Aleviler ve Kurban

ERDOĞAN YALGIN

İslam aleminde “Kurban, kurbanlık evlat (İsmail mi İshak mı?), kurban cahiz mi, değil mi?” ve benzeri temel konular, ne yazık ki 21. asırda bile halen tartışılmaktadır. Son yıllarda, asimilasyonun en acımasız kıskacına çekilen Aleviler arasında da problematik biçimiyle tartışılan Kurban olgusunun bazı temel verilerini (felsefik açılımlarını bir yana bırakarak), bu sınırlı makalemizde ele almaya çalışacağız!

Sümer ve Mezopotamya metinlerinde elde edilen bilgiler ışığında Kurban geleneği; en az Antik çağlara (M.Ö.3000, M.S.300) kadar uzanır. Eski dünyanın kültürel-inançsal kalıntılarında; ailenin ilk erkek çocuğu, kutsal tapınaklara “yakmalık” ya da “kesmelik kurban” olarak adanır, sunulurdu.

Bu töresel uygulama, aktarıldığı şekliyle Harranlı Azeroğlu (Ateşoğlu) Avram, İbrahim tarafından bozuldu. Farklı versiyonlarla gelenekselleştirilen doneleriyle İbrahim, İslami anlatımıyla Hacer oğlu İsmail’i (Melek), Tevrat’taki yazılımıyla Sara/Saray‘dan (kraliçe, perenses) olan tek varisi İshak’ı (Güldüren) Tanrı‘sına, Rab’ine kurban olarak adaddı, sundu.

Sümerli İbrahim‘in; M.Ö. 2123 yıllarında Harran/Ur kentinde doğduğu sanılmakta! 75 yaşındayken, Rab Tanrısı, O’na; “Avram, ülkeni, doğduğun yeri, baba evini (Harran, Ur, Urfa bölgesi) bırak, sana gösterceğim ülkeye (Kudüs’teki Kenan bölgesi) git” dedi. Ve İbrahim yollara düştü!

Yahudi ve  İslam teologlarının asırlardan beri tartıştıkları bir konu var; İshak’mı, İsmail’mi Kurban sunuldu? Örneğin Kuran’da İsmail’in adı zikredilmemekle birlikte Kurban olgusu için Sâffât Suresi’nin, 101-111. ayetleri referans alınır. Buna göre; “Biz de ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca, ‘Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ dedi. ‘Ey babacığım! Ne ile emrolduysa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin!” dediği aktarılır.

Kur’an’dan asırlar önce yazılan Kitab-ı Mukaddes’in Yaratılış kitabının 22. Kısmında, konu deşifre edilir. Burada, kısacası şu tanımlama ortaya çıkar: “İshak’ı, sevdiğin biricik olğlunu al. Moriya bölgesine git! Orada sana göstereceğim bir dağda, oğlunu yakmalık sunu olarak sun!”

Buna göre İbrahim; oğlu İshak’ı yanına alır. Kudüs’teki (Kenan bölgesi) Moriya Dağı’na (yönlendirme, işaret etme dağı) çıkar. İshak, babası İbrahim tarafından kesilmek üzereyken, kendisine gökten kurbanlık bir Koç gönderilir. Bu olay üzerine tapınaklara yakmalık ya da kesmelik kurban olarak sunulan erkek çocukların yerine, bundan böyle eti yenilebilen hayvanlar sunulur.

Yani eski Mezopotamya’da, Sümerlerde Tanrıları kutsamak, onlardan istekte  bulunmak, hastalıklardan/kötülüklerden uzak durmak ve benzeri adaklar için, hasta ve sakat olmayan bir hayvan kurban edilirdi. Daha önceden bellirlenen Kurbanları, tapınak rahipleri keserlerdi. Kurbanın bir bölümü kurban taşı (altar) üzerinde yakılarak/pişirilerek Tanrılara bir yemek olarak sunulurken, geri kalanı  dağıtılırdı.

Yine Sümer mitolojisinde Emeş-Enten hikayesinden esinlenen Tevrat’ın verdiği bilgilere göre Habil ile Kabil kardeşler; kendi üretimlerinden Rab’lerine sunumlarda bulunmuşlardı. Çoban Habil’in kızartılmış kurban eti, Tanrı tarafından kabul görünce, bunu kıskanan çiftçi Kabil; kardeşi Habil’i öldürmüştü! Bir yönüyle bu mitik anlatım, ilk kardeş cinayeti olarak kutsal metinlerde yerini almıştır.

Arya panteonlarından olan Zervan/Zurvani (-önsüz zaman), Nurlu oğlu Ahura Mazda’nın dünyaya gelmesi için bin yıl boyunca kurbanlar adamıştı. Yine bir Ari inancı Mitraizm‘de kutsal ateşe kurban vardı. Buna karşın “At yetiştiriciliği“ nin yanısıra bir “Kurban  Rahibi“ ve “İlahi okuyucusu, Derwéş“ olan Zerdüşt;  eti yenilen hayvanların korunması adına kanlı kurbanları yasaklanmıştı!

Antik çağlarda bir örf-adet, gelenek ve sosoyal-kanuni konumu olan Kurban fragmanları, farklı uygulamalarıyla en çok da İslam alemi içinde günümüze kadar kendisine yer buldu. İslam toplumunda; yan edinimlerle birlikte Kurban ritüelleri, Kur’ani bir farz’la yerine getirilir. Bu süreç, oldukça zorlu evinimlerle sonlandırılır.

Bâtıni Alevilerinin tarihsel öğretilerinde, uygulamada olan İslami versiyonları referans alınarak, toplumsal manada “Kurban geleneği” ve “Kurban Bayramı” diye kodlanan böylesi benzeşik bir olgunun olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Her yılın bu günlerinde, eti yenilen hayvanların topluca bıçaklanmasına, Alevi mitleri arasında kesinlikle yer verilmemiştir. Ki bu anlatım mitleri, kuramsal sözlü geleneğin ana omurgasını oluşturur. Buna karşın, coğrafi ve zamansal periyotların zorunlu etkileşimi dahilinde, Alevilik içinde belli bir zamanı olmaksızın bireysel “Kurban sunumları, Kurban tığlama“, var olan daha çok kansız “süreli Lokma, Niyaz“ sunumlarıyla birleştirilmiştir.

Bâtıni Alevilik (İtiqat ê Rêya/Raa Heqi ‘Kürt Aleviliği’) içinde, İslami çıktılarıyla toplumsal bir karşılığı olmayan Kurban ve Kurban Bayramı, Dêrsim Soykırımı’ndan sonra ve özelliklede 1950’lerden beri, İslami ögelerle zorunlu bir asimilasyonun getirisi olarak Aleviliğin içine monte edilmiştir.

Hukukçu ve folklörcü Ali Rıza Önder 1918-1960), 1942-1945 yıllarında Dêrsim’in Pertek İlçesi’nde Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulunmuştu. 1949 yılında “Pilvenklilerde Oruç ve Bayram” adlı makalesini, Kayseri’deki Erciyes dergisinde yayınlamıştı. Önder bu makalesinde Dêrsimlilerin; “Xızır Orucu’nu” ve “Qavut Aşı” ile sonlandırılan inanç ritüellerini, bir bayram olarak ele almış ve Dêrsimlilerin (Rêya Heqi sürek talipleri) Xızır ve Qavut geleneklerini “Bizim Kurban Bayramlarında yaptığımız gibi dini bir borcu ödemiş olurlar” tanımıyla açıklamıştır. 1945’li yıllara ait bu belirleme, oldukça dikkate şayandır! Zira bu derlemede kültürel-inançsal derin bir ayırım, dilegetirilmiştir.

Burada da görüldüğü gibi, hiç şüphe yok ki Önder, kültürel-inanç noktasında bilerek bir ayırıma gitmiştir. O, “Bizim Kurban Bayramı” tabirini kullanarak, “Kurban Bayramı” nı; Bâtıni Aleviliğinin (Rêya Heq itikatının) “Qavut ve Lokma sunumu” ile eşdeğer görmüş ve bunları iki ayrı kültürel inançlara ait, iki ayrı köklü gelenek olarak ele almıştır.

Dêrsim genelinde, tarihsel bir gerçeklik olarak ele alabileceğimiz 1950’lerden, 1990’lara kadar eş-dost arasında Kurban Bayramı’nın kutlanmadığı, özellikle bu bayram gününde toplu bir halde Kurbanların niyaz edilmediği bilinmektedir. Önder’in yazısında ilgili bölüme dair ana tema, Müslümanlarda kabul gören “Kurban Bayramı ve ritüelleri”, Rêya Heqi itikatında “Qavut yemeğiyle, Xızır ve bireysel Lokmalarla” anlamlandırılmıştır. Bu bakış açısı, bir Cumhurriyet Savcısı için aslında çok gerçekci bir yaklaşımdır.

1945’lerde, bölgedeki sosyo-kültürel-inançsal yaşayışta, toplumsal katmanda Kurban Bayramı’nın yerinin olmadığı; Müslüman/Sünni bir aileye mensup ve hem de bir Cumhuriyet Savcısı tarafından açığa çıkıp, ispata gelmiştir. Özellikle 1990’lardan sonra, örgütlenen Alevilerin temel gündemlerinde “Qavut, Xızır” ve bireysel Lokma kültleri gevşetilerek, bilerek-bilmeyerek toplumsal hafızadan unutturulmaya terkedilmiştir!

Bâtıni Aleviliğinin ekolojik temel felsefesinde avlanmanın dahi, “bir doğa, insanlık suçu“ olarak kabul görüldüğü bilinmektedir. Fakat ne vahimdir ki, hem de bugün Aleviler arasında da artık topluca hayvan kesilmekte/boğazlanmakta ve eş-dost arasında Kurban kutlamaları, şenlikler yapılmaktadır. Dahası, benzeri bir yaklaşımla bazı bölgelerde, Kurban Bayramı günlerinde, inşaa ettikleri Cemxanelerde seyirlik “Kurban cemleri, Kurban-Bayramı namazları, Halka namazları“ kavlinde uyduruk erkânlar bile tertip edilmektedir! Çok yazık!

Yeri gelmişken küçük bir anımızı paylaşalım! Sözlü tarih derlemelerimiz sırasında Ocak 2016’da, Kuréşan Ocağının Kızılbel Pir-i Derwéşlerinden Bava Rıza Arıca’yı (d.1934); Paris’ten yeğeni Pir Hasan Ulucan ile birlikte Antalya’da ziyaret edip, yol-erkân üzerine uzunca sohbetler ettik. Pir Hasan, daha önce ailesi için adadığı bir Kurbanı, Bava Rıza’nın gılbangıyla tığladı/kestirdi. İşlem bitti, fakat Koyun helen can vermemiş ve yerde titriyordu. Bava Rıza hemen eğildi ve dualar eşliğinde koyunun ayağını öptü. Pir Hasan da eğilerek içinde okuduğu dularla, can verene kadar kestirdiği koyunu okşadı. Gözleri dolan Bava Rıza; “… Şartlarımız, artık buralarda kurban kesmeye müsait değil! Çiftliklerde gidip getirdiğimiz hayvanlara eziyet ediyoruz! Oysa biz bu koyunu aylar önce bellirlememiz ve onu özel bir besiye almamız gerekirdi. Ona gözümüz gibi bakmalıydık, emek vermeliydik! Çünkü o da bir can ve ona can gözüyle bakmalıyız!“ Aslında Bava Rıza, Alevi felsefesinin Kurbana, Kurbanlık koyuna bakış açısını bir kaç cümleyle anlatmıştı.

Son tahlilde; Bâtıni Alevilerdeki inanç bazındaki bu hızlı total değişimlerin varacağı son noktanın, doğrusu şimdiden talipler/yolevlatları  nezdinde merak-ı hedef konusu seçilmesi, yerinde olacaktır! İnançsal alandaki benzeri kültürel çıktıların (yeni), bir kar topu gibi yuvarlanarak büyümesi ve zaman içinde ana gövdeyi istila etmesi, görmezden gelinmemelidir! Dolayısıyla başta Alevi kurumları olmak üzere, Bâtıni Ocaklarının bağlıları (talipleri) Rêberleri, Pirleri, Piripiranları “Kurban” olgusunu yeniden ele almalı, çağımızın sosyal ve kültürel gereklerine uygun hale getirmelidirler. Asimilasyon politiklarını sadece eleştirerek, asimilasyonun önüne geçilemiyeceği artık bilince çıkarılmalıdır. Hak ile!

Kitap Önerim: Nimet Yıldırım, (2012) “İran Mitolojisi“ Pinhan Yayınları, İstanbul

 

EN SON EKLENENLER