Gün ortasında geceyi yaşıyoruz

NURAY BAYINDIR

Uzun bir süredir elim kaleme gitmedi. Bazen insan tanık olduklarına, yaşanmakta olan yoksunluklara, adaletsizliklere, katliamlara ve sürekli çatışma, savaş ve kaostan beslenen dünyanın şu haline anlam verememekten yoruluyor. Evrensel bir yok olma durumuyla, (yoklukla) karşı karşıya olduğunuzu hissettiğiniz nokta tam da burası. Sesiz kalırsınız… Yaşanan acıların geride kalanlara bıraktıkları karşısında nutkunuz tutulmuş gibi kalırsınız. Anlamını yitirmiş anlar zincirlemesidir ki bu durum, sadece olmakta olanı düşünür, uzun bir süre düşünme eylemine isteseniz de ara veremezsiniz.

Neyin, nasıl var olduğunun önemini yitirdiği bir süreci yaşıyoruz. Öyle ki, zihnimiz, anlamını yitirmiş kavramlar kargaşasının sürüp gittiği, sürekli bir altüstlüklerin, yaşama sinmiş her türlü şiddetin, kişiliksizleştirilme ve nefessiz bırakılmanın yaşandığı bu dünyayı kavrayamıyor.

Gün ortasında geceyi yaşıyoruz. Sanki ‘’ortadan kaldırılamaz olana’’ katılmamızı isteyen gerçek anlamda dünya olmaktan çoktan çıkmış bir dünya ile karşı karşıyayız. İnsanı kendi cenderesine sıkıştırmış bu kayboluş çağında sürekli yinelenen iktidar mekanizmalarıyla duygularımız, hayallerimiz, iç dünyalarımız yok olup gidiyor. Çoğumuz dışımızdaki hayatın bize değen yanlarından habersiz, siyasal gelişmelerden bihaber, sokaktan, gündelik hayattan kopuk, dakikada bir güncellenen şiddet atmosferi etkisinde kendi içine kapalı bir hayat sürdürüyoruz.

İnsanlar bu kayboluşun çağında imajlar gibi yaşıyor. Bir yanıp bir sönüyor. Kürt illeri ve ilçelerinde yaşanan insanlık dışı katliamlar karşısında insani duyarlılıkları olan kesimler dışında çoğunluğun olan bitene çok az tepkilerinin bile bazen yön değiştirerek bir yanıp bir sönmesi belki de onları zamanla zamanın da imaj gibi algılanmasına götürecek.

Faşizmin klasik eylemidir. Korku toplumu yaratılarak diğerlerinin yaşadıklarına duyarlılık törpüleniyor.

Daha fazla kar hırsıyla sistemin genelinde yaşanan kayboluş sadece şeylerin değişim ve dönüşümündeki doğal özelliklerin deforme edilmesinde yaşanmıyor, bu kayboluş aynı zamanda insanlığın gerçeklik bilinci kendi varoluşsal içeriğinden deforme edilerek bütün toplumsal yaşam kesitlerine empoze ediliyor.

İnsanın maddeleşme süreci işte böyle yüzyıllarca sinsice işletildi. Halk direniş odakları dışında erdemin alaya alındığı, gerçek dostlukların, yoldaşlıkların mumla arandığı, çürümenin, yozlaşmanın diz boyu yaşandığı ve hiç ironi yapmadan söyleyebiliriz ki, Sinop’lu Diyojen’in, ‘’Günün aydınlığında niye elinde fenerle dolaşıyorsun?’’ diye soran İskender’e ‘’gölge etme başka ihsan istemem ‘’ diye seslendiği çağdır bu çağ.

Bilincin önemini vurgulamaya gerek duymuyoruz. Bilinçli olmak, olmakta olanın içinden çıkma becerisini gösterme bir yana, öznel bir varoluşa sahip olmayı da gerekli kılar. Öznellik, özne olma, yani yaşamında kendi olmadır. Sürüklenmediğimiz, kişisel var olma gücümüzü kullandığımız alandır bu alan. Özgürlüğün alanıdır. ‘’Ve bu, diyor Macbeth, cinayetin kendisinden daha gariptir.’’ Cinayetin yarattığı hiçlikte, olmak(insanı) soluksuz bırakırcasına yoğunlaşır ve bilinci sığındığı yerden çekip çıkarır.’’ Böyle bir sürece girmek Gordon Childe’nin ‘’insan tarihini yaparken nasıl kendini yapabilir?’’ sorusuna cevap olmakla mümkün gibi görünüyor.

Peki toplumsal ve bireysel yaşamı egemenliği altında tutan, bunca kurumsallaşmış geleneksel iktidarlar silsilesi altında özneliği nasıl kurabiliriz?

Hiç şüphesiz işe yolunda gitmeyen her şeye resti çekmekle başlamak en uygunudur. Edinilmiş kimlikleri bir tarafa bırakıp hayatımızı yeniden özgürlükçü temelde kurmalıyız. Politikamız da bu içerikte olmalı. ‘’Arendt’e göre politik varoluş, veri olan halden çıkılması, içine doğulan niteliğin değil, kurulan edinilen bir niteliğin yaratılması demek’’. Demek ki politika insanın özgürlükçü varoluşunu engelleyen, onu tali durumda bırakıp işlevsiz kılan temelde olmamalı.

Politika insanın kendini geliştirdiği içinde kendini bulduğu bir eylem durumu yaratmalıdır. Sistemin insanı cenderesine alan kalıpları ancak böyle kırılır. Özgürleştirici olmayan ve insanı araç olarak kullanan ‘’politika’’nın insani olmadığını kanıtlayan yeterince veri varken sisteme karşı mücadele verdiğimiz alanlarda ortaya çıktığında da aynı direnci göstermek varoluş hakkımız olmalı.

Özgürlükçü politika mücadele verdiğimiz alanlarda herhangi bir soruna el çabukluğu ile el atmak değil onu hayatımızla bağını kurarak ele almaktır. Başka türlü özne olmak, özgürleşmek ve özgürleştirmek mümkün olmamaktadır.

Yüzyıllardır siyaset sahnesinde verili kalıplar içinde yapılan‘’politika’’yı onların elinden alarak hayatın içine taşımak, kadın erkek hepimizin varlıksal görevidir. Gelenekçi siyaset, iktidarcı siyesetten radikal bir şekilde kopulmadığı sürece karşıtına dönüşme riski her zaman vardır.

Hayatın dışından sürdürülen ataerkil siyasetle bağlarını hakikatçi temelde kesmeden özgürlükçü mücadele sürdürmek olası değildir.

Geleneksel kalıpların dışına çıkıldıkça özgürlük alanları genişliyor. Rojava deneyimi incelendiğinde bunun bariz örneklerini bulabiliriz.

EN SON EKLENENLER