Ferhat AKTAŞ: ‘Yerli ve milli’ ensârın muhâcirûn ile imtihanı!

Mevcut sorunların esasına dokunmak yerine etrafından dolanmayı tercih eden, sistem eleştirisi yapmaktan köşe bucak kaçan ve yanlışı yanlış yerlerde çözüm arayarak aşacağını sananların görünür olduğu tuhaf bir siyasi ortamı yaşıyoruz. Devlet-toplum ilişkisi sağlıklı temelde kurulamadığı için tepeden tırnağa hastalıklı yönler öne çıkıyor. Tel tel dökülen siyaset kurumu kendisiyle birlikte geniş yığınları da çürütmekte ve provokatif gelişmelere kapı aralayan zemin sunmaktadır. Neden-sonuç bağlamlı sorgulama yapılamadığı için güçsüzün güçsüze nefret duyduğu, şoven histerilerin kapıştığı ve manipüle edilmeye müsait tepkilerin son kertede kurumsal faşizme hizmet ettiği yapısal açmazlar söz konusu.

Osmanlı’da tebaa’nın Cumhuriyete geçişle beraber hassas vatandaşın gerekli hallerde sokağa salındığı; bu minvalde tertiplenen tehdit, tekfir ve tedip operasyonlarında kullanılan argümanların benzerliği meseleyi özetleyen çarpıcı bir veridir. Ülke konjonktürü tarihsel korkuları besleyen egemen sınıfların ‘iç düşman’ yaratımına imkân sunarken devlet eliyle dayatılan homojen ulus-mezhep projesi coğrafyanın ortak sahibi halklara ve inançlara tasfiye seçeneksizliği olarak döndü. Vatandaşlık bilinci algıda ‘tebaa’ sınırlarını geçmeyen yığınların oluşturduğu paradoks toplumsal alanda egemen sınıfların lehine olacak şekilde yıkıcı etkilerde bulunmuştur. Sömürü düzenini kutsayan, söz-yetki-karar noktasında irade geliştirememiş tebaa otoriter gücün sopası, mutlaklaştırılan nizamın bekçisidir. Güncelde nükseden ‘sığınmacı’ meselesine provokatif temelde yaklaşan odakların önemli bir bölümü yukarıda altını çizdiğimiz ‘hassas vatandaş’ kategorisine girmektedir. Bunlara ‘’yerli ve milli’’ etiketi de uygundur.

Detaya inmeden önce meramımı şöyle aktarmış olayım;

Türkiye’nin sosyo-ekonomik, jeo-politik ve demografik yapısı bu oranda büyük bir sığınmacı nüfusu kaldıramaz. Ülkeyi AB’nin çıkarları adına ‘sığınmacı gettosu’ haline getiren, yakın tarihte yaşandığı haliyle bir takım dış fonların kasalarına akıtılması yönünde pazarlık kozu olarak kullanan, kayıtsız çalıştırmak üzere düşük ücretle kölelik koşullarına mahkûm eden politikalara seyirci kalmak mümkün değil. Özellikle son yıllarda Afganistan, Pakistan, Bangladeş ve Somali gibi ülkelerden kitleler halinde gelen, önemli bir bölümü de gitmek istedikleri AB’nin sınırlarına Türkiye’nin uyguladığı katı önlemler nedeniyle geçiş yapamayan ‘düzensiz’ sığınmacıların varlığı tartışılır oldu. Tamamı ekonomik koşullardan dolayı yoğunlaşan bu göç dalgası iktidarın icazet verdiği ‘açık kapı’ politikası sebebiyle durağanlaşacak gibi gözükmüyor. Türkiye’nin AB ile kara-deniz sınırı ivedilikle geçişlere kapalı tutulurken maalesef güney, doğu sınırları girişlere açık hale getirildi. Hemen her gün ‘insan kaçakçılığı’ yapan şebekeler aracılığıyla yüzlerce kişi yürüyerek ülkeye girmekte.

Bu problemin yanı sıra bir diğer önemli sorun başlığı da konut edinme karşılığı vatandaşlığa alım politikasıdır. Halihazırda 250 bin dolara (Önümüzdeki yıl 400 bin dolar olacakmış) konut satın alıp TC vatandaşlığına geçiş yapabiliyorsunuz. Aranan tek kriter yatırılması istenen meblağ. Bu kadar basit, maddiyata dayalı ve kaideleri olmayan vatandaşlık ve pasaport dağıtımı kabul edilemez. Kendi vatandaşına ‘pasaport’ verirken/vermemek için bahaneler bulurken türlü mevzuat işleten iktidar dışarıdan gelenlere/getirdiklerine çay paketi atar gibi bolca dağıtıyor…

Türkiye şu aşamada 8-9 milyonu bulan sığınmacıların yurtlarına dönüşleri ya da gitmek istedikleri üçüncü ülkelere gidişleri yönünde politikalar geliştirmeli ve toplumsal huzursuzluğa yol açan bu yükü daha fazla taşımamalıdır. Buraya kadar tamam. Bu sorunun muhatabı olarak iktidarın kendisini sorgulamak gerekir. Eleştirilerin odağında saray ve kabinesi olmalı. Soruna kaynaklık eden Saray ve kabinesine dokunmayan, onun başat rolünü geçiştiren ve tepkileri sistemin çarkları içinde eriten her türden anlayışa kesin bir dille karşı çıkılmalı. Bugün bile iktidar sözcüleri ‘ensar ve muhacir’ ezberine yaslanabiliyorsa manipüle etme beceresi gösterdikleri tepkilerden dolayıdır.

Sarayın ihvancılık temelinde kurguladığı dış politikaları yaşanan tüm problemlerin çıkış noktası oldu. Dün Batılı emperyalistlerin projelerine payanda halde yol açtıkları savaşları, askeri müdahaleleri gerekçe göstererek başta komşu ülkeler olmak üzere farklı ülkelerden kitlesel kaçışları teşvik eden, Türkiye’ye gelmeleri için medya kampanyaları düzenleyen, onlarca kamp merkezi oluşturarak buraları silahlı unsurlara cephe gerisi hizmet alanına dönüştüren AKP’den başkası değildi. Bugün ‘savaş’ gibi görünür bir gerekçeleri kalmadıysa da aynı motivasyonla topraklarımızı ‘toplama merkezi’ olarak kullandırıyor.

2011’den bugüne değin Suriye, Libya, Irak, Yemen, Mısır vb. ülkelerde kullandığı paydaş örgütlerin cephe gerisi işlevi gören Türkiye sahası çokuluslu ihvancı-selefi yapıların kesişim, üstlenme ve transfer güzergahı olduğu gerçeği en geniş kesimler tarafından kabul görmektedir. Bu minvalde sayısız olgu, bilgi ve pratikte gözlemlenen yakınlık ilişkisi mevcut. Suriye ve Irak’ta kümelenen Kafkasya-Uygur kökenli selefi unsurların AKP tarafından sahaya taşındığı biliniyor. Yine sayıları on binlerle ifade edilen yabancı paramiliter unsur Türkiye’den maaş alarak farklı ülkelerde silahlı faaliyetlere katılıyor. Güncelde tartışılan SADAT gibi yapıların sınır ötesi rollerini işletilen yayılmacı politikalarda aramak ve açığa çıkarmak önemlidir. AKP’nin örgütlediği paramiliter grupları çok yönlü hesaplarla kullanmak istediği aşikâr. Bölgede ve ihtiyaç duyduğu takdirde ülke içinde dengelere nüfuz edebileceği, kaotik ortam yaratımı açısından kullanabileceği çokuluslu hazır kıtalar tahkim etti. Eğer Türkiye’de bir iktidar değişimi olmazsa farklı ülkelerden taşınan bu unsurlar ve aileleri burada kalmaya devam eder. Bunlar için Türkiye transit ülke olmanın çok ötesinde kalıcı olmayı düşündükleri yerdir. İhvancılık temelinde kurgulanan yayılmacı ve yıkım esaslı dış politika sürdüğü müddetçe çözümsüzlük zemininde tepinme durumu aşılamaz.

AKP’nin ideolojik gayelerle getirttiği paramiliter sığınmacılara ‘vatandaşlık-pasaport’ dağıttığı planlama yukarıda dikkat çektiğimiz gibi salt komşu coğrafyalara ‘’rejim ihracı’’ hedefini içermiyor. Türkiye’yi G-BOP (Genişletilmiş-Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında yapısal dönüşüme uğratma ve ‘yeni rejim’ olgusuna geçerlilik kazandırmayı güden bir toplum mühendisliği olarak dayatılıyor. AKP’nin G-BOP’çu kimyası her vesileyle hareket alanını şekillendirirken; Suudi Arabistan, BAE ve İsrail ile ikili ilişkilerin çıtasını tavizler vererek yükseltmeye yoğunlaşan dış politik arayışları Amerikancı çizgide sebat ettiğinin göstergesidir. Aynı iktidar güney sınırımız boyunca olumlu tek bir adım atmamakta; Suriye’ye yönelik Atlantik ötesinden kumanda edilen abluka, ambargo ve yeraltı kaynaklarını talan etme saldırganlığına teşne halini muhafaza etmektedir. AKP, kurumsal güvenlik aygıtlarını İdlib’de HTŞ (El Nusra) ve diğer ceplerde ÖSO-SMO adlı örgütlerle beraber mevzilendirmiş durumda. Libya’dan Yemen’e kadar uzanan girift ilişkilerle bir dizi silahlı örgütün hamiliği yapılıyor. İhvancı çizgisinin doğurduğu kayıplar/yenilgiler üzerine konjonktürde savunma pozisyonuna çekilmesi yanıltıcı olmamalı. Stratejik emellerini uygulama imkân ve koşulu sağlandığında macera aramaktan geri durmaz. Özellikle son günlerde dillendirilen ‘1 milyon Suriyeli sığınmacıyı fiili olarak Suriye devletinin kontrol edemediği sınır bölgelerine geri gönderme, buralarda inşa edilecek briket kondulara yerleştirme’ söylevi maddi karşılığı bulunmayan, iç kamuoyunun gazını almaya dönük makyaj bir yaklaşımdır. Türkiye merkezli ihvancı çizgi iktidarı kaybederse işte o zaman sığınmacıların hatırı sayılır kısmı yürürlükteki projelerin rehinesi olmaktan kurtulabilir.

Sığınmacıların geri dönüşleri yönünde bilinçli tavır takınan, haklı bir hassasiyet ortaya koyan kişi ve çevreleri “ırkçılık, mülteci düşmanlığı” gibi absürt başlıklarla suçlayan Türkiye’deki AB’ci odaklar ve onların uzantısı foncu zevat bilerek/isteyerek AKP’ye çalışmaktadır. Bu odakların nemalandığı konular genellikle iktidarında dışarıdan mali destek aldığı konularla örtüşüyor. Söylem farklılıkları özgül rollerini değiştirmiyor. AB’nin Türkiye Delegasyonu Başkanı M. Landrut kısa bir süre önce “Türkiye’deki mültecilerin geri dönüşleri için uygun koşullar yoktur” diyerek AKP’ye desteklerini yenilerken AB’ci odakların aksini ifade etmesi beklenemez. Bu arada AB’li yetkililerin kullandığı ‘mülteci’ terimi teknik bir vurgudan ibaret. Türkiye, imzaladığı Cenevre sözleşmesi çerçevesinde dünya üzerinden mülteci kabul edilmesini içeren maddeye coğrafi çekince koyduğu için sadece Avrupa üzerinden gelenlere mültecilik hakkı tanıyor. Yani Afrika ve Asya kıtalarından gelenler mülteci olarak görülmüyor, çoğunlukla geçici koruma statüsünde barınma hakkı tanınıyor. Türkiye’de (kayıt dışı hariç) sığınmacılar üç şekilde ele alınıyor. 1) yasal yollarla gelen ve ikamet izni olanlar, 2) uluslararası koruma belgesi olanlar ve 3) geçici koruma statüsünde görülenler. Tabii ki AKP bahse konu toplam içinde ideolojik paydaş ve nakdi gelir unsuru olarak gördüklerini vatandaşlığa alarak devletin kendi teamüllerini gevşettiği de bilinen bir vakıa. Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta ise AKP-AB arasında 2014 tarihli Geri Dönüş Anlaşmasıdır. Bu ‘pes’ dedirten anlaşmaya göre Türkiye üzerinden AB üyesi ülkelere girdikleri anlaşılan üçüncü ülke vatandaşları Türkiye’ye iade edilir. Anlaşıldığı üzere AKP’nin ‘ensari’ kılıflar giydirerek sürdürdüğü sığınmacı politikası AB onaylı ve teşviklidir. AKP-AB ortaklığıyla Türkiye ‘tampon ülke’ karanlığına itildi.

Yazının girişinde altını çizdiğimiz gibi tebaa olgusunu tahrik eden, gerici-şoven histerilerle hizalandıran operasyonel adımlar tehlikeli sonuçlar doğurur. Hem sokağı galeyana getirmek isteyen hem de sosyal medyayı nefret sahasına dönüştüren kişi, grup ve odaklara asla prim verilmemeli. Türkçülük-Turancılık adı altında kurumsal faşizmin nefes borusu olarak çalışanlar sadece yabancı uyruklu kitlelere değil ülke bileşkesi çoğunluğun varlığına karşıdır. Aynı faşistlerin Alevilere, Kürtlere, Hristiyan azınlığa ve en geniş anlamda demokrat kitlelere düşman olduğunu görmemek için ahmak olmak gerekir. Son dönemde parlatılan Zafer Partisi adlı proje-oluşumun dönemsel olarak kimlere hizmet ettiği açık. Sözde muhalefetleri tebaayı manipüle etme temelinde karşılık buluyor. Parçası oldukları güç şüphe götürmez şekilde yönetim erkini elinde tutan otoriter güçtür. Faşistlerin hemen hepsi için bu konumlanma hali geçerli. Paylaştırılan rol gereği birbirlerine efelenmeleri de ‘kayıkçı kavgasının’ tezahürüdür.

Sözün özü; Türkiye’nin ufkunu karartan karanlık iklimden aydınlığa kavuşmasının biricik yolu ceberut, otoriter zihniyete dur demekten; halkı açlığa, yoksulluğa, kölelik şartlarına ve tebaa açmazına mahkûm eden AKP-MHP ortaklı iktidara son vermekten geçiyor. Saltanatçı, emek düşmanı ve emperyalizm işbirlikçisi asalak sınıflara geçit vermemeliyiz.
Ferhat AKTAŞ 

EN SON EKLENENLER