Bir deklare ettim ki dönemem! -VI- ABRA KADABRA YA DA ŞAPKADAN ÇIKAN TAVŞAN-1

AYHAN YALÇINKAYA

Nihayet deklarasyonun başlı başına bir yazıyı daha hak eden omurgasına geliyoruz işte. Niyetim, bu omurgayla bir yazıyla hesaplaşıp, deklarasyonun diğer özelliklerine topluca bir göz atmak ve artık yazıyı kapatmak. Ama bende bu gevezelik olduktan sonra, bakalım, yazı nereye götürürse… Zaman diye bir derdimiz, sırtımızda adı zaman olan bir kırbacımız yok. Öyle ya bu pilav daha çok su kaldıracak. En az on yıldır (yoksa yirmi mi?) su kaldırmaya devam etmiyor mu zaten? Bu ne  demek diye soru gelmeden yanıtlayayım:

Deklarasyoncuların birazdan üzerinde duracağımız Alevilik anlayışı Alevi toplulukların dünyasında ilk kez dillendirilen, özgün bir vasıf içermiyor. Yalnızca bir birleştirme girişimi; sentez diyemiyorum ne yazık ki. Örneğin Alevilik ve İslam arasındaki ilişkiyi, yıllar, yıllar önce devr-i daim  olsun, Ali Amca HBVAK’ında başkan iken sorgulayan bir bildiriye imza atılmıştı. Özellikle yine belli çevreler ve özellikle de yine bugün olduğu gibi din üzerinde milliyetçiliğe asker taşımaya uğraşan belli çevreler, o bildirinin içeriğini de, okumadan saldırıya geçmişlerdi. Ancak o bildiri Alevilikle İslam’ın ilişkisini kesip atmıyor, iddia edildiği gibi, Aleviliğin İslam dışında olduğunu savunmuyor, bu dışındalık vurgusunu yaparken, Aleviliğin salt İslam dininin (bu dinden ne anlaşılırsa anlaşılsın) kodlarıyla anlaşılamayacağını, bu dini aşan vasıfları olduğunu, esasen, aslına bakılırsa senkretik yapısına dikkat çekmeye çalışıyordu. Ayrıca, çok   isabetli bir biçimde Alevilerin İslam ve Müslümanlık algısı ile deneyimleme biçimlerinin  mitik kurucu unsurlarına atıf yapıyordu. Her ne hal ise, geçmişe çok dönmenin alemi yok. Özetle Alevilik ile İslam arasındaki ilişkiyi dışsallaştırma girişimi, yeni bir girişim değil, elimizde bir örneği var, üstelik yıllar yıllar öncesinden bir örneği.

İkinci olarak, Aleviliğin kadimden beri geleduran bir inanç olduğu anlayışı da özgün değil ne yazık ki. Aleviliği İslam ve Eski Türk tarihinin ötesinde, başka başka barbarlıkları görmeden, esasen barbarlığı görmeden, başka başka “uygarlıkların” ve dahi kayıp kıtalarınJkültürlerine bağlama girişimi de hiç yeni değil. Bu yaklaşımı her ne kadar Aleviliğe dışarıdan bakanlar ya da pek okumayı sevmeyenler Erdoğan Çınar popülerliği ile tanısa da bunun kendisiyle en ufak bir ilgisi yok. Yaklaşımın asıl sahibi, bugün adı pek anılmayan ve bence bu bakımdan hakkı yenilmiş Kemal Soyer’dir. İşte deklarasyon bu iki hiç de yeni olmayan yaklaşımı kendince birbirine montajlamaya çalışıyor. Bu bakımdan ortada yeni bir şey yok. Şimdi haklı olarak diyeceksiniz ki “Be adam, madem ortada yeni bir şey yok, ne diye bunca zamandır sayfalarca yazıyorsun, üstüne düşünüyorsun, kafa patlatıyorsun?” Çok basit bir nedeni var bunun: Gerek ilgili tarihte HBVAKV ve gerekse uzun yıllar önce Kemal Soyer, farklı biçimlerde ve farklı saiklerle Alevilik ile İslam arasındaki ilişkiyi sorgularken, özellikle kendi dönemlerinin acil politik ihtiyaçlarına bir yanıt geliştiriyorlardı; özellikle HBVAKV. Kendi dönemlerinde Alevi toplulukların içinde bulunduğu sorunlardan birinci derecede sorumlu iktidarlara bir kart çekiyorlardı desteden. Şimdi, deklarasyoncuların yaptığı ise bu değil: Onlar bu kartı Alevi topluluklara karşı çekiyorlar ve tam da iktidarın inandırmaya, yerleştirmeye, bir bölüm Alevi topluluğu içine tıkıştırmaya çalıştığı çerçevenin duvarlarını örmeye ve berkitmeye girişiyorlar. Ayrıca örneğin Kemal Soyer, kendince yaratıcı bir düşünce ürünü sergileyen bir isimdi; bir grup değil, bir hareket değil. Yanında, yöresinde, çevresinde sorgulayacağımız iktidar ağları yoktu. Şimdi deklarasyoncular ise bir grup, iktidar ağlarıyla çevrili bir grup. Devamla, HBVAKV ilgili bildirisini kendisini bağlayacak şekilde yapmakla yetinmişti; şimdi ise deklarasyoncular herkesi bağlamaya çalışıyor. Sonuç olarak bu iki eski yaklaşımı birbirine montajlayarak yola çıkan deklarasyoncular, Alevi toplulukları bir yere çağırıyor: Ne HBVAKV’nın ne Kemal Soyer’in böyle bir derdi vardı, onlar toplulukları bir yere çağırmıyordu; bunlar çağırıyor; yani bunlar teo-politik bir hareketin nüveleri. Bu teo-politik hareketi ciddiye almak yanlısıyım, çünkü kabul edelim, etmeyelim, belli ki böylesi bir Alevilik anlayışına ihtiyaç duyan kesimler var ve deklarasyoncular da bu ihtiyaca acemice de olsa, ellerine yüzlerine de bulaştırmış olsalar, yanıt vermeye soyunuyorlar! Yeni, geçen gün yazıyı bıraktığımız yere dönersek, adının Alevilik olduğunu iddia ettikleri, kadimden beri yaşadığına inanmamızı bekledikleri yeni bir din kuruyorlar; bu ciddiye alınmaz mı?

Şimdi deklarasyoncular bu yeni dinin ilk temel özelliğini söylüyorlar bize: “Alevilik bir din değil inançtır, yaşam biçimidir.” (Bu tartışmayı bile en az yirmi yıldır neredeyse her panelde yapmadık mı, aman Tanrım) Sorun da tam bu ilk temel özellikte başlıyor. İnanç sözü tek başına kullanıldığında boş sözdür. Bunun örneğini bizzat deklarasyoncular veriyor bakın; Alevilik bir inançtır demiyorlar, yaşayan bir inançtır demek zorunda kalıyorlar. Ama bu onların sözünün içinin dolu olduğunu göstermeye yetmiyor ne yazık ki. İnanç tek başına boştur derken şunu kastediyorum: Belirli bir referansla koşullu olmak kaydıyla, örneğin batıl olan inançlar vardır, batıl olmayanlar; siyasal inançlar vardır, dinsel inançlar; özel inançlar vardır, kamusallaşmış inançlar; cinsel inançlar vardır asüksüel inançlar, türsel inançlar vardır, vegan inançlar…bunun gibi. Görüyor musunuz, inanç asla tek başına kullanılmıyor. Dolayısıyla Aleviliği inanç olarak tanımlamak kesinlikle yetmiyor; boş bir söz. Bunun başına ekledikleri “yaşayan inanç” sözü de durumu kurtarmıyor; yaşayan inançlara karşı elbette ölü inançlar da vardır, çeşitli disiplinler bize bunun örneklerini sunarlar. Bunun deklarasyonculara eklediği tek şey, Aleviliğin yaşadığıdır; eh, bunu da hepimiz biliyoruz zaten (ben, belirli bir anlamda, çoktan öldüğünü düşünsem de-Alevi topluluklar yaşıyor ama Alevilik?) Deklarasyoncular da bunun farkında olsa gerektir ki eklemek zorunda kalıyorlar, yaşama biçimidir diye.

Öncelikle inançların hepsi bir şaşama biçimine tekabül etmez, bunu biliyoruz. Ama bir yaşama biçiminin içinde kendilerine yer bulabilirler. Örneğin fanatik Beşiktaşlıyım. Her maçını izliyorum ve bir de inancım var, çok özel bir inancım. Evimde bir kara kedim var. Her Beşiktaş maçında tv’yi açıp kanepeye yayılıyorum ve bekliyorum: Eğer kara kedim başlama düdüğü çaldıktan sonra, ekranın önünden geçerse Beşiktaş’ın maçı kaybedeceğine inanıyorum. (Totem yapmak dediğimiz şeyJ)hatta tam bu cereyan ettiği içindir ki Beşiktaş’ın kaybettiği de oluyor (Şimdi burada işleyen mantığa kahkahalarla gülebilirsiniz ama azıcık Levi-Strauss okursak, kolayına da gülemeyiz, o da ayrı.)Bu inancın kendisi bir yaşama biçimi değil ama bu inancın ölü ya da diri, bir yaşama biçiminden kaynaklandığını, onun kendini şimdiki zaman içinde yeniden ürettiğini elbette söyleyebiliriz ve bunun kimi göstergelerini de işaret edebiliriz. Demek o ki inanç dediğiniz şey, otomatik olarak yaşama biçimine bağlanmaz ama her yaşama biçimi çeşitli türden inançlar içerir.

Her yaşama biçimi çeşitli inançlar içeriyorsa, demek bir inancın arkasına yaşama biçimidir demek de pek anlamlı değil; özgülleştirmediğiniz sürece. Örneğin her din aynı zamanda bir yaşama biçimi içerir; onun müminleri bunun peşinde koşar ya da koşmaz, bu bizi ilgilendirmiyor. Bir şeye yaşama biçimidir demek, esasen bir praksistir demek anlamına gelir kanımca. Yani sadece bir doksa değil, bir praksis; bir uygulayım, bir deneyimleme biçimi. Ve dünyada hiçbir din görülmemiştir ki böyle olmasın ve tersi de doğru, hiçbir din görülmemiştir ki bir doksa olmasın! Öyleyse, Alevilik gibi bir dinsel deneyim dünyasına ve çok zengin bir doksa kültürüne sahip bir olguya, bunu taşıyıp getiren topluluklara dönüp Alevilik bir yaşam biçimidir demek aslında saçmadır! Öyle olmayan mı var? Alevilik inançtır demek ise bariz bir biçimde dalga geçmektir.

Deklarasyoncular bir yandan Aleviliğin bir yaşama biçimi olduğunu söylerken öte yandan bu yaşama biçiminin özgüllüklerini anlamanın önünü kesmeye çalışıyor: neymiş efendim “Bu yaşama biçimi Zahirde sır Batında ayandır. Ulu ozanlarımızdan geçmişten bugüne aktarılan nefes ve deyişlere bakıldığında  birlemenin nasıl olduğu açıkça görülmektedir.” Yaşama biçimi deneyim alanına tekabül ettiği için tam tersi doğrudur: yani “zahirde ayan, batında sırdır” eğer dinsel dünyanın terimleriyle konuşacaksak. Yaşama biçimi bu dünyanın maddi yapısıyla, içinde bulunduğumuz topluluğun ve bu topluluğu kuşatan diğer toplulukların üyeleriyle, doğayla, içinde bulunduğumuz siyasal gövdeyle, bu gövdeyi aşan siyasallaşma biçimleriyle vs. ilişkilerimizden, bu ilişkiler seti içinde beliren anlamdan gayrı değildir. Ama bu anlamı da biz üretmeyiz; bizi kuşatan üretir, bizim kendimize atfettiğimiz anlamın beş kuruşluk kıymet-i harbiyesi yoktur. Dolayısıyla yaşama biçimi herkese ayandır amma zahirde, batını ancak batın ehli bilir ki hiç kimse onun üstüne zaten söz geliştiremez; batın ehli dahil. Ol batın ehlidir ki zaten zahiren ayan olmayanı fark eyledikte, zahire ayan etmez! Öyleyse, zahiren ayan olanı sırretmeye kalkmanın anlamı nedir? Ben söyleyeyim: yeni bir ruhbanlığın inşası! Bu yeni dinin kurucuları bu sayede kendi yaşam biçimlerini Alevice, kendi dışlarındakini de Alevilikten uzak olarak niteleyebilirler bu formül sayesinde. Çünkü batında ayan olduğunu söyleyen onlar olduğuna göre, batın alemine dalmış olmalılar ki söyleme imkanına sahipler, eh onlar batın aleminin kutb-u nefesi oldukta, zahirdeki Aleviye ne düşe?

Deklarasyoncular devam ediyor: “Alevilik Hakk ve hakikat yoludur.” Ama bir türlü söylemiyorlar bu yeni Alevilik için Hakk nedir? En başta tek (k) ile mi çift (k) ile mi yazılır? Hep aynı şeyi söyleyip yanıttan uzak duruyorlar. Şunu: “Aleviliğin Hakk tasarımı, Evren Tasarımı, İnsan tasarımı tamamen kendine özgüdür ve semavi dinlerden tamamen farklıdır.” Anladık farklı ama ne? Gene aynı yanıtı vermeye devam ediyorlar: “Hakk, Evren ve İnsan tasarımı diğer inançlardan tamamen farklıdır. Bir varoluş felsefesi ile olayları değerlendirir.” İnatla sormaya devam: Farklılık nerede? Hakk dediğimiz şey Tanrısal bir şey mi? Örneğin Alevi toplulukların yaratılış mitosları bu Hakk hakkında bize bir şey söylüyor mu? Hakk esasen ve hassaten “Hu”dan gayrı olmasın? Bilmiyoruz. Bu yanıtı vermek yerine, boş cümleleri peşpeşe diziyorlar: “Aleviliğin inançsal, toplumsal ve kültürel boyutu vardır.” Bu o kadar boş cümle ki başta ki Alevilik sözünü kaldırın dilediğinizi yazın, hiçbir şey değişmez. Bu da şunu gösterir, bu cümlenin özel olarak Alevilikle ilgili bir yanı olmadığı gibi, böyle bir deklarasyonda da yeri yok. Örneğin en uca gideyim: “Marksizmin, inançsal, toplumsal ve kültürel boyutları vardır.” Örneğin “Türk milliyetçiliğinin inançsal, toplumsal ve kültürel boyutları vardır.” Örneğin “cinselliğin inançsal, toplumsal ve kültürel boyutları vardır.” Bu cümlelerin hepsi boş cümlelerdir. Boşluk doldurma cümleleri. Başkaca bir işlevi de yoktur. Ama hemen öyle demeyelim: Bu boş cümleler esasen dikkat edilirse, sürekli tekrarlarla bir belirsizlik alanı, seslendikleri topluluk üyelerinin başını döndürmeyi amaçlayan bir boşluk alanı inşa ediyorlar. Öyle bir boşluk ki kara delik gibi her şeyi yutuyor! Yani aslında pek post modern bir yazı stilinin ilkel bir örneğiyle karşı karşıyayız: İşte kilit, her anahtara uyuyor, güle güle kullanın!

Nihayet karşımıza bir Alevilik tanımı çıkıyor: “Alevilik: Hak-Evren-İnsan birliğini, varlığın birliği temelinde bir bütün olarak gören, toplumsal yaşamı insan hakkı, eşitlik ve etno-kültürel çeşitlilik içinde birlik temelinde düzenleyen; tarihini, kültürel ve inançsal varlığını insanlık tarihi ve kadim uygarlıklardan alan, ekolojik sistemin sürdürülmesini öncelikli gören bir ekonomik ve felsefi düşüncesi ırklar üstü  nitelikli evrensel bir yaşama biçimidir.” Tanım yine bir yaşama biçimi nitelemesiyle bitiyor ama bu kez bu yaşama biçimi evrensel imiş! Bunca yıldır okurum, evrensellik iddiasında olan çok şey gördüm ama evrensel olan bir yaşama biçimi görmedim! Bir yaşama biçiminin evrenselliğini ilan etmeye kalkışmak ancak ve ancak tarih-coğrafya-kültür şeytan üçgenini by-pass ederek mümkün olabilir. Çünkü yaşama biçimleri bu üçgenin içinde şekillenir ve birbirinden farklılaşır; hem kültürel aksta, hem tarihsel, hem coğrafi akslarda. Aleviliğin büyük bir gücü varsa eğer, tam da bu farklılaşmanın, farklı yaşama biçimlerinin farkındalığında ve bu farkındalık ölçeğinde de herhangi bir yaşama biçiminin hiçbir aksta evrenselliğinin iddia edilemeyeceğinde, evrensellik iddiasının ancak ele geçirilmiş ya da bütünleşilmiş bir iktidar düzeneği içinde mümkün olduğunu bilmesinde ve bir özü varsa eğer, tam da bu öz, bilişine uygun, şimdiki zamanın çeşitli pratiklerinin, yaşama biçimleri dahil, kendini evrenselleştirerek mutlaklaştırmasına karşı geliştirdiği reflekstedir! Dolayısıyla tek hamlede, Aleviliği bir yaşam biçimi ve bu yaşam biçimini de evrensel ilan etmek, aynı hamlede Aleviliğin bütün özgüllüğünü de imha etmek anlamına gelir.

Tanımın içerdiği diğer unsurlara girme gereği bile duymuyorum şimdilik; yok ekolojiymiş, ırklar üstüymüş filan. Alevi toplulukların artık ekolojizme ihtiyacı olabilir, feminizme ihtiyaçlarının olması gibi ama Aleviliğin ekolojiyle bir ilgisi yoktur. Hele şu ırk kavramı…Sosyal bilimlerin çoktan terk ettiği ve hatta gündelik hayatımızda bile çoktan çöpe gitmiş bu kavram nasıl hortlayıp bu deklarasyonda kendine yer buldu acaba, merak ettim? Irkçılık kavramını kullanıyoruz ama ırk? Irklar üstü demek ne demek sahi? Bir yandan etno-kültürellikten dem vururken, öbür yandan ırklara selam çakmanın esbab-ı mucibesi nedir ki? Bu ayrıntılar bir yana, çok temel bir soru soracağım. Deklarasyoncuların tanımında şöyle bir iddia var: Alevilik “toplumsal yaşamı insan hakkı, eşitlik ve etno-kültürel çeşitlilik içinde birlik temelinde düzenleyen” bir şey imiş! Bu düzenlemenin temel birleştirici ekseni, temel birleştirici ilkesi nedir? Soruyu biraz kolaylaştıralım. Örneğin modern devlet, “insan hakları, eşitlik, etno-kültürel çeşitlilik” içinde birlik temelinde bir düzenleme yaparken ulustan, ulus devlet ilkesinden hareket eder. Buna göre, hukuksal ya da biçimsel eşitlik, bürokratik ussallık, etno-kültürel çeşitliliğin gayrı-siyasallığı ile ulus-devlet kendini inşa eder ve birlik temelinde bir düzenleme yapar. (Farklı ülke deneyimlerinin varlığını şimdilik paranteze alıyorum)Peki Alevilik söz konusu oldukta, bu konuda siz ne söyleyebilirsiniz? Örneğin eşitlik deyince neyi anlamalıyız? Ulus-devlet biçimsel eşitliği anlıyor. İnsan hakları deyince neyi anlamalıyız? Alevilik bu anlamda homosantrik ya da antroposantrik bir inanç mı? Modern dünyanın antroposantrik olduğunu biliyoruz. Dahası Alevilik bir hümanizm biçimi olarak okunabilir mi, meğer ki merkezine insanı koyuyor? Yanıtınız nedir merak ediyorum. Tek bir deklarasyonda bütün bu soruların yanıtı verilebilir mi? Elbette hayır ama hiçbir deklarasyoncunun bu soruları şimdiye kadar kendine sorduğuna ve iki satır yazdığına tanık olmadım, bugüne değin. Yani üstüne düşünmediğiniz bir şey hakkında nasıl bu kadar kolaycı bir sonuç çıkarıveriyorsunuz? Tekrar soruyorum: Alevilik hümanist midir, antroposantrik midir? Son soru, aynı cümleden hareketle: Alevilik etno-kültürel çeşitliliği gayri-siyasi olarak kavrar mı, yoksa tam tersine bu çeşitlilik birimlerinin her birinin politik varlığının bal gibi farkında mıdır? Bu arada geçerken, bu tanımınızda geçen her terimin pek modern olduğunun farkında mısınız, kadim bir özellik taşımadığının?

Şu kadimlik meselesini de biraz kurcalamak gerekiyor: pek hoş bir sözcük, kulağa hoş geliyor doğru. Mesela Dr. Kıvılcımlı’nın Antik yerine Antika demesi de hoş hoştu. Ama Dr. Kıvılcımlı tam da politik bir seçimle Antik değil, Antika sözünü kullanıyordu: Tarihin çöp sepetini boylamış ama aynı anda ona yönelenin kendi şimdiki zamanı içinden referanslarla koşullu olmak ve böyle anlaşılmak kaydıyla yeniden değerlenmiş!  Sizde ki bu “kadim” merakı nereden geliyor bilmiyorum ama kadim’in eski’den, Antik’ten ve antika’dan bir farkını aradığımda karşıma bir ihtimal çıkıyor: Kadim, diğerlerinden farklı olarak hali hazırda süren, yaşamaya devam eden şeyi nitelemek için kullanılıyor olmalı. Pek güzel; yaşamaya devam eden nedir bu durumda? Alevilik dediğiniz şeyin örneğin hangi unsuru kadimdi? Mesela onların ekoloji gibi bir derdi var mıydı? Ekolojik bir refleks arayabilir miydik? Ekoloji dediğiniz şey, insan ile çevresi arasındaki uçurumun açılmasıyla mümkün, dile getirilebilir bir şey olur; Alevilik ekolojiyle bir din olarak nasıl ilişkilendirilebilir bu durumda? Şöyle mi: Demek ki bir inanç –siz öyle deyin, ben din diyeyim- olarak Alevilik öncelikle insan ve çevresi arasındaki uçurumu veri sayıyor, ardından da bu uçurumu ekoloji kavramsallaştırmasıyla aşıyor! Bu mu kadim?

Devamla diyorsunuz ki Alevilik “tarihini, kültürel ve inançsal varlığını insanlık tarihi ve kadim uygarlıklardan alan” bir şeymiş. Şimdi tıpkı daha önce yaptığım gibi, buradaki Alevilik terimini kaldırsam, yerine başka bir terim geçirsem ne değişir? Mesela Sünnilik koysam yerine? Hiçbir şey değişmez. Neden mi çünkü Sünni Müslümanlık biçimlerinin de –bir yandan ne ölçüde bundan uzaklaşmış olursa olsun- en temel iddialarından, dinsel dogmatik kabullerinden biri, insan yaratıldı yaratılalı, yani kadimden, yani insanlık tarihinden, yani tüm uygarlıklardan beri tüm dinlerin aslında İslam olduğu iddiasıdır! Geçerken elbette bir husus daha merakımı celbediyor: İnsanlık tarihi ile kadim uygarlıklar arasında terimsel-kavramsal bir fark var mı? Yani “insanlık tarihinden alan” demekle, “kadim uygarlıklardan alan” demek bir ve aynı şey mi? Bu da nereden çıktı derseniz, ülkemizdeki ilk insanlık tarihi dersini üniversite düzeyinde açan sevgili Hocam Alaeddin Şenel’e bir göz atın derim. Bu bir yana, asıl muradım şudur: Vurgularınız sürekli kadim uygarlıklar üzerine ki insanlık tarihi terimi bu anlamda da kullanılıyor, onu biliyoruz: Barbarlık ile Alevilik arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz, bu kadimlik içinde? Kandaşlık ile nasıl bir ilişki? Madem Aleviliği kadime taşımaya karar verdiniz, cümle kadim uygarlığın ötesine, barbarlığa taşımaya ne dersiniz? Ki bunu yaparsanız, adı Alevilik olmamak kaydıyla, valla ben canla başla savunmaya hazırım! Benimle birlikte savunmak isteyenlere değerli Demir Küçükaydın’ı şiddetle önereceğim. Demir Küçükaydın, devamla Dr. Kıvılcımlı, devamla İbn Haldun, nihayet Ümit Hassan okunmadan böyle bir tartışma yapılamaz bile! Küçükaydın’ı özel olarak öneriyorum: Çünkü o meselenin gündelik politik karşılıklarıyla da özel olarak ilgilenir ve izdüşümlerini gösterir.

Bugünlük toparlayalım: Şu ana kadar deklarasyondan elde ettiğimiz şey Aleviliğin bir din olmadığı, bir yaşama biçimi, bir inanç olduğu. Bu andan sonra deklarasyoncular Semavi dinler meselesine girecekler ve Aleviliğin bunların tümünden farklı olduğunu iddia edecekler. Orayı sonraki yazıya erteleyelim ama şu önemli: Alevilik neden bir din değil? Aleviliğin bir din olmadığını, batıl ya da değil bir inanç olduğunu, bir yaşama biçimi, yani İslamı deneyim biçimi olduğunu (ki İslam Hanefi-Maturidi olmak şartıyla), bir meşrep olduğunu ve hatta bir yol olduğunu ya da bir tarikat, bir mezhep (elbette en fazla itikadi, asla fıkhi değil, hatta itikadi de olamaz, belki deklarasyoncular gibi onlar da en fazlasından felsefi bir mezhep olduğunu kabul edeceklerdir) bizzat AKP ve İslamcılar 2000’li yıllardan itibaren ve devlet 1980 Askeri faşist darbeden itibaren zaten iddia edip duruyor. Sizin bu iddialarınız ile onların iddiaları arasındaki fark nedir? İslamcı-milliyetçilerin Aleviliğin bir din olduğunu kabul etmemeleri, buna karşı mücadele etmeleri son derece manidardır ve dinlerinin biricikliğinin iktidarla hemhal olmuş ve berkitilmiş yapısıyla ilgilidir. Bu bakımdan kendine İslam diyen ve İslam’ı biriciklik iddiasındaki Sünni deneyim alanının dışında deneyimleyen ve inançlayan (bu sözcüğü ben uydurdum) bir topluluğun, yani Alevi toplulukların varlığı onlar için büyük bir tehdittir? Ya sizin için?

Benim için çok açık: yanıtımı çok önce vermiştim. Alevilik bir dindir; bir dinsel deneyim ve dinsel inanç alanıdır; bu alanda cereyan eden kutsallıkları, şehitleri, kahramanları, tanrısallığı, rit ve ritüelleri, mitik kurucu unsurları ve hep başlangıçları anlatan mitleri  yani doksaları vardır. Bir felsefe olmadığı gibi (nasıl ki İslam bir dindir ama İslam felsefesinden çeşitli anlamlarda söz edebiliyorsak) eğer varsa bir Alevi felsefesinden de söz edebiliriz ama bu Aleviliğin bir felsefe olduğu anlamına gelmez. Alevilik, her seferinde yeniden sıfatlandırılmaya muhtaç bir inançlar yumağı değildir; oldukça stabil, köklenmiş sıfatları zaten üstünde taşımaktadır.  Bu dinsel deneyim alanına ne ad verdiğime gelince…Bunu da semavi dinler tartışmasında konuşalım mı? Elbette önce deklarasyoncuların pek bir kendilerine güvenle Aleviliğin din olmadığını beyanlarından başlayarak…

Devam edeceğiz efendim…

EN SON EKLENENLER