Demokrasi ve laiklik

“Yanlışı Savunup Kalabalıkları Arkama Katmaktansa, Doğrumu Savunup Yalnız Kalmayı Tercih Ederim.”  Mahatma GANDİ.

Çok dinli, çok kültürlü, çok milletli ve çok dilli bir toplumdan homojen (tek) bir toplum ve tek millet yaratmak gayretleri, ülkemizdeki bütün inanç ve etnik kimlik problemlerinin kaynağını oluşturmaktadır. Ülkemizde dünden bugüne yaşanılan tüm sorunlar, devletin demokratik, laik ve hukuk devleti olmamasından kaynaklanmaktadır. Ta başından (1924) beri devletin (sistemin) tekçi, inkârcı ve asimilasyoncu bir projesi vardı. Bireysel hak ve özgürlükleri koruyan bir hukuk devleti anlayışına dayanmayan devletin kuruluş felsefesi (paradigması), yıkılmış (parçalanmış) bir imparatorluktan çoğulculuktan ve farklılıktan arınmış homojen tek bir millet, tek bir din ve tek bir mezhep (“Türk-Sünni-Hanefi”) yaratmayı amaçladı. (Buradaki Sünnilik ve Hanefilikteki kastımız devletin öngördüğü ve yaratmak istediği bir Sünnilik ve Hanefiliktir.)  Bu eksende tüm devlet mekanizması, yani tüm devlet kurumları Türk-İslam Sentezi üzerine, ‘Müslüman’ bir toplumu öngörerek şekillendirildi. Öngörülen laiklik modeli de buna göre biçimlendirildi. Devamında 1937 yılında, CHP kongresinde alınan kararla tekçi, inkârcı ve asimilasyoncu bir ruha uygun olarak laiklik ilkesi anayasaya konuldu. Günümüzde de ne eksik ne fazla bu devlet modeli ve bu ruh geçerlidir.

Peki, evrensel değerlerin öngördüğü laiklik anlayışı nedir? Laik bir ülkede yani laik devlet yönetiminde eğitim ve bir bütün olarak toplumsal yaşam dini kurallara göre değil, akla ve bilime dayandırılır. Laik ve Demokratik bir ülkede öğrenciler hiçbir biçimde inançları ve etnik kimlikleri nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulamaz, bir din, bir inanç ve bir etnik kimlik dayatmasıyla karşı karşıya kalmazlar. Laik devlet, vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde, inançlara göre ayrım yapmaz ve ayrıca herhangi bir inancın, özellikle de egemen olan inancın, öteki inançlara baskı yapmasını önler. Ülkemizde ta başından beri bu tanımın tam tersi bir durum söz konusudur. Bu son nokta, yani devletin dinsel baskıyı önlemesi, “laik, demokratik ve hukuk devletinin” en önemli görevleri arasındadır. Eşitlik ilkesini korumak ve yerine getirmek laik, demokratik devletin görevlerinin başında gelir.

Ta başından beri toplumdaki bütün dilsel, kültürel, dinsel, mezhepsel ve etnik farklılıklar inkâr edildi. Eğitim sistemi de tekçi, inkârcı ve milliyetçi ideolojiye uygun olarak oluşturuldu. Öngörülen değerlerinin dışındaki diğer değerler; diller, kültürler ve inançlar yok sayıldı asimilasyona uğratıldı. Bu zihniyete uygun olarak, 12 Eylül 1980 faşist darbecileri din dersini mecburi hale getirdiler. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi İlk ve Orta Öğretim Kurumlarında (Okullarında) zorunlu ders olarak anayasal düzende yerini aldı. Ogün bu bugündür Alevi çocukları ve öngörülen inancın dışında kalan halkların çocukları da sistemsel bir şekilde asimilasyonla yüz yüzeler. 19. Milli Eğitim Şurasında alınan “tek millet, tek din, tek mezhep” anlayışı üzerinden tüm topluma dayatılan kararlar, zorunlu din dersleri gibi, dini değerler temel alınarak laik ve bilimsel eğitim yapılamaz ve bu sisteme de laik demokratik bir sistem denilemez. Bu ülkede gerçek anlamda demokrasi ve barış isteniyorsa, üniversiteler özerk olmalı, demokratik, laik bilimsel yapıya kavuşturulmalı,  eğitim sisteminin tüm alanlarında tekçi, inkârcı, asimilasyoncu eğitim yerine; çoğulcu demokratik laik ve ana dilde eğitime geçilmelidir.

Meselenin özüne gelecek olursak, dün olduğu gibi bugünde her açıdan homojen (tek) millet ısrarından direnen resmi ideoloji, (tekçi sistem) farklılıkları sorun olarak görmekte, farklılıkları ötekileştirmekte ve ötekini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Farklılıkları inkâr ve asimile ederek, baskılayarak dönüştürmeyi hedefleyen bu homojen (tek) millet projesinin ısrarının devamı sonucunda Alevilerin Alevi gibi, Kürlerin Kürt gibi yaşamasının önüne her türlü engel çıkartılmıştır. Devletin bu tekçi-inkarcı jakoben (tepeden inmeci) anlayışı, toplumun büyük bir kesimini mağdur etmiştir ve halende etmektedir. Ama en çok Aleviler, Kürtler ve Müslüman olmayan diğer inanç grupları devletin homojen (tek) bir millet yaratma projesinden mağdur olmuşlardır. Kürtlere, Alevilere ve Müslüman olmayan diğer inanç kesimlerine tek tip insan ve toplum modelinin devlet tarafından dayatılması, Kürt sorunu, Alevi sorunu, inanç sorunu ve etnik kimlikler dediğimiz sorunların ortaya çıkmasına ve devam etmesine neden olmuştur. Özünde ‘Kürt sorunu, Alevi sorunu, inanç sorunu ve etnik kimlik sorunu’ diye bir sorun yoktur, devletin (sistemin) demokratik, laik ve hukuk devleti olmaması sorunu vardır.

ataturk-un-meclis-e-duali-acilis

Türkiye Büyük Millet Meclisi Açılırken Çekilen Fotoğraf, Tarih 23 Nisan 1920.

 

Cumhuriyet Alevilere eşit hak ve özgürlük sunmadığı gibi, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi Alevileri sistematik bir şekilde katliama ve asimilasyona tabi tuttu. (Bilindiği gibi Aleviler Cumhuriyet’e büyük umutlarla ve koşulsuz destek vermişlerdi.) Cumhuriyet dönemi boyunca Aleviler yok sayılmalarına, din ve vicdan özgürlükleri ihlal edilmesine ve birçok katliama maruz kalmalarına rağmen, resmi ideolojiye ‘kurtarıcı’ gibi, (“denize düşen yılan’a sarılır misali”) sarıldılar. Anadolu’da bir deyim vardır “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek.” Aleviler, resmi ideoloji temsilcileri (Kemalistler) tarafından Osmanlı’yla korkutulup, tekçi, inkârcı sisteme razı edilip, kendilerine aleni bir şekilde haksızlık yapan sisteme razı olmaya, daha ilerisini istememeye, kendi inançsal kimliklerini özürce ifade edebilme haklarından vazgeçmeye zorlandılar ve de ‘razı’ edildiler. İnsan hakları belgelerinde ifade hakkının, kimlik haklarından kopartılamaz tanımını hatırlayacak olursak, Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de halklara yapılan baskının, dayatmanın ne kadar anti demokratik olduğu görülecektir.

Devletin kuruluş felsefesi tekçi-inkârcı-baskıcı-asimilasyoncu olup tarihi, sosyal, dinsel, kültürel ve düşünsel açıdan çoğulculuktan ve çeşitlilikten korkmaktadır. Onun içindir ki bu tekçi zihniyet herkese etnik olarak ‘Türk’, inanç olarak Müslüman, Mezhep olarak “Sünni-Hanefi,” ideolojik olarak da milliyetçi olması gerektiğini empoze (Empoze=bir şeyi zorla benimsetmek, öğretmek, dayatmak, kabul ettirmek.) etmektedir. Günümüzde bu tekçi inkârcı-baskıcı zihniyetin aşılarak, bireylerin farklılığını kabul eden ve onu başka bir şey olmaya zorlamayan özgürlükçü-eşitlikçi ve çoğulcu bir anlayışa ihtiyaç vardır. Çeşitlilikten ve farklılıktan korkan bir anlayışın farklılıkları demokrasi, barış, eşitlik ve özgürlük içerisinde bir arada yaşatacağı düşünülemez. Alevinin Alevi gibi, Kürdün Kürt gibi, bütün etnik ve inanç kimliklerinin özgürce yaşamasına imkân veren özgürlükçü-eşitlikçi bir anlayış, bu ülke’deki inanç ve kimlik sorununu çözer. Böylelikle de eşitliğe, demokrasiye ve barışa da kapı açılmış olur.

Alevilerin ve Kürtlerin sorunu, birincil derecede Alevilerin ve Kürtlerin hak ve özgürlük sorunu olmasına rağmen, salt Alevilerin ve Kürtlerin sorunu değildir. Devletin demokratik ve gerçek anlamda laik olmamasından kaynaklı olarak, Demokrasi sorunu, laiklik sorunu, Alevi ve Kürt sorunu, Aleviler ve Kürtler kadar Alevi ve Kürt olmayanların da sorunudur. Ülkemiz insanlarının eşit ve özgür olması için herkesin birbirinin eşitlik ve özgürlük taleplerini savunması gerekmektedir. Âmâsız ve önkoşulsuz bir şekilde Alevi’nin, Kürt’ün, Dindarın, Müslüman olmayan halkların kısacası farklı olan herkesin hakkını savunmak, bütünlükçü özgürlük ve eşitlik anlayışının bir gereğidir. Kişinin kendisi için daha fazla özgürlük talebinde bulunması doğaldır. Ancak kendisinden farklı olan için hak ve özgürlük istemek, daha olgun bir tutum olduğu gibi, ahlaki ve insani bir yükümlülüktür. Daha açık bir ifadeyle bu ülkede herkes birbirlerinin hak ve özgürlüklerinin garantörü ve savunucusu olmalıdır. Bizden farklı olanın hak ve özgürlüğünü savunmaya başladığımız andan itibaren daha özgür, daha adil bir toplum olma hedefine daha çok yaklaşmış olacağız.

Ülkemizde çok partili sistemden önce de, çok partili sisteme geçtikten sonrada laiklik ilkesinin ve demokrasinin kuralları hiçbir zaman tam anlamıyla işletilmedi. Geldiğimiz noktada etnik ve inanç kimliklerinin demokrasi, barış, eşitlik ve özgürlük arayışları, devleti bir gerçekle yüz yüze bırakmaktadır. Devletin demokratik olmamasından kaynaklı olarak kendisinin yaratmış olduğu sorunlara çözümler bulmasının zamanı çoktan gelmiştir ve de geçmektedir. Anayasa çalışmalarının yaşandığı bu süreçte öncelikle devletin dışladığı toplumsal kesimlerin sorunlarının çözülmesi için, tekçi ve inkârcı devlet zihniyetinin terk edilmesi gerekmektedir. Farklı sosyal ve dini kimliklerin devlet tarafından tanınması ve devletin anayasal düzenini bu farklı sosyal gerçekliklere göre yeniden düzenlemesi sorunların çözümünde önemli bir adım olacaktır. Devletin anayasal bütüncül bir şekilde kurumsal yapısıyla acilen çoğulculuğu, özgürlüğü, eşitliği, adaleti, hukuku, demokrasiyi ve barışı esas alan, insan hakları çerçevesinde demokratikleşmesi ve gerçek anlamıyla da laik bir anayasal yapıya kavuşturulması elzemdir. Aşk İle.

Mehmet Kabadayı.

İletişim: Mehmet_k.34@hotmail.com            

EN SON EKLENENLER