Aziz Nesin’den Oğuz Atay’a ‘Anekdotlar’: Kıssalı harikalar kumpanyası

Mustafa Alp Dağıstanlı ile ‘Anekdotlar’ çalışmasını konuştuk. Dağıstanlı, “Amacım, kıssalarla öğretici olmak değildi ama umarım bir kıssalı harikalar kumpanyası ortaya çıkarmayı becermişimdir” dedi.

Gazeteci ve yazar Mustafa Alp Dağıstanlı’nın ‘Anekdotlar’ isimli kitabı, geçtiğimiz günlerde Kolektif Kitap tarafından yayımlandı. Toplamda 115 edebiyatçıdan 608 anekdotu bir araya getiren ve bu sebeple yüzlerce kitaptan ve kişiden bilgi toplayan Dağıstanlı ile kitabını konuştuk.

Aziz Nesin’den Oğuz Atay’a, Haldun Taner’den Yahya Kemal’e geniş bir yelpazeden yazarları bir araya getiren Dağıstanlı, konu üsluba gelince, “Onların sözlerini, cümlelerini, anekdottaki cevheri perdelememek en önemli ölçüt, ilke olmalıydı. Bunu becermeye çalıştım. Ortalıkta görünmemeye çalıştım asıl olarak” diyerek düşüncelerini açıkladı.

Muhabir, editör, köşe yazarı gibi özelliklerinizi bilsek de ‘Anekdotlar’ kitabınızda kullandığınız yapının ve üslubunuzun bir fıkra yazarına has olduğu gözleniyor. Türler arasındaki ilişkiler hakkında ne düşünüyorsunuz? Yazmadan önce bir biçim belirler misiniz, yoksa biçim akışta mı şekil alır?

Yapıyı kitabın içeriği belirledi doğrudan doğruya. Kısa, kıssası olan, vurucu, mümkünse mizah barındıran yaşanmış hikâyeler anlatacaktım. Belirleyici bir şey daha vardı tabii: Birkaçı dışında bütün anekdotları yazılı kaynaklardan topladım. Bunların bir kısmı zaten kitaptaki formata pek yakın yazılmıştı. Demek ki bilinen, sık kullanılan bir format. Bazılarını başka anlatıların, uzun hikâyelerin içinden söküp almak gerekti, onları da o bilinen formata uyarladım.

Üsluba gelince… İşler biraz karışık gibi, ama değil sanki. Yazar olarak ortalıkta görünmemek iyiydi, zaten iyi yazarlarla, onların dedikleriyle, yazdıklarıyla uğraşıyorum, ayak altında dolaşmasam iyi olur diye düşündüm. Onların sözlerini, cümlelerini, anekdottaki cevheri perdelememek en önemli ölçüt, ilke olmalıydı. Bunu becermeye çalıştım. Anlayacağın, ortalıkta görünmemeye çalıştım asıl olarak. Başlıklarda görünüyorum ama galiba! Ne dersin? Tabii, bu dediklerim üslupsuzluk anlamına da gelmez. Üslupçuluk ayrı, pek de iyi olmayan bir şey ama insan üslubundan da kaçamaz.

Bir de şu var tabii: Ben kimi durumda hikâyeyi anlatıyorum, sadece bir sözü yazarlarımıza bırakıyorum, kimi durumda sahneyi hazırlayıp bir diyalog veriyorum, birkaç yerde de sözü ta başında yazara bırakıyorum, o anlatıyor. Dolayısıyla kitapta birçok üslup var. Okur bu üsluplarla karşılaşacak. Bu bir karışıklık yaratıyor mu? Bence hayır. Zenginlik. Hani meşhur söz var ya, “Üslub-ı beyan ayniyle insandır” diye, ne kadar yazar varsa, o kadar üslup var kitapta. Zaten bunları görünür kılmaya çalıştım işte. Envai çeşit karakter.

Bir maymunun ağaç dallarını kullanarak ormanı dolaşması gibi türler arasında fink atmayı isterdim ama öyle yetenekli biri değilim. Anlattığım şey neyi gerektiriyorsa ona layık bir dil, bir yapı kurmayı gözetirim. Bazı yazılarda da değişik biçimler denemeye, belki daha doğrusu kendimi değişik biçimlerde denemeye çalışmıştım. Geriye bakınca yapmasam ne iyi olurmuş, dediğim şeyler de var. Sade yazmaya çalışıyorum. Öğreniyorum işte.

Henüz girişte, bizde bir anekdot kültürünün olmamasından bahsediyorsunuz. Halbuki muhabbet etmeyi, aralara fıkra ve espri sıkıştırmayı severiz toplum olarak. Bu geleneğin olmamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Anekdot kitapları yok, demek istiyorum. İngilizcede böyle kitaplar görmüş, okumuştum. Bizde yapılmamış olmasını hep tuhaf karşılamışımdır. Bir sürü kitapta, dergilerde, gazete sayfalarında kalmış bir şeyler var. Kitaplar hadi neyse, her an alınabilir, okunabilir genel olarak ama eski dergilere ulaşmak pek çok kimse için imkansız, hele gazete sayfalarını didiklemek… Uzman gibi konuşmak istemem ama bizde edebiyat tarihi çalışmaları pek eksik hala galiba. Anekdotlar bunun sadece küçük bir kısmı, belki en zevkli, bir bakıma kolay kısmı.

Dediğin gibi, muhabbet, fıkra, espri, dedikodu seviliyor, hep sözlü gelenek! Yazmak başka bir şey, iş. Konuşmak iş değil. Hoş televizyon kanallarına falan bakarsanız konuşmak iş oldu ya…

Anekdotlar-Edebiyat Tarihimizden Anılar Tanıklıklar, Mustafa Alp Dağıstanlı, 352 syf., Kolektif Kitap, 2022.

Kitapta pek çok yazarın merkezinde olduğu pek çok olayı/anı aktarıyorsunuz. Bir kişinin tanık olabileceğinden fazlası var çalışmada. Bu bilgileri nasıl topladınız? Anlatır mısınız?

Demin çıtlattığım gibi. Kitaplardan asıl olarak, 150 kadar kitaptan derledim anekdotları. Sahaftan aldığım bir kitabın içinden bir gazete kupürü çıktı. Baktım, Çetin Altan’ın Milliyet’teki bir yazısı. Okudum, işe bak, orada da bir anekdot anlatılıyordu. Pat, hemen yazıverdim. Anı kitaplarını karıştırdım tabii, hemen akla gelir. Biyografi türü de gelişmiş değil bizde ne yazık ki, böyle bir kitap için de büyük kaynak. Yine de Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı birkaç biyografi var, işime çok yarayan. Daha eskilerde Hilmi Yücebaş, birçok yazarımızla ilgili kitaplar hazırlamış, ya öldüklerinde ya ölüm yıldönümlerinde. Ele aldığı yazarla ilgili daha önce yazılmış türlü yazıların derlemeleri bunlar. Aslına bakarsanız kötü kitaplar, bazıları daha da kötü. Ama işe yarar bir yandan da… Neydi o laf, koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi…

Elimdeki bazı eski dergileri karıştırdım, ama o kadar. Pandemi tedbirleri kapatmıştı her yeri, yoksa Taksim’deki Atatürk kitaplığına gidip biraz dergi karıştırmak istiyordum. Gazeteleri taramak apayrı bir iş, sıvanmadım ona. Ama kimi olaylar için baktım bazı eski gazetelere, ayrıntı bulabilmek için. Bazı eski gazetelere internetten erişim var.

Kitaplarda olmayan birkaç anekdot da var kitapta. Oğuz Atay’ın kızı Özge Atay anlattı, Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz anlattı, “Simurg” İbrahim Yılmaz anlattı… İnsanlarla konuşup anekdot toplama işine girişmedim aslında, bambaşka bir iş o.

‘UMARIM BİR KISSALI HARİKALAR KUMPANYASI ORTAYA ÇIKARMAYI BECERMİŞİMDİR’

Anekdotların, yapı itibariyle kıssadan hisse gibi bir yanı var bizce. Her daim öğretmeye hevesli bir tür sanki. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Yazarların odağında olduğu bu çalışmayı, bir yanıyla öğretici olsun diye de kaleme aldığınız söylenebilir mi?

Evet, kıssaların böyle bir huyu var, ille de bir şey öğretecekler! Bilmem, ben özellikle öğretici olsun diye yazmadım. Bu da tuhaf oldu, öğretici olmayan kitap, kitap olur mu? Bir dakika, bu cümle de tuhaf oldu. Öğretici olmayan kitap olur tabii ama yine de bir şeyler öğretir sanki. Amacım, kıssalarla öğretici olmak değildi anlayacağın ama umarım bir kıssalı harikalar kumpanyası ortaya çıkarmayı becermişimdir biraz. Bu kumpanyanın yazarlarını daha iyi tanıtıyor belki o kıssalar, o sırada bize de bir şeyler öğretiyor, kulağımızı büküyor olabilirler tabii.

Çalışmada yaşamını yitiren edebiyatçıları merkeze alıyorsunuz. Yaşayan yazarları ele almamanızın sebebi neydi?

Yaşayanlar daha işlerini, görevlerini tamamlamadılar ki “anı / anekdot üretimi”ne devam ediyorlar! Yaşayanlar anlatsın kendi hikâyelerini, ben ölenlere yardım etmek istiyorum. Yaşayanları yazmayacağım için o gözle bakmadım ama sanki yaşayanlarla ilgili anı/anekdot bulmak daha zor, eskiden bir şekilde yazılmış bunlar, şimdi sanki daha az yazılıyor, daha dağınık bir edebiyat “topluluğu” var şimdi galiba. Yaşayan edebiyatçılarla gidip konuşmak, anekdot toplamak da başka bir iş. Haydar Ergülen bunun yapılması gerektiğini yazdı geçenlerde. Yaparlar belki…

‘ELİMDEN GELDİĞİNCE SADE OLMAYA ÇALIŞTIM’

Üslubunuzun masalsı bir yanı var. Bu durum yalnızca “miş’li geçmiş zaman” kullanmanızla ilgili değil sanki. Daha çok yaptığınız vurgularla alakalı, diye düşünüyoruz. Siz nasıl yorumlarsınız bu durumu?

İlk soruna cevap verirken bu miş’li geçmiş zamandan bahsedecektim, vazgeçmiştim. Bu zaman takısı işini düşündüm işin başında biraz, nasıl yazsam acaba? Önce di’li geçmişle mi yazsam diye geçirdim aklımdan ama o zaman sanki bu anlatılanların birinci elden tanığı gibi görünebilirim korkusuna kapılıp caydım. Birkaç yerde miş’li geçmişten çıktığım durumlar oldu ama miş’li geçmiş hakimiyetini korudum. Eskiden olmuşları, bir zamanlar yaşanmışları ve yaşamışları anlatıyordum, okuru bu duygunun, ortamın içinde tutmak iyiydi.

Masalsılık, işte bu ortamdan, insanları konuşturmaktan, o eski insanların dillerinden, kelimelerinden, üsluplarından doğuyor olmasın? Ben, ilk soruna cevap verirken de dediğim gibi, ortalıkta görünmemeye dikkat ettim, elimden geldiğince sade olmaya çalıştım.

Kitapta bugüne değin üzerinde pek de durulmayan birçok anekdot var. Örneğin Yılmaz Güney, Orhan Kemal Roman Ödülü de kazanan ilk romanı ‘Boynu Bükük Öldüler’i kendi cebinden bastırıyor. Sonra da yayıncısına gidip hatıra olsun diye dönemin en küçük kâğıt parasını istiyor. Çerçeveletmek için… Bir yayıncı da olduğunuz için merak ediyoruz: O günden bugüne yayıncılık açısından bir şeyler değişti mi? Yazarlar hala kitaplarını kendi cebinden ödeyerek bastırıyor mu?

Daha önce daha da fenaydı. Kitap bastırmak öyle kolay değil. Birçok iyi şairimiz de kendi parasıyla bastırıyor kitaplarını… Yılmaz Güney iyi durumda, hem parası var zaten, oradan buradan kısarak denkleştirdiği bir parayı vermiyor eski yazarlarımız gibi. Şimdi durum çok daha iyi. İyi bir yazar para alıyor kitabı basıldığı için. Ha tabii, parayla kitap basan yayınevleri de yok değil.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Aslında, adına şimdilik “Nasıl Yazmalı?” diyelim, ‘iyi yazı nasıl yazılır’ı örneklerle anlatan bir kitap için çalışıyordum, birkaç bölümünü yazmıştım. Araya ‘Anekdotlar’ girdi. “Nasıl Yazmalı?”yı bitirmek istiyorum çok da uzatmadan. Yaratıcı yazarlık kitaplarıyla karıştırılmasın sakın, ben işin yaratıcı olmayan yanıyla, zaanatıyla ilgiliyim. Yaratıcı yazarlık kısmını kimi yaratıcı yazarlar ya da editörler falan hallediyor galiba. Bir de haftada bir Diken’de “Dili Seven Dikenine Katlanmaz” yazısı yazıyorum. Biraz daha çok spor yapsam iyi olacak.

EN SON EKLENENLER