olmasın, elbette olur, diyorlar. Aleviler zorunlu din dersleri olmasın ama seçmeli de olsa bu dersler de Alevilik yeteri kadar anlatılsın, diyorlar. Siz ne diyorsunuz deyince, elbette neden olmasın, diyorlar. Bu da bu ülkenin bir gerçeğidir. Bunları da inkâr edemeyiz sevgili dostlar.

Gelelim Bize;

Çok sevgili dostlar, hep devleti suçlayarak, Diyanet’i suçlayarak, Sünnileri suçlayarak bir yere gidemeyiz. Elbette ki Alevilik Sorunu’nda; “Alevi – Sünni” meselesinde suçun çoğu devletindir. Ama bizler her zaman yine de “bin kez mazlum olsan da bir zalim olma” diyen Hz. Ali’nin yolundan gidiyorsak, kendimize de bakacağız. Gerçekten iğneyi kendimize batırmasını da bileceğiz.

Can dostlar güzel insanlar.
Yola Birlikte Gidilir, Yol Cümleden Uludur, Yola Eğriler Girmez, Doğru Görenlerindir, der ulularımız. Bizler de bu sözleri hep söyleriz.
Bizim yolumuzun erdemlerini anlatmakla bitiremeyiz. Bir yeryüzü hazine sandığının içindeyiz gerçekten de. İnsanlığa dair ne varsa bu sandığın içindedir. Bu bir abartı değildir. Şu anda bizi bir araya getiren Hz. İmam Hüseyin ve 72 Yoldaşın’nın mücadeleleri bile bizlere bu konuda örnek olarak yeter de artar bile. Ama sadece bu değil, tarihi boyunca nice nice insanlık destanı yazmış kahramanlar, ulu pirler, erenler, veliler, ozanlar, mücadele insanları çıkarmış bir toplumun evladıyız. Düşünün İmam Hüseyin’in yolundan giden, onun davasını güden bir Eba Müslüm Horasani vardır. Zalimlerin korkulu rüyası olan Eba Müslüm. Hikmetiyle ve varlığıyla gönülleri titreten, içimde her daim yaşatmamız gereken bir büyük Alevi kahramanı, ulusu. İşte sevgili dostlar biliyor musunuz, Eba Müslüm’in başına gelenleri? O ki, İmam Hüseyin’e en yakışan kahramandır, o ki haksızlığa karşı koymanın destanıdır. Ama sevgili dostlar onu da katlettiler, hile ve oyunlarla. Hem de kim katletti biliyor musunuz? Onu da sözüm ona Hz. Peygamberi’ni akrabalarının kurmuş olduğu ve zalim Emevi saltanı yıkmasına ve onların iktidar olmasını sağlayan Abbasiler katlettiler. Böyle bir yiğidi, kahramanı onlar katlettiler. Yani onlar için mücadele verdi ama gücünden korktukları için Abbasiler alçakça onu katlettiler.
Bu örnekler acı örnekler ama işte bizler bu değerlerle bugünlere geldik.
Aleviler, Alevi değerlerini yaşattıkları, o benliğe, bilince, öze sahip oldukları için karanlıkları aşıp bugünlere geldiler.

Sevgili Dostlar, Canlar;
Ben sizin ayaklarınızın turabı olayım, canlar gerçekleri de konuşmak zorundayız. Ben “size şah damarınızdan daha yakınım” diyen yüce yaratıcının, “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hacı Bektaş Veli gibi velileri vardır. Yani insanı yaşamın temeline koyan, insana değer veren, insanca düşünen, her zaman aydınlığı, ilimi bilimi öğütleyen bir öğretiyi kuran insanlardır Aleviler- Bektaşiler. Alevi erenleri bu topraklarda, ta Balkanlar’a kadar bu aydınlık yolu sürüp götürmüşlerdir. Onların ektikleri ekinleri bugün bizler maalesef yaşatamıyoruz. Bizler değerlerimize yeteri kadar sahip çıkamıyoruz sevgili dostlar.
“Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” diyen bir Yunusumuz var. Onlar gibi yüzlerce ulu ozanın nefeslerinde bizim yolumuzun, töremizin, geleneklerimizin tüm zenginlikleri aslında mevcuttur sevgili canlar. Bizler kin ile kibiri atıp bu meydanlara öylece gelmişiz. Can dostlar bu meydanlara öyle kolay gelinmez, özümüzü paklayarak geleceğiz ki, İmam Hüseyin’e layık olamam. Ona yoldaş olmak, yar ve yaren olmak dünyanın en güzel nimetidir. Bu aşkı bulanlara ne mutlu erenler.
Can dostlar; yolumuz kurallarla örülüdür. Bu yola her can giremez. Özünü aklayan, paklayan canlar girebilir. Ölmeden önce ölenler bu meydanlara girebilir. Bizler Ehlibeyt’in bendesi olarak bu yolda menzil almak istiyorsak önce özümüzü yoklayacağız. Gerçekten ben yolda, yolakta mıyım, meydana girmeyi hak ediyor muyum? Demeliyiz kendi kendimize. Bu yolda dar vardır, didar vardır. Özünü dara çekmeyen neye yarar can dostlar?
Burasını (Şahkulu Sultan Dergahı Meydanevi / Cemevi) tasavvur edin ki, burası bir “Kırklar Meclisi” ola. Olabilir mi? Neden olmasın. Araştırmacı – Akademisyen Mahir Polat kardeşimiz geçen sene burada bir şeyler anlatmıştı. Hatırlayanlarınız olacaktır. Şu içinde bulunduğumuz meydan neye benziyor, şimdi altında bulunduğumuz üstümüzdeki kubbe neyi simgeliyor, şu direk neyi sembolize ediyor, diye sormuştu. Değil mi? Hatırlayanlarınız vardır mutlaka. İşte sevgili dostlar; içinde bulunduğumuz meydan Kırklar Meydanı olsun, Tuba Ağacının altında Rıdvan’dan gelen dosdoğru gidilen yolun ‘Tarik-i Müstakim”in kurallarının konduğu, Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye kutsal emanetleri verdiği meydan yeri olsun burası, Hz. Hüseyin’in meydanı olsun burası.
İşte o bilinçle, o aydınlıkla, o öğretiyle hareket eden ulu erenler/veliler kurdular bu yolu, o ulu ozanlarda her birisi cevher değerindeki deyişleri – mersiyeleri yani şiirleriyle bize sonsuz bir hazine bıraktılar.
Peki, can dostlar, sevgili dinleyenler… Bizler bu hazineye sahip çıkabildik mi, çıkabiliyor muyuz?
En başta kendim olmak üzere her zaman bunları sorguluyorum, sorguluyorum, kendimi sorgudan geçiriyorum.
Gül yüzlü insanlarım; bizler maalesef Aleviliğin – Bektaşiliğin değerlerine tam sahip çıkamadık, çıkamıyoruz. Kendi değerlerimizi yaşatamıyoruz. Elbette ki bizlerin üzerinde düşünmemiz gereken, yenilik gerektiren bazı uygulamalar olabilir. Bu bir zorunluluktur. Bunu da gül yüzlü inanç önderlerimiz dedelerimiz yapacaklardır.
Kurumlarımızın başında bulununlar ise gerçekten bu yola ne kadar layıklar bunları da çok iyi irdelememiz gerekir. Ben birçoğunun bu yola layık insanlar olduklarını düşünmüyorum. Onların islah edilmesi gerektiğine, zamanla da bu yolun kurallarına uymayan, çağın gerisinde kalmış, bu yola zarar bile verebilen kişilerden bu kurumlarımızın temizlenmesi gerektiğine inanıyorum.

Canlar;
Şu anda büyük mücadelelerle onlarca kurum kuruldu, dernekler kuruldu, cemevleri kuruldu. Ama buralar da tam anlamıyla inancımız ve öğretimiz yaşanmıyor. Bunların yaşanması ise tümümüzün elindedir.
Bizler eskiden ocağımızı bilirdik, ocak dedemizi tanırdık, görgü sorgu yapardık, on iki hizmeti yerine getirirdik. Şimdi büyükşehirlerde cemevleri olsa da eski gelenekler uygulanmıyor artık. Dedeler kusura bakmasınlar işi bazen basite indirgeyerek Aleviliğe zarar da veriyorlar. Tek tip cemler, tek tip yapılar, basmakalıp sözler, özü olmayan konuşmalar, davranışlar bizlere büyük zararlar vermektedir.
Bizler ocak dedelerimizi bulmalıyız sevgili dostlar, ocaklarımıza sahip çıkmalıyız. Ocaksız, dergâhsız, tekkesiz, ocak dedesi olmayan bir Alevilik dünüşünülemez.
Ayaklar türabıyım ne olursunuz, değerlerimizi gerçekliğiyle yaşatalım dostlar. Hep yüzeysel gösterişe dönüştürdük işi. Bunlardan vaz geçelim. Dedelerimizi zorlayalım, bilgi sahibi olmak için onlardan bilgi alalım, bilgili, inançlı gerçek ocak dedelerine sahip çıkalım. Bugün bazı dedeler bu yolu yozlaştırıyorlar. Bunları birbirinden ayıralım sevgili dostlar.

Can Dostlar,
Bizler maalesef ama maalesef okumayan bir toplumuz. Biz birbirimizi kandırmayalım. Kitap okumayan bir toplumuz. Bilgi sahibi olmak kitap okumakla olur. İnsanları dinlemek, onlardan bir şeyler almak yetmez. İnsanlara bakıyorum, kitap okumuyorlar. En az kitap okuyan toplum olduk. Eğer kitap da alıyorsa, cemevine yardım olsun, diye alıyor bu kitabı okumuyor vatandaş. Veya da rafa koyuyor, orada bulunsun diye, gösteriş için bulunduruyor. Bunlar da bizlerin gerçeğidir dostlar beni yanlış anlamayın, çok yalvarıyorum, kitap okuyalım. Ben bir istisna insan olarak bu kurumlarda en uzun süre çalışan, 25 yıl çalışan bir insanım, araştırmacıyım. Cem Vakfı’nda da, burada (Şahkulu)’nda da bulundum, kütüphaneleri var. Çok şükür karşıda (Anadolu Yakası) Cem Vakfı Yenibosna Cemevi’nde, burada da, Şahkulu’nda kütüphane var. Ama yıllardır kitap okuyan insan görmedim. Hem yakınıyoruz, bilgi edinmek istiyoruz, Aleviliği öğrenmek istiyoruz, diyoruz. Hem okumuyoruz sevgili canlar. Ne olursunuz okuyalım, okuyalım, okuyalım. Bizi kurtaracak şey okumamızdır sevgili canlar.
Bir kere okumuyoruz, bir de gençlerimizi okutmuyoruz. Gençlerimiz okumazsa, bilinçlenmezse bu yollar yürünmez. İçimize çocuklarımızı, gençlerimiz alacağız can dostlar.
Çok az da bilsek, neyi ne kadar biliyorsak çocuklarımıza, gençlerimize bunu mutlaka ama mutlaka aktaracağız. Onlar böyle böyle bu konuları öğrenecekler. Dedeleri, yazarları, kurum başkanlarını bilgi almak konusunda zorlayacağız.
Bizim yüzyıllar boyunca oluşmuş bir “toplumsal hafızamız” var. Her türlü değerimiz, anılarımız, hatıralarımız, bilgilerimiz, güzelliklerimiz, nefeslerimiz, ozanlarımız, erenlerimiz, karşılaştığımız her türlü sorun, güzellikler, sorunlar, ne varsa o toplumsal hafızamızdadır.
İnsanların da biliyorsunuz hafızası vardır. İnsanoğlu hafızasını kaybederse yaşayamaz, ya da insan gibi yaşayamaz.
Değerli dostlar, bizim tarihimiz, inancımız, kültürümüz de toplumsal hafızamız içindedir. Teker teker insanların hafızaları gibi Alevilerin de Toplumsal Hafızaları canlıdır. Tek tek bireylerde olmaz, toplumun tümünde olur bu hafıza. İşte can dostlar, bu toplumsal hafızanın yok olmaması, yani biz biz yapan değerlerin mevcut olduğu, saklı olduğu bu belleği yaşatmazsak bizler o zaman gerçek anlamda yok oluruz. Anıları olmayan bir kişi neye benzer? Bizler de her geçen gün bir değerimizi, inanç uygulamamızı yitiriyoruz. Nefesleri unutuyoruz, bazı semahları dönmüyoruz, türbelerimizi yok olmaya terk ediyoruz, tarihte yaşamış bazı uluları anmıyoruz, nereden nereye geldiğimizi unutuyoruz. İşte tüm bunların çözümü, bunu kuşaktan kuşağa aktarmaktır. Bizler bunları gençlerimize, çocuklarımıza anlatmazsak bir gün bunlar yok olup gidecek. O yüzden bunları canlı tutmanın tek yolu bu geleneği yaşatmak, her şeyi birbirimize ve özellikle gençlerimize aktarmaktır.
Gençlerimizi okutacağız, onlara burslar bulacağız, üniversite de okutmanın yollarını bulacağız. Sadece iş için değil. Okumak en büyük erdemliliktir. Alevi toplumunun okumuş kişi sayısı çok yoktur. Her alanda okuyan, araştıran, akademik çalışma yapmış gençleri yetiştirmeliyiz. Bu kurumlar onlara sahip çıkmalıdır. Ama bu bugüne kadar fazla olmadı. Bugün benim en büyük acım bir Alevi Akademisi’nin, Araştırma Merkezi’nin olmamasıdır. Buralarda çalışacak gençler Aleviliğin değerlerini ortaya çıkaracaklardır. O yüzden özellikle üniversitelerde yüksek lisans, doktora yapan gençlerin ellerinden tutulmalı, bu konularda araştırmalar yapmaları teşvik edilmelidir.

Değerli dostlar;
Uzaya bakınca uzayın sonsuzluğunda parlayan yıldızlar görürsünüz. İşte bizim binlerle ifade ettiğimiz o ulu erenler, o ulu ozanlar, o ulu pirler birer yıldız gibi bizi Alevi kimlikleriyle aydınlatmaya ve bize Yolumuzla ilgili hep mesaj vermeye devam ediyorlar. Eğer onların aydınlığını, öğretilerini bırakırsak uzayın sonsuz karanlığında yok olur gideriz. Bugün en büyük tehdit ve tehlike de budur. Yani can dostlar, bizler Alevi – Bektaşi öğretisinin değerlerini kaybettikçe eriyoruz, asimile oluyoruz, yani yok oluyoruz. Bu en büyük dertlerimizden birisidir, aslında bugünkü sorunlarımızın da temelidir. Bazılarımızın da büyük desteğiyle birileri bizleri hızla Sünni ve Şii (Caferi) inanç pratikleri içinde asimile etme uğraşında bıkıp usanmadan çalışıyorlar. Eğer bizi biz yapan değerlerimizi (öğretimizi) yaşatmaz, asimilasyon çalışmalarını yok etmezsek, bunu sağlayamazsak gerçekten yakın gelecekte sadece tarihte yaşamış bir inanç ve inanç topluğu olarak anılmaya başlayacağız. Bizler de şimdi çoğumuzda olduğu gibi sözde Aleviler-Bektaşiler olarak, ruhsuz, kimliksiz, kişiliksiz bir şekilde yaşamaya bir süre daha devam edeceğiz. Sonra başka bir şeye dönüşeceğiz.
Bir de değerli dostlar en büyük derdim benim, yozlaşmamız, asimile olmamızdır. Ama benim asıl söyleyeceğim ise bunu kendimizin yapmasıdır. Yani bizler kendi kendimize asile oluyoruz.
Bir kere öğretimizin kurallarını yerine getirmiyoruz. Sünni uygulamaları kabul ediyoruz, ona yöneliyoruz. Alevilik ne Sünniliktir, ne Şiilik (Caferilik)’tir. Aleviler yüzyıllar önce yollarını kurmuşlar, o yoldan gidiyorlar. O yoldan gidilmediği için, yüzyıllardır olduğu gibi devlet baskısı olduğu için, bilinçsizlik nedeniyle sağa sola sapmalar olmuştur. Alevilerin kendi öz öğretileri kendilerine yeter. Sünniliğin, Şiiliğin değerlerini almak bir asimilasyon çabası ve çalışmasıdır.
Bugünlerde de çıkar için kendilerini ve şereflerini satan özellikle bazı dedelerin, ozanların, yazarların, kurum başkanlarının ve onlardan etkilenen bazı vatandaşların da dörtnala bu yönlü çalışmaları ve gayretleri Aleviliğin – Bektaşiliğin varlığına uzanmış en büyük tehditlerdir.
Zaten devletin temel amacı bellidir. Onunla işbirliği halinde bunu hizmet etmek yani Alevi özünden saptırıp, Sünni değerler Şii değerler ve inanç pratikleri içinde eritmek bu yola yapılacak en büyük ihanettir.
Tüm bunların deşifre edilmesi, yok edilmesi için çalışmak bu yola Hz. Hüseyin aşkına yapılacak en büyük hizmettir.

 

EN SON EKLENENLER