Bir deklare ettim ki dönemem -I- Ayhan Yalçınkaya

(Okuru, baştan uyarmalıyım ki bu uzun bir yazı olacak ve parça parça yazılacak.)

Türkiye’nin içinde bulunduğu ağır koşullarda, kendi tarihinin “yarattığı beklentiye” uygun bir refleks sergilemek şöyle dursun, neredeyse kendini tümüyle “tarihsizleştirerek” (ki bu aynı zamanda ya yeni bir tarih arayışına ya doğrudan inşasına karşılık gelir) hiç olmadığı kadar sessizliğe ve atalete teslim olmuş gibi görünen Alevi hareketi, bu hareketin başlıca aktörleri ve çeşitli Alevi topluluklarının üyeleri, 04.07.2017 tarihinde, Hacıbektaş ilçesinde, kendi bileşenlerini “Pirler (ana-dede), araştırmacı, yazar, sanatçı ve aydınlar” olarak takdim eden bir grubun Alevilikle ilgili hemen tüm tarihsel-güncel-teolojik sorunlara temas etme iddiasında bulunan bir deklarasyon açıklamasıyla yeniden hareketlendiler. Kendi ifadeleriyle bu grup üç yılı aşkın bir süredir yürütülen Alevi Yol ve Erkanı üzerine hazırlanan geniş kapsamlı çalışmanın bildirisini, Hacıbektaş’ta bulunan Garip Dede Cemevinde yapılan toplantıda kamuoyuna sundu. Kıyamet de bundan sonra koptu. Ölümleri, çeşitli türden katliamları, açlık grevlerini, gündelik hayatta inanılmaz bir çeşitlilikte karşımıza çıkan belirli bir dinsel anlayışla damgalı şiddeti, yaygınlaşan adaletsizlikleri ve adalet yokluğunu vs. bir yana bırakalım, her daim desteklerine bağımlı oldukları ve yanlarında olan gazeteciler, başları sıkıştıklarında telefonlarına sarıldıkları çeşitli siyasal temsilciler, neredeyse “hadi bize bilimsel bir Alevilik tanımı verin de rahatlayalım” diye boğazlarını sıktıkları bin bir renkten akademisyenler birer birer tutuklanır ya da işinden edilirken neredeyse hiçbir dayanışma belirtisi göstermeyen, bu unsurlar ilgili deklarasyon yayınlanır yayınlanmaz konuşmak zorunda kaldılar. Ola ki eğer sosyal medyada incir çekirdeğini doldurmaz da olsa büyük bir gürültü kopmasaydı, yine de herhangi bir canlılık belirtisi göstermeyeceklerdi. Her zaman olduğu gibi, Alevi topluluklarının “dünya yansa umurunda olmayan ama umurunda oldukları dünyanın iktidarıyla kendi sembolik-kutsallıklarının dillendirdiği iktidar arasındaki ilişki üzerine düşünce geliştirmenin, kendi dünyaları için ne büyük bir risk oluşturduğunun son derece farkında olan belirli kesimlerinin, bildiri üzerine hemen ayaklandığı görüldü: “Efendim, bildiride ne Ali’nin, Ne Hasan’ın Hüseyin’in, ne ez cümle Ehl-i Beyt’in adı anılmıyormuş. Hatta hatta Pir Sultan’ın, Hacı Bektaş’ın, Yunus’un da adı geçmiyormuş.” Daha da ileri gidip, sanki Mustafa Kemal Atatürk Aleviliğin kurucu bir figürüymüş gibi, Atatürk’ün adının kendi tabirleriyle “Hz. Ali’nin” adıyla yan yana geçmediği hiçbir yaklaşımı kabullenmeyeceklerini söyleyenler bile oldu. Sanki ilgili bildirideki tek sorun budur ve sanki adları anılsa, olduğu gibi kabul edecekler ve hiç seslerini çıkarmayacaklar.

Alevi topluluklarının iflah olmaz hastalığı bu bildiri vesilesiyle bir kez daha kendini gösterdi. Birinin Alevi olup olmadığını, Alevi kimliğini üstlenmeye hakkı olup olmadığını ölçüp biçmeye, teşhis koymaya pek meraklı isimler bildiri yayınlayan bu grubun zaten “yezit, hain, işbirlikçi, gaflet ve dalalet ve dahi hıyanet içinde bulunduğunu, düşkün olduklarını” ilan etmekte gecikmedi. Bununla da yetinilmeyip bu grubun içinde bulunan isimler için de bağlı oldukları çeşitli örgütlere ve ocaklara çağrı çıkarıldı: “Temizleyin bunları!” Bu kadar büyük bir gürültü kopunca elbette örgütler de harekete geçmek zorunda kaldı ve bildiriye karşı açıklamalar birbirini izledi. Bildiriyi imzalayanlara şöyle hızlıca bir göz attığımızda bile, infaz edilmeye çalışılan bu isimlerin nitelikleri, herkesin kıyasıya eleştirebileceği kimi özellikleri ne olursa olsun, şu soru sorulmak zorundadır: Bu isimlere kim gönül rahatlığıyla Aleviliğin düşmanlarıdır diyebilir? Hemen tümünü şu ya da bu biçimde kişisel olarak da tanıdığım, kimileriyle muhabbet sofralarında, kimileriyle söyleşilerde, panellerde, kimileriyle cemlerde diz dize oturduğum bu insanların Aleviliğin düşmanı olduklarını –yanlış anlaşılmasın, bu bir kefalet açıklaması değil- ben söyleyemem. Girişimlerinin ya da girişimleriyle ortaya çıkan bildirilerinin ya da başvurdukları usüllerin ya da hatta topyekun Aleviliğe yaklaşımlarının yanlış olduğunu düşünebiliriz. Ben de düşünüyorum zaten ve aşağıda bunlara da değineceğim. Hatta daha ötesi, yaptıkları bir şeyin, Aleviliğe düşmanlıkla sonuçlanabileceğini de düşünebiliriz. Ancak bu, onları daha baştan düşmanlaştırmak, şeytanlaştırmak için yeter mi? Alevi toplulukların iflah olmaz hastalığı dediğim şey bu: Aleviliğin ve Alevilerin yeterince düşmanı ve şeytanı yokmuş gibi (ki şeytana yazık, ağız alışkanlığı işte, onu da katıyorum araya; yoksa şeytanın ne günahı var, Alevinin benliği varsa?) Aleviler, gerek tikel gerek tümel düzeyde durmadan düşman üretiyorlar. Düşman ürettikçe, bu üretim için gerekli ölçütler giderek belirsizleşiyor ve adeta üstüne konuşulacak bir Alevilik kalmıyor. Bugün Alevi olan yarın yezit, düşman olmaya aday! Pekala da bunun günümüz Türkiyesindeki siyasal aklın Alevi topluluklara da sirayet etmesiyle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz ama sorun bu kadar “gündelik” değil. Alevi topluluklar gibi toplulukların yapısına içkin de olabilir ama şimdilik konumuz bu değil. Fakat yapısal dinamikler bir yana, giderek sayıları hızla azalan bir topluluğun kendi içinde düşman üretme mekanizmalarını hızlandırarak zaten kendisini yok etmek isteyenlerin mezbahasına koşar adım ilerlemesi trajik. Düşmanlaştırmadan önce, Ali Duran Topuz’dan naklen, Dersimli bir dededen mülhem şu soru sorulmalı: Birini, birilerini dışarı atmanın binbir türlü yolu var, hiç zor değil ama Aleviler özellikle bu son derece hayati süreçte “içeride olanı dışarı mı atmalı, dışarıda olanı içeri mi almalı?” Önce buna karar vermek gerekli değil mi? Dahası, eğer bu insanlar Alevilerin düşmanlarıysa, hiç kimse düşmanlarıyla tartışmaz. Neden biteviye bir tartışma sürecine girildiğini anlamak mümkün değil. Dikkat edilirse, bu bildiriye karşı tepki gösteren bazı çevreler açıkça düşmanca yöntemlerle tepki gösteriyorlar. Ne gibi? Bir siyasal partinin temel yaklaşımı olan ve esasen Aleviliği Ortodoks Müslümanlık biçimleri içinde tanımlayarak gerektiği hallerde milliyetçilikle, gerektiği hallerde özcü dindarlıkla, gerektiği hallerde gelenekselcilikle kutsayıp seferber etme olarak özetleyebileceğimiz bu yaklaşım, aslında hiçbir şeyi eleştirmiyor. Her şeye her biçimde saldırıyor. Dolayısıyla ben de bu yazıda onlara değinmeyeceğim. Yukarıdaki cümlelerin muhatabı da onlar değil. Çünkü onlar, zaten kendi savundukları Alevilik dışındaki her Aleviliğe düşman olduklarını açıkça beyan ediyorlar; tıpkı gölgesinde yaşadıkları ve sofrasından “nasiplendikleri” muktedirler gibi. O halde, kestirmeden söyleyebiliriz ki bu bildiriyi, bu bildiri girişimini, bu grubun tüm bileşenlerini öldüresiye eleştirebiliriz ama öldürdüğümüzün cenazesini biz kaldırmayacaksak ya da bizim cenazemizi öldürdüğümüz kaldırmayacaksa eleştiriye hiç mi hiç gerek yok. Bu örnekte, bu bildiriyi imzalayanlar içinde cenazeme gelip kaldıracak, cenazesine gidip kaldıracağım en az bir isim var ve o yüzden, ne kadar sert şeyler söylenirse söylensin muradım düşmanlık olmayacaktır. Bildiriye karşı yapılan karşı açıklamalar düşmanca ise onları zaten ciddiye almıyorum. Ama yazının hemen başında iki açıklamaya, kişisel olarak yapılmış görünen ve sosyal medyada dolaşan iki (aslında üç) açıklamaya özel olarak değinmek gerektiği kanısındayım. Bu örneklere değinmemin nedeni, yukarıdaki sorunu biraz daha açık kılmak.
İlk açıklama, kendisinin Alevi hareketi içindeki yeri nedir bilemediğim, Dersimli bir avukata, Cihan Söylemez’e ait. Kendisi bildirgeye karşı sosyal medyayı hareketlendirmekte epeyce girişimde bulunmuş görünüyor ve nihayetinde de bir tür teşekkür açıklaması yapıyor.

Söylemez, daha açıklamasının başında (“Alevi İnanç Kurullarına Açık Mektup ve Teşekkür” başlıklı açıklama sosyal medyada dolaşımdadır, ilgilileri kolayca bulabilir.) ilgili bildirgeyi “Alevi Tarihinin En Karanlık Bildirgesi” olarak sunuyor. Bu niteleme yetmemiş olmalı ki devamında “Alevi Teoloji ve Tarihini yok etmek isteyen stratejik hedefleri olan 4 Temmuz Korsan Bildirisi” olarak takdim ediyor ve bildirgenin tarihin çöp sepetine atıldığını iddia ediyor. Elbette, bu bildirge ne kadar –hiç de hak etmediği ölçüde- önemsenir, büyütülürse, onun karşısında kazanıldığı iddia edilen zafer de o kadar büyük olmuş oluyor. Eh, zafer büyük olunca, peşinden gelen talepler listesi de kabardıkça kabarıyor. Söylemez’e bakılırsa madem zafer kazanılmıştır, bundan sonra; “ Alevi Tarihi-Teolojisi ve Politik sorunları konulu tertip edilecek panellere, Alevi kökenli veya Sünni Kökenli olsun Ateist olan panelistler, yazarlar, siyasetçiler, araştırmacılar için kurumların kapıları sonuna kadar kapalı kalmalıdır. Çünkü bugün Alevi Toplumundaki parçalanmışlığın en baş sorumlusu sorumsuz Siyasal Ateist’lerdir.” (Yazım biçimi tümüyle ilgili yazara aittir.) Görüldüğü gibi, kimsenin şimdiye değin (AKP ve ona eklemlenenler hariç!) göremediği büyük bir gerçeği ifşa ediyor Bay Söylemez! Neymiş, Alevilerin parçalanmasının nedeni ateistlermiş! Hem de siyasal ateistler? Peki, kim bunlar desek, verebilecek tek bir yanıtı yok, çünkü vereceği her somut isim karşısında belki kendisi ateist değil ama ateist pazarlamacısı çıkacak, bu iddiayla ortaya çıkanların tümü gibi! Siyasal ateist ne demektir bilemem ama bu cümlenin buram buram siyaset düşmanlığı ve belirli bir anlamda da siyasal angajman koktuğunu söyleyebilirim. Hukukçularda genel olarak gözlenen siyaset felsefesi fukaralığı deyip geçmek mümkün olurdu buna, eğer ardını getirmeyeydi. Söylemez’e göre bütün kapılar bunlara kapatılmalı. Açalım: Alevi teolojisi mi konuşacağız. Önce çağıracağımız kişiye bakalım, ateist mi değil mi? Alevilerin politik sorunlarını mı konuşacağız, başlıca ölçümüz ateist mi değil mi? Alevi tarihi mi konuşacağız, ölçü aynı. Ancak bir tarihçinin, bir politikbilimcinin ya da politikacının ve hatta bir teologun üstüne konuşacağı konu hakkındaki birikimi, emeği, yorumları, yaklaşımları ile kendisinin ateist olup olmaması arasında nasıl bir ilişki var acaba? Ateistlik suçlaması ve bununla örülü söylemin apaçık bir maskeleme girişimi olduğunu, kendi anlayışları dışındaki mahkum etmeye çalışmanın en kolay ve en ucuz yolu olduğunu biliyoruz. Bu söylemi uzun on yıllardır Cem Vakfı çevrelerinden, AKP ve Fethullah Gülen çevrelerine kadar bir çok ağızdan tanıyor herkes. İnsan, ister istemez merak ediyor; Bay Söylemez hangi tarihçinin, hangi politikacının ya da politikbilimcinin ve hatta teologun ateist olup olmadığını nasıl biliyor acaba? Elinde bir ateist-metre filan mı taşıyor? Hadi bunu geçtik, demek ki Spinoza yaşasaydı, onu hiçbir Alevi paneline çağıramayacaktık: Teolojinin doruklarında gezen bu isim Yahudi cemaatinden ateist olduğu iddiasıyla atılmıştı, yani ateistin önde gideni, ondan ne öğrenebiliriz ki? Marx hayatta olsaydı, kapımızda sürünecekti, aman ne olur panellerinizde din üstüne konuşayım diye! Hadi bunlardan geçtik, vallahi demek ki ben artık bu talep gereği hiçbir yerde konuşamayacağım; çünkü cemevleri üstüne konuşurken Foucault adlı yüksek ihtimal bir ateist ve dahi yetmezmiş gibi, eşcinsel olan bir “gavurdan” besleniyorum! Olur mu, hatta cemevleri üstüne çalışma yaparken Lefevre gibi ateist-marksist isimleri başlıca referans olarak kullanan gencecik araştırmacılarımız, akademisyenlerimiz var; hepsini kovalım! Alevi toplumunu hep bunlar parçalıyor! Sahi bu arada Arabi, Hallac, Nesimi de ateist sayılabilir mi acaba? Geriye kim kalır? Bay Söylemez’i zora sokmayayım, Dersimli olması hasebiyle çok iyi tanır: Dersim Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Coşkun Kökel’i bütün panellere davet edebilir; ne ateisttir, ne siyasal ateist; üstelik Alevi kökenli olduğunu da iddia ediyor! Dilerse pek Sünni kökenli Müfit Yüksel de emrine amadedir. Olmadı mı, Dersim’de, kendisi gibi ateist düşmanı en az bir dedenin var olduğunu ben bile biliyorum. Bana saadetler dilemekten gayrı ne düşe!

Sayın Söylemez, ikinci talebiyle de şunu istiyor: “Hz. Ali’ye, Hz. Hüseyin’e, Oniki İmamlar’a, Ulu Ozanlar’a hakaret eden, aşağılayan ve eleştiren şahıslar gerek sosyal medyada gerekse de yaşam içinde tespit edildiği anda isimleri, İnanç kurulları tarafından açıklanmalı ve İnanç kurumlarından uzaklaştırılmalıdır.” Meğer inanç kurulları polis teşkilatıymış da haberimiz yokmuş. Tespit yapabilmek için önce takip etmesi lazım değil mi ya? Bunu geçelim: Alevilik son derece eleştirel bir reflekse sahiptir. Onu besleyen, yüzyıllardan yüzyıllara taşıyan bu eleştirel damarıdır. Bu eleştirinin nesnesi de her şey ve herkes olabilir: Hz. Ali dahil, Tanrı hariç değil. Sayın Söylemez, yakınında bulunan bir dedenin sofrasına otursun da biraz fıkra dinlesin, eleştirinin ne olduğunu benim anlatmama gerek kalmayacaktır. Dede bulamıyorsa, açıp iki satır diline pelesenk ettiği ulu ozanlardan iki nefes okusun hele!
Sayın Söylemez “yasakçılığa” devam ediyor. Altıncı talebinde (üç, dört ve beşe geleceğim yeniden) şöyle diyor: “Alevi İnanç Kurullarında, Kerbela Matemini tutmayan, Matem Kurallarına uymayan, Hızır Orucu Tutmayan ocakzade kökenli dahi olsa kişiler uzaklaştırılmalıdır.” Kerbela Matemi nasıl tutulur? Bunun sabitlenmiş kuralları mı vardır? Süreklerarası değişiklikler söz konusu olabilir mi? Hele Hızır Orucu? Bu her sürekte, her toplulukta var mıdır? Olmak zorunda mıdır? Bir kişi oruç tutmaya zorlanabilir mi? Bütün bunlar Aleviliğin kimyasına uygun mudur; eğer Bay Söylemez’in Alevilik gibi bir derdi varsa.

Söylemez’in en eğlenceli talebi yedinci maddede karşımıza çıkıyor ve bu talebi dillendirenin bir hukukçu oluşuna şaşırıyor insan; “böyle bir şey olabilir mi ya…” Buna göre: “Alevi İnanç Kurulları [ilgili yazının bütününden anlaşıldığı kadarıyla bu kurulları başlı başına bir dini otorite sayıyor yazar] Alevi Kurumlarının Yönetim Kurumlarının yetki ve karar yönünden üstünde olmalı, Aleviliğe aykırı faaliyetler içinde bulunan Yönetim Kurullarının İnanç Kurulları tarafından görevden alınmasına ilişkin tüzük değişiklikleri yapılmalı ve böylece İnanç Kurulları üzerindeki Siyasi Vesayet Kaldırılmalı, Diyanet’e karşı çıkarken benzer şekilde Yönetim kurullarına bağlı İnanç Kurulları yaratılmamalı.” İnsan gerçekten hayret ediyor. Alevi ve avukat olduğunu iddia eden bir kişi açıkça şunu savunuyor: Diyanet siyasi vesayetten kurtarılmalı, devletin başı Diyanet olmalı, Diyanet’in temsil ettiği dine karşı hareketlerde bulunan siyasi organları Diyanet görevden almalı! Savunduğunun açık anlamı budur! Demek ki Diyanet tecrübesi bu ülkeye az gelmiş, Diyanet devlet olmalı! Eğer bu değilse bugün İran siyasal sisteminde bile giderek etkileri zayıflayan bir molla örgütlenmesinin peşinde Sayın Söylemez. Ama en temelde Alevi örgütlerinin ne menem örgütler olduğunun farkında değil. Bu örgütler hak savunuculuğu temelli siyasal örgütler olarak doğdular. Fakat Alevi toplulukların örgütlere yönelik beklentisi ve yarattığı basınç hak savunuculuğunun çok ötesine zorladı bu yapıları. En azından bazı temel gereksinimleri, cenaze hizmetleri gibi, karşılamak zorunda kaldılar ve sorun da bundan sonra başladı. Yani bir anlamda Alevilerin gerçekten de laiklikle imtihanı burada başladı. Peki, böylesi bir imtihan Alevilerin önüne nasıl düştü dersiniz? Alevilikleriyle mesafelerinin giderek açılmasıyla. Çünkü Alevinin dini siyasetidir, siyaseti de dinidir. Aleviler bunu kaybetmişlerdi işte. Hala da yeniden bulabilmiş değiller. Hala din ve siyaset arasına modernlik ve özellikle onun biricik siyasal biçimi olarak ulus devletin koyduğu uçurumlar Alevi topluluklar için de, ne yazık ki belki de en başta onlar için, geçerliliğini sürdürüyor. Siyaset ve din arasındaki bu uçurumu sorgulamaksızın soruna el atıldığı anda da bir grup siyasetin, bir grup dinin yanında saf tutuyor! Ama aslında kazanan hep siyasettir; belirli bir anlamda siyaset! Elbette belirli bir anlamda da din! Söylemez’in diline vuran siyaset düşmanlığı, belirli bir anlamda siyasetin misyonerliğinden öte değildir! Misyonerliğine soyunduğu siyasetin karşılık geldiği dinselliğin de Alevilikle bir ilgisi yoktur! Söylemez, Alevileri de dinlerini dünyaya teslim etmeye çağırıyor; sözüm ona siyasetten arındırmaya girişerek. Zaten, “siyasete karşı din” formülünün yaptığı hep budur. Sayın Söylemez, hiçbir bilmiyorsa Dersim aşiret sistemi üstüne birkaç kaynağa baksın. Aşiret reisleri ile Seyyidler arasındaki ilişkilere baksın! Göreceği şudur: Siyasetinden olan dininden olur, dininden olan siyasetinden!

Sayın Söylemez’in sekizinci talebine değinme gereği bile duymuyorum. Ama üç, dört, ve beşe bakabiliriz. Bu taleplerinde Söylemez Alevi edebiyatı ile Aleviler arasında açıldığını iddia ettiği mesafenin kapanması için çalıştaylar yapılması [elbette hiç yapılmıyor ya], “Alevi Teoloji ve Tarih Üniversitesi’nin Türkiye’de kurulması için bilinç yaratılması” gerektiğini [elbette elbette, üniversiteler zaten hep bilinçle kurulurlar; bunca zamandır çeşitli biçimleriyle her sağcı iktidarın parçası olan Nurcu hareket Said Nursi’nin vasiyeti olan Zehra Üniversitesi’ni kurdu, Aleviler eksik kaldı, neden olmasın] ve nihayet dağılmış halde bulunan türbeler hakkında çalışmalar yapılıp her sene o türbelerde cem ibadetinin yapılması için uğraş verilmesi”ni savunuyor. Bunca yıldır Alevilik üstüne kafa patlatırım türbede cem ibadeti diye bir şey duymadığım gibi, yılda bir yapılan türbe cemi diye bir şeyi hiç duymadım. Cahil kalmışım yazık bana. Hadi bunlar da bir yana, acaba o çalıştayları, o canlandırma çalışmalarını, üniversiteleri kimlerle yapacak Sayın Söylemez? Ateistleri attık, Marksistleri attık, oruç tutmayanı attık, Matem kurallarına uymayanı attık…geriye kim kaldı sahi; Söylemez’in hikmetinden sual olunmaz kendiliği ve o kendiliğin eklemlendiği muktedirler şebekesi dışında?

Sayın Söylemez örneğini niçin kullandım? Sayın Söylemez’in talepler listesi de, bu listeye can taşıdığı anlaşılan Alevilik anlayışı da en az tarihin çöp sepetine atıldığını iddia ettiği o bildirge kadar çöp değerindedir ya da onun tercihiyle söylersek “Alevi Teoloji ve Tarihini yok etmek isteyen stratejik hedefleri olan” bir “korsan bildiridir.” Dikkat edilirse, Sayın Söylemez’in gizli bir siyasal ateist olup olmadığını, çocuğu varsa çocuğunu bir zamanlar Munzur Koleji’ne mi Kalan Koleji’ne mi gönderdiğini, Metin-Kemal Kahraman’a ve çalışmalarına nasıl yaklaştığını, Dilşa Deniz’i Aleviliğin düşmanı ilan edip etmediğini, önüne geleni ateist-marksist diye eleştirmekten ve taşıdığı saygın bir soyadı dışında, siyasi iktidarın rüzgarıyla oynamaktan öte hiçbir mahareti olmayan ama gündüz siyasi iktidarın “şikayetçisi”, gece posta oturmuş dede olanlarla nasıl ilişkiler içinde olduğunu ya da tüm bunlarla Dersim’de nasıl mücadele ettiğini ya da etmediğini….hiç sorgulamadım. Sayın Söylemez’in bütün bu görüşleri savunmaya hakkı vardır ama kimseyi ucuz ateistlik suçlamalarıyla zan altında bırakmaya, birilerini bir yerlerden atmaya çağrı çıkarmaya, birilerine bir takım kapıları kapatmaya ya da açmaya hakkı yoktur. Bu hakkı kendine vehmeden bir iktidar ilişkisinin parçası olduğunu da ifşa ediyordur ve bu durumda da içinde olduğu ilişkinin kazandırdığı iktidarı gizleyip saklamaya çalışmanın, eğip bükmenin alemi yoktur. Bu cümlem, Hacıbektaş Deklarasyonunu açıklayanlar için de olduğu gibi geçerlidir! Ez cümle, kıyasıya eleştiriye evet, diyaloğun tüm patikalarını imha eden düşman yaratmaya hayır! Alevilerin gereğinden fazla düşmanı var ve kanımca, bu kadar çok sayıda düşman sahibi olmayı ne yazık ki kendilerine rağmen başarıyorlar Ve bu bile sahip oldukları mirasın boyutlarını anlamak için yetmiyor onlara…

Devam edeceğiz efendim…İkinci örneğimizle…Bu kez tam öteki uçtan bir örnekle…Hacıbektaş Deklarasyonuna karşı Hünkar Vakfı tarafından yayınlanan açıklama, “Pirincin İçindeki Beyaz Taşlar” açıklamasıyla başlayan Şeyh Sait tartışmasıyla… Elbette şu malum deklarasyona da sıra gelecek

EN SON EKLENENLER