Dinlerin kaynağı Mezopotamya

Hüseyin Kalkan

Alevilik dizisinin son bölümünü, Aleviliğin doğuşuna ayırdık. Elbette ki Alevilik sadece bu topraklara özgü bir inanç değil. Bütün Mezopotamya’yı etkilemiş, çeşitli coğrafyalara yayılmış bir inanç ve muhalefet hareketidir. Bu dosyada sadece Kürdistan ve Türkiye’deki Alevi hareketine eğildik. Bir de onun doğal bir devamı olan Avrupa’daki Aleviliği incelemeye çalıştık.

Dosyanın bu son bölümüne tarihçi yazar Mehmet Bayrak’ın Aleviliğin ortaya çıkışına dair görüşlerine yer verdik. Alevilikle ilgili akademik çalışmalar 2000’lerden sonra yoğunlaşmıştır. Bu konuda çeşitli tezler yazılmış, saha araştırmaları yapılmış, Aleviliğin tarihine uzanan kitaplar yayınlanmıştır. Bu konuda en çalışkan ve en çok ürün veren; Aleviliği, Kürt sorunu ile birlikte inceleyen Mehmet Bayrak önemli bir kaynak olarak öne çıkmıştır. Bayrak ile yaptığımız söyleşiyi ara başlıklar koyarak yayınlıyoruz. Elbette ki Alevilik tek bir dosyada incelenip bitirilecek bir konu değildir. Alevilikle ilgili çalışmalarımız ve araştırmalarımız sürecek.

Öncelikle şunu vurgulamalıyım ki, “doğal ve felsefi bir insan-tanrı eksenli din” olarak kabul ettiğim Alevilik dahil, hiçbir dinin başlangıç noktası kesin olarak belirlenemez. Çünkü görsel anlatım olarak nitelendirebileceğimiz kaya ve mağara resimlerinin tarihi, şimdiden 44 bin yıla kadar gidiyor. Oysa birkaç yıl önceye kadar bu resimler 30 küsur bin yıllara tarihleniyordu. Nitekim bugün Alevilik olarak nitelendirdiğimiz “doğal ve felsefi din”in kaynağı da ideolojilere ve dünya görüşlerine göre değişiklik gösteriyor. Bu, bir Kemalist Alevi’ye göre Türklerin Anadolu’ya gelişine, inancını “İslamın özü” olarak gören bir Alevi’ye göre İslamiyetin Arabistan’da ortaya çıkışına endeksleniyor. Oysa dünyanın ilk üniversitesinin kurulduğu yer olarak kabul edilen UrfaHarran bölgesindeki Xırabreşk/Göbeklitepe harabeleri; bu inancın köklerini şimdiden 12.500 yıl öncesine götürmüş bulunuyor. Çünkü o zamanın behrinde insan silüetinde heykel olarak inşa edilmiş 12 figürün, cemal-cemale ibadet etmesi; tam da birçok dinde rastladığımız 12 kutsal sayısını çağrıştırmaktadır. Keza, bu taşlarda resmedilen turna vb. kuşlar Alevilikte kutsal sayılan hayvan figürleridir. Yine kazılarda elde edilen kimi bulgular, o zaman insanlarının da enstrüman eşliğinde ilahilerle ibadet ettiklerini göstermektedir.

Bugün, aynı topraklarda boy veren ve ismi bilinen en eski dinlerden biri Sabiiliktir. Ancak, acaba bundan önceki insanlar dinlerini ne olarak adlandırıyorlardı?..

Dinler birbirini etkilemiştir

Bildiğimiz bir şey varsa, o da doğal ve felsefi dinlerden, çok ve tek-tanrılı dinlerden başlayarak tüm dinlerin birbirlerini etkilediğidir. Bildiğimiz bir başka şey de Musevilikten başlayarak Hristiyanlığa ve Müslümanlığa kadar tüm “tek-tanrılı” dinlerin bu topraklardan yani Mezopotamya’da ortaya çıktığıdır.

Bir görüşe göre Kürt kökenli olan- Zerdüşt’ün Zend- Avesta’sı; dağda karşılaşılan ve insan-ı kâmil mertebesine erişen ermiş kişi Ahura Mazda’nın görüşü olarak sunulur ve Mitraizm, Manihaizm, Mazdekçilik, Hurremilik, Babekilik, Babailik, Bedreddinilik, Bektaşilik, Kalenderilik, Haydarilik, Noktavilik, Hurufilik, Karmatilik, Yarilik/ Yaresanlık, Kakailik, Ahlê Hak’lık, Rayê Hak’lık, Kızılbaşlık, Şemsilik gibi sonraki birçok din ve inançları etkileyerek günümüze “Alevilik” olarak ulaşmıştır.

Hemen belirtelim ki, bu din ve inanç sistemlerinin döl yatağı Mezopotamya olduğu gibi; eski çağlardan beri Mezopotamya-Kürdistan-Anadolu hattı arasında bir kültürel etkileşim söz konusudur. Sözgelimi, 13. yüzyılda Anadolu’da Selçuklu iktidarına karşı ayaklanan Babai liderleri Baba İlyas, Baba İshak ve Hace Bektaş-ı Veli; Tacü’l- Ârifîn Ebu’l- Wefa-yı Kürdî’nin düşünsel eylemcileri olan halifeleridir. Kendisi, kadınlı- erkekli cem yürüttüğü ve cemlerde dem kullandığı için İslam halifeleri tarafından katledildiği gibi; aynı ekolün temsilcileri olan Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi gibi şahsiyetler de bu yolun güçlü devamcılarıdır.

Alevilik bir din midir?

Şunu da özellikle vurgulamalıyım ki, bugün “Alevilik” olarak tesmiye ettiğimiz yani adlandırdığımız inanç sisteminin; hem Şiîlikten hem de İslamiyetten tamamen ayrı bir din olduğunu söyleyen sadece biz değiliz: Her zaman söylediğim gibi “Devlet aklı, gizli planda itirafçı ve kabulcü, resmi planda ret ve inkârcı”dır… Nitekim, Mustafa Kemal’in 1925’ten itibaren Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Etno-Politika Uzmanı olarak tam yetkiyle görevlendirdiği Prof. Hasan Reşit Tankut; bu tarihsel, toplumsal, inançsal ve kültürel gerçekliği açıkça itiraf etmektedir ki, birçok çalışmamızda bu belgelere yer verdik. Onun söylediği bir başka şey daha var: Diyor ki, “Aleviler, semavi kitapların tümünü mahluk yani kişi eliyle yazılmış kabul ederler.” Yani Tevrat, Musa ve yandaşlarının; İncil, İsa ve yandaşlarının; Kuran ise Muhammed ve yandaşlarının sözüdür. Aslında, aynı şeyleri Atatürk de el yazması notlarında söylüyor. (Sözgelimi bkz. Atatürk: Kur’an Muhammed’in düşüncelerinin ürünüdür. Muhammed’in Melek ve Allah’la konuştuğu bir faraziyedır. Aydınlık gaz. 12 Temmuz 1993).

Cumhuriyet ve Aleviler

Şunu hemen belirtelim ki, Cumhuriyet yönetimi ilk çıkıştaki ret ve inkârına rağmen kendinden önceki İttihad ve Terakki yönetiminin devamıdır. Nitekim asker ve sivil kadrolarının yüzde 90-95’i eski İttihadçılardan oluşmaktadır. Bu nedenle, yapılan şey İttihad-Terakki yönetiminin kuramcısı olduğu (Etno- Dinsel Arındırma/ Tek-tipleştirme/ Türk-İslamlaştırma) ana politikasını hayata geçirmektir. Bu amaçla, Alman militarizminin güdümünde girilen Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Mehmet Akif gibi İslam kalemşörleri ve Muhammed’in Sancak-ı Şerif’i ortaya çıkarılarak bu savaş “bir din savaşı, bir İslam savaşı” yani Tevfik Fikret’in deyimiyle bir “Harb-ı Mukaddes” olarak ilan edilmiştir. Kısa bir bölümü ilk kez Sabiha Zekeriye Sertel’ce 1946’da, tamamı ise tarafımızdan ilk kez 1973 yılında “Tevfik Fikret” kitabımızda yayımlanan bu ünlü uzun şiirinde, bu savaşı şu nakaratla mahkûm ediyordu: “Lânet sana, lânet sana ey Harb-ı Mukaddes/ Sensin bütün ekvânı eden böyle mülevves” yani (din uğruna yapılan ey kutsal savaş sana lânet olsun, bütün kâinatı kirleten sensin…).

Böylesi bir ortamda Ermeni, Süryani ve Êzidi Kürt soykırımları gerçekleştirildiği gibi; İzmir’in yeniden alınması (istirdadı) üzerine çıkarılan bir yangınla buradaki İslam dışı halklar önemli ölçüde tasfiye edilmiş ve Lozan Anlaşması ile bir RumTürk mübadelesi yapılmıştır. Artık sıra, o güne kadar Gönüllü Alevi-Bektaşi Alayı gibi uygulamalarla yanında tutmaya çalıştığı Kızılbaş ve de Müslüman Kürtlere gelmiştir. 1921 Koçgiri Katliamı bu konuda bir dönemeçtir. Olup-bitenler karşısında yaşanan düş kırıklığına rağmen 1921 Anayasası üzerine bir beklentiye girilmiş ancak Lozan’ın imzalanmasının ardından 1924 Anayasası ile “Türk-İslam” vurgusu açıkça öne geçince umutlar suya düşmeye başlamıştır. Halifeliğin ve Şeyhülislamlığın lağvına rağmen, Kasım-1925’te çıkarılan “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”, Aleviliği, Êzidiliği ve Kürtlerin önemli bir bölümünün mensubu bulunduğu Şafii mezhebini yasaklıyordu.

İbadet ve saz

“Alelumum tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla muskacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılmasıyla bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur (yasaktır).” Kanunla cami ve mescitler serbest bırakılırken; gerek Alevi ve Bektaşilere ait ibadetgâhlar gerekse Şafiî mezhebine ait tekke ve zâviyeler yasaklanıyordu…

Dahası, yeni kurulan Diyanet İşleri Riyaseti’ne verilen ilk görev yeni bir “Kur’an Tefsiri” idi. Müslümanlara dinini öğretecek bu Kur’an’ın nasıl tefsir edileceği de bizzat M. Kemal tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir direktif olarak veriliyordu. M. Kemal, nasıl bir tefsir istediğini 7 maddeyle ortaya koyuyordu. Atatürk, Diyanet’e gönderdiği yazıda, özellikle iki maddenin üzerinde duruyordu: Yeni tefsir Ehl-i Sünnet itikadına ve Hanefi mezhebinin görüşlerine göre hazırlanacaktı. Atatürk, başta Alevilik olmak üzere Ehl-i Sünnet (Sünnilik) dışındaki görüşlere ve Hanefilik dışındaki diğer Sünni mezheplerin görüşlerine tefsirde yer verilmesini istemiyordu. Atatürk, hüküm içeren âyetlerin de Türk-İslâm geleneği göz önünde bulundurularak yorumlanmasını istiyordu (Bkz. Hür. 19 Kasım 1997)

Zaten, aynı görüş ve düşünceler Atatürk’ün Nutuk’unda da yer alıyordu. Böylelikle, Alevilik ülkede resmen yasaklanıyordu. Dahası, bu çerçevede ünlü ırkçı İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1930 yılında valiliklere gönderdiği bir genelge ile Alevi ibadeti resmen yasaklandığı gibi, Alevilerin ibadet enstrümanı saz ile deyişleri bile yasaklanıyordu. Amaç, İttihadçıların öngördüğü gibi, Aleviliği Türk Müslümanlığı olarak sunup, İslam içinde eritmekti. İşte, 1930’lu yılların başlarında Aşık Veysel gibi Alevi ozanların sazları zaptiyeler tarafından ellerinden alınarak kırılıyor ve İçtoroslardaki Çiğil köyünde 60 kişi 1935 yılında bir Karakol onbaşısı tarafından Pazarcık Hapishanesi’ne tıkılıyordu. (Bu konuda bkz. M. Bayrak: Çeşitli çalışmalar…) Geçtiğimiz hafta sonu İsviçre’nin bir şehrinde, Maraş Katliamı’na ilişkin bir sunum yapmıştım. Toplantıda Hüseyin Torun adlı bir arkadaş, “Kıl Çadırdan Konağa, Göçebelikten Ağalığa” konulu bir kitabını (Ceren Kitap, İst. Ekim- 2019) getirerek kendini takdim etmişti: “Ben Tırkê’nin oğlu Hüseyin!..” Bu künyeyi hemen tanımıştım: 1935’teki tutuklamada kadınlar da bulunuyordu ve içerde doğan kıza “Tırkê” adı konmuştu…

Osmanlı Alevi ilişkileri

Osmanlı’da devlet-Alevi ilişkilerinin hiçbir zaman iyi olmadığı bir gerçektir. Daha 13. yüzyılda Selçuklulara karşı Babai hareketi ortaya çıktığı gibi, 15. yüzyılda da Nâzım Hikmet’in “Kurun-u Vusta Sosyalizmi” yani Ortaçağ Sosyalizmi olarak nitelendirdiği Bedreddin hareketi boy veriyordu. 16. yüzyıl başlarında Şahkulu hareketi ortaya çıktığı gibi Yavuz Selim döneminde, Yaresanların kutsal kitaplarından “Serencam”a göre 40 bin; İdris-i Bidlisi’nin “Selimname”sine göre 50 bini aşkın Kızılbaş katlediliyordu. Zaten bu dönemde yoğunlaşıp Hırvat kökenli Kuyucu Murad Paşa ile tam bir cadı avına dönüşen Kızılbaş katliamlarının kurbanlarının sayısı bile belli değildir.

Bu vesileyle belirtmeliyim ki, Osmanlı literatüründe İdris-i Bidlisi’ninki dışında Yavuz Selim’i yücelten tam 24 “Selimname” daha yazıldığı gibi; 36 padişah döneminde -birkaçı mükerrer atama olmak üzere- 130 dolayında şeyhülislam gelip geçmiştir. Bunlardan hiçbirinin Kızılbaşlar lehine bir tek fetvası olmadığı gibi, hemen tümünün Kızılbaş aleyhtarı yığınla fetvası bulunmaktadır.

Daha Trabzon valisiyken, bölgenin Müslüman olmayan halklarına dönük olarak “Ya şeref-i İslam ile müşerref olalar ya da tümünü siyaset eylerim” diyen; babasını zehirleyip yerine geçtiği gibi, iki kardeşini ve sekiz yeğenini katleden Yavuz Selim, herhalde Kızılbaşlara iyi gözle bakmayacaktı!..

Osmanlı’nın yenileşme dönemi olarak bilinen 19. yüzyıl ortalarındaki Tanzimat hareketinden sonra 1865’te hükümet izniyle İstanbul’da basılan bir kitap bile Kızılbaş düşmanlığı üzerine kurulmuştur: “Elsine-i Nâsda Kızılbaş Demekle Maruf Taifei Rezilenin Hezeyanlarını Mübeyyin Bir Risale” yani Kızılbaş Olarak Bilinen Rezil Toplumun Saçmalıklarını Anlatan Bir Broşür.

Abdülhamid dönemi ise bu konuda tam bir rezalettir. Artık salt “temsil” yani asimilasyon politikası ile yetinilmemekte, bunun yanı sıra “ihtida” yani “zorla din değiştirtme” politikası yürütülmektedir. Bu dönemde, Alevi Kürtlere dönük “Kürtçe İlmihal”ler basılıp yayıldığı gibi; Êzidi Kürtler de, “katli vacib Abede-i İblis” yani “Şeytana Tapanlar” olarak suçlanmaktadır. Kısaca, Osmanlı’nın Alevilere dönük politikası tam bir rezalettir..

Bitti

yeni yaşam gazetesi

EN SON EKLENENLER