İnsan Doğa ve İnanç

“Yalan söyleyip birini gülümsetmektense, gerçeği söyleyip ağlatmak daha iyidir.”

Paulo COELHO.

İnsanlık tarihi sorunsuz, acısız, kolay ve doğruluk zemininde şekillenmedi. Günümüze çok ağır bedeller ödenerek ulaşıldı. İnsanın gelişimi, doğa ve güçlerinin insan unsuru üzerinde etkin olduğu tarihte, insan bir taraftan doğa ile çatışırken, diğer taraftan da doğadan beslenerek hayatta kalabilmek için yaşam serüvenini sürdürmeye çalışıyordu. Diğer canlılar gibi doğanın bir parçası olan insan, aklı sayesinde kendine ve doğal yaşama yön vermeye ve doğaya hâkim olmayı başardı. Bu bağlamda insanın düşü algısı ve zekâ gelişiminin ilk temas kurduğu alan doğa ve doğadaki yaşamı oluyor. Bir yere kadar çok doğal seyir içinde ilerleyen insan ve doğa ilişkisi, ne zamanki birileri çıkıp “ben üstünüm, benim varlığım herkesin varlığı üstündedir” dediyse, işte o vakit zalimler toplumun hayatına, haklarına, kültürlerine, inançlarına ve sosyal ilişkilerine darbe vurmaya başladı.

İnsanlık tarihi aynı zamanda zalimlerin kendi egemenliklerini ve kendi kimliklerini farklı olana zor ve zulüm ile dayatmasının tarihidir. Bu zulüm ve dayatma hiç durmadı. Toplumların ve insanın kendi kimlikleri ile var olma mücadelesi günümüze kadar devam etti ve edecek gibi de gözüküyor. İnsan topluluklarının tanrılarla kurdukları ilişkide birebir yaşadıkları topraklarda ve bu toprakların, fiziki koşullarından tutalım, sosyal koşulların, barınma ve beslenme ihtiyaçlarına kadar, iklimlerin doğa ve insan üzerindeki etkilerine kadar şekillenmesine vesile olmuştur. Bu bağlamda insanın çok tanrılı dini, inanç biçimini doğayla ilişkilerinde birebir var ederek gelmiştir. Bu tanrısal varlık, insanın kendi varlığının iç çatışması ve doğaya yüklediği anlamlar üzerinden çok tanrılı inanç biçimi yaşamları ile doğrudan ilişkili bir sosyalleşme biçimidir. Bu doğal seyir gidişini de insanlar içinden birileri çıkıp, çok tanrılı din anlayışına karşı tek tanrılı dini geliştirip tanrının gökte olduğunu ve yerdeki temsilcisinin de kendisinin olduğunu ilan eden Tanrı Krallarla kural bozulmuş oldu.

Tek tanrılı dinlerin temelinde toplumu tek güce inandırmak bu eksende yeryüzünde halkı yöneten bir sınıfın tohumlarını da atmış oluyordu. Amerika’nın etkisindeki Latin Amerika’nın Maya inancı, Asya’da ki Budizm, Orta Asya’da ki Şamanizm ve Mezopotamya’da ki Zerdüşt dinleri, çok Tanrılı dinlerdir. Musevi dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, bu dinler toplum üzerinde etkinliğini arttırdıkça çok tanrılı dinler ve buna inanan halk kitleleri de hedef hâline gelmiş oldular. En son Din olan İslamiyet, Arap yarım adasının kavurucu sıcaklığında ortaya çıktığında, Arap kabileler de doğadan edinip yaptırdıkları çok çeşitli şekillerdeki cisimlere (put) inanıyorlardı. Bu inanç biçimi de yine doğadan devir alınan, birden fazla putların varlığından oluşan çok tanrılı inançlarını yansıtıyordu. Kızılbaş-Alevi inancı da sosyal-kültürel-felsefi yaşam anlayışı ile ve inançsal olarak doğrudan doğayla iç içedir. Alevi inancına bağlı topluluklar doğayla et ve tırnak gibi birbirinin ayrılmaz parçalarıdır.

Çok tanrılı inançlarını gönüllü olarak ya da baskı ve zor yolu ile terk etmekle karşı karşıya kalan insan toplulukları yeni sisteme (İslam) biat ederken, buna karşı direnen ve eski inancında ısrar eden topluluklarda yeni feodal egemenlerin hedef kitlesi durumunda kaldılar. Yeni inancı kabul etmeyen kümelere, iki seçenek kalmıştı ya katledilmek, ya da sürgün edilmek. Gücünü inançtan alan, inancı iktidar aracı yapan ve sömürü hâline getiren egemenler, sistemin dışında kalan farklı inanç grupları üzerinde her dönem baskı uyguladılar.

Son yedi yüzyıllık tarihe baktığımızda egemen inancın karşısında Kızılbaş-Alevi inancına sahip toplulukların olması nedeniyle, baskılar ve zalimlikler doğrudan bu topluluklara uygulandı. Kızılbaş-Alevi inancı egemen inanca temel temele zıt olması sebebiyle, yüz yıllar sürecek bir zulümle (katliam-sürgün) yüz yüze yaşamak zorunda kaldı. Osmanlı döneminde uygulanan baskı-inkâr, asimilasyon, katliam, sürgün ve etkisizleştirme çabaları Cumhuriyet döneminde de (90 yıl) devam etti. Asırlardır ve yıllardır bu iki zihniyettin derdi, Alevilerin hak ve özgürlüklerini, eşit yurttaşlıklarını tanımak değil, inkâr etmek, asimilasyona tabi tutmak, yeniden başka bir kalıba dökmek yani başkalaştırma, eritme-çürütme mankurtlaştırma derdinden başka bir şey değildir.
Hakikat böyleyken, Alevi Yol önderi olan Mürşidler ve Pirler (Dedeler), Alevi nüfusun büyük bir çoğunluğu, Alevi kurum yöneticileri ve Alevilik ve Aleviler adına yazı yazar-çizerlerin çoğunluğu bu gerçekle yüzleşmek istemiyor. Oysaki demokratik laik bir ülke diliyorsak ve istiyorsak, eşit yurttaşlık talebinde ısrar edeceksek, 1924’te kurulan tekçi-inkârcı, asimilasyoncu rejimle topyekûn yüzleşmek gerekiyor. Alevilik inancını ve Alevi toplumunu yok sayan, asimilasyona maruz bırakan rejimi-düzeni sorgulamak yerine yaşanılan haksızlıkları, engelleri ve tüm sorunları sadece zamanın iktidarlarına mal etmek ne kadar doğru ve akılcıdır? Alevilerin karşılaştıkları engeller iktidarlardan ziyade rejim ve sistem sorunu değil midir?

Ne yazık ki, tekçi-inkârcı, asimilasyoncu rejimin-sistemin sorgulanmasının ve bu rejimle yüzleşilmesinin önünde engeller oluşturma görevi yine bu toplumun içinde çıkmış kimi ‘menfaat-çıkar ve siyasi kariyer düşkünü’ şahsiyetler (kişilikler) yapmaktadır. Bu engellemeyi yapanlar, gericilik korkusunu istismar ederek ve kullanarak (ölümü gösterip sıtmaya razı etme) Aleviliği, bütünsel bir demokrat, özgürlükçü-eşitlikçi felsefik-kültürel anlayışından uzaklaştırarak, salt gericiliğe karşı yıllardır Alevileri mevcut tekçi, inkârcı, asimilasyoncu sistemin-düzenin savunucusu-bekçisi yapmaya çalışılmaktadır. “Ağaç baltaya demiş ki; ben senin beni kestiğine değil, sapının benden olmasına üzülüyorum” bu özlü deyim bu kişilikler için söylenmiş ola gerek.

Tabii ki, geldiğimiz noktada tekçi, inkârcı rejimin devamı olduğunu ve 1924’te kurulan rejimle hiçbir sıkıntısı olmadığını her daim beyan günümüz iktidarı da eğitim sistemiyle Aleviliği dinsel çerçevenin içine sıkıştırarak yok etmek istemektedir. Bu durumda apaçık ve aleni bir şekilde ortadadır. Yanlış olan bu politikanın da sorgulanması ve demokratik çerçevede eleştirilmesi en doğal yurttaşlık hakkımızdır. Yalnız unutulmaması gereken tek şey var o da tüm zamanlarda yapılanların devlet politikası olarak yapıldığı gerçekliğidir. Aşk İle.

EN SON EKLENENLER