‘Kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadı’

7 Mayıs’ta İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilecek olan İlker Köklük’ün yazıp yönettiği Birol Hanbayat’ın oynadığı İş filmi yeniden işçi ölümlerini hatırlatıyor… Bu hatırlatmada Köklük “kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadı” diyor. 

 

 

Kötü bir dönemden geçerken, sanatını her şeye rağmen devam ettirenler bugünlerde bize de umut oldu. Her sıkışmışlıktan bir ışık doğar ya, Aksine Tiyatro da öyle…

Gezi direnişiyle birlikte tiyatro oyunlarıyla ve kendi ekibiyle yola devam eden Aksine Tiyatro oyunlarından sonra kısa metraj filmleriyle de adından söz ettiriyor.

7 Mayıs’ta İşçi Filmleri festivalinde gösterilecek olan İlker Köklük’ün yazıp yönettiği Birol Hanbayat’ın oynadığı İş filmi Aksine Sahne’nin önemli filmlerinden biri.  Film, bir tersane işçisinin işsiz kalmasıyla bir Pazar kahvaltısında tanıştığı karıncayla olan diyaloğunu anlatıyor…

Daha çok kendilerine dert edindikleri konulara gündeme getiren Aksine Sahne, kadın erkek ilişkilerini anlattıkları Sıkıntı, yine kadın cinayetlerini konu edindikleri Unuttum adlı kısa metraj filmleri bulunuyor… Tiyatroları ise sezon boyunca seyircisiyle buluştu.

Gezi Direnişi öykülerinin yer aldığı Aradığınız Topluma Ulaşılamıyor ve yine iş dünyasına uzanan, kapitalizmi eleştiren Sevgili Pazartesilerim oyunlarından bazıları…

Aksine Sahne’nin yaratıcılarından biri olan ve İş filmini yazıp yöneten İlker Köklük ile bir araya geldik. Hem tiyatroyu, hem Aksine Sahne’yi hem de bugünün sanatını konuştuk.

GÜLŞEN İŞERİ

Aksine Tiyotra’yla başlarsak, pek çok tiyatro sahneye koydunuz, şimdi de kısa metraj İş filmi… Toplumsal bir derdi sahneye taşımak zor değil mi?

Hayatta ki duruşumuz da, sanata bakışımız da böyle. Aksine Tiyatro’yu kurma nedenlerimizden biri de bu zaten. Oyunlarımızı yazarken de hep şu temellerde ilerledik: Bugünün Türkiye’sinde bugünün insanın yaşadığı dünyayı anlatmak. Temel hedefimiz bu. Hayatın içinde olmak, her gün sıradanlaşan yozlaşmaların aksine işler yapmak ve bu işleri özellikle sanata ulaşma şansı olmayan insanlardan oluşan kitlelere ulaştırmak.

– Oyunlarınıza baktığımızda bugünün Türkiye’sini görüyoruz. Sanattan uzaklaşılan bir yerde derdinizi sanatla anlatmaya çalışıyorsunuz…

Sanattan uzaklaşmak! Daha kötüsünü düşünemiyorum. Başımıza gelecek en kötü şey bu. Sanattan ve bununla bağlantılı olarak özgür düşünceden korkanlardan uzak durmalıyız, sanattan değil. Tam da bu yüzden sanat kimsenin tekelinde olmamalı. Halkın her kesimi sanata bulaşmalı, sanatın her türü halka bulaşmalı. Ancak bu yolla yaşadığımız zamanı, yaşanır bir zaman haline getirebiliriz bence. Ben de bu yüzden üstatlarımın eleştirilerine kulak asmayıp, yazarlık kariyerimi düşünerek değil, Aksine Tiyatro’yu düşünerek yazdım oyunlarımı. Mesela bu sezon repertuarımıza eklenen oyunumuz “Aradığınız Topluma Ulaşılamıyor” bir üçlemenin son oyunu ve bu üçleme üretim terörü ile tüketim terörünün dünyayı getirdiği korkunç tablo içinde bir umut ışığı olarak Gezi direnişini anlatıyor. Son oyun “Aradığınız Topluma Ulaşılamıyor” da bir beyaz yakalı ile bir gazetecinin yolları Gezi Direnişi’nin ortasında bir barın alt katında kesişiyor. Biri satış hedeflerini tutturamadığı, diğer ise Gezi Direnişi’nin haberini yaptığı için işinden olmuş bu iki adam o gece bu direnişin şok etkisine uğruyorlar.

IMG-20160416-WA0007-Peki İş’e gelirsek, 7 Mayıs’ta İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilecek… Kısa merrajlı bir film. İşçilerin işsiz kaldığı, işçi ölümlerin arttığı bir dönemde çektiniz. Bu bir tesadüf müydü yoksa hep aklınızda var mıydı?

Eskiden beri işçi cinayetlerine karşı bir iş yapmak istiyordum, bugün iş adında bir filmle gerçekleşti bu. Üniversite yıllarında bir sendikada çalışmalar yürüttüm. Çöp işçilerinin bir direnişi olmuştu Bursa’da. O direniş sayesinde işçilerin çalışma koşullarını ve uğradıklarını haksızlıkları görmüştüm. Elbette hayata dair gözlemler yapıyoruz, ama birebir içinde olmak gerçekten farklıydı. Mesela üç kardeş vardı o direnişe katılan çöp toplama işçilerinin arasında. Üçü de zihinsel engelliydi. O dönem Bursa’nın en zengin adamlarından biri olan patronları onları paranın rengiyle kandırıyordu. Mesela 10 lira kırmızı renk, 20 lira yeşil renk gibi. Kırmızı olan yeşilden daha büyük diyordu ve maaşlarının onda birini veriyordu onlara bu yolla. Buna benzer trajediler ne yazık ki saymakla bitmiyor bu ülkede.

– İşçilerin arasında bulunmak sizi etkiledi diyebiliriz o halde?

Tabi ki. Vicdanı olan kim şu anlattığım gibi bir duruma karşı sessiz kalabilir ki? Yazdığım ilk oyun olan “Mendil Alır mısınız” da sokakta çalıştırılan çocuklar hakkındaydı ve Ahmet adında tartıcılık yapan bir çocuğun yaşadıkları üzerinden kurgulandı. Çevrenize bakmak artık cesaret istiyor bu ülkede, çünkü nereye baksanız kafanızı başka tarafa çeviremeyeceğiniz bir trajedi ile karşılaşıyorsunuz. Bu serüven içinde bir süre sonra dahil olduğum beyaz yakalıların problemlerini de anlatmaya çalıştım, ağır işlerde çalışan işçilerin de; “İş” de onlardan biri.

 -İş kısa metraj ve bir sürü soruna değiniyor… Ki bu ülkenin kanayan yarasıdır işçiler

AKP iktidarından sonra Türkiye’de biliyorsun iki şey rekor kırdı: İşçi cinayetleri ile kadın cinayetleri. İşçi cinayetlerinde ve işçi ölümlerindeki artışın tesadüfi bir sonuç olduğunu kimse söyleyemez. Ortada sistematik olarak uygulanana bir şiddet var. Rakamlar ortada, yasalar ortada, yok saymalar ortada. Biz bu sonucu işliyoruz İş’de de…

İŞÇİ ÖLÜMLERİNİN NEDENİ SINIRSIZ AÇ GÖZLÜLÜK!

-İş tersanede çalışan ve işsiz kalan bir işçinin hikayesini anlatıyor, genel olarak anlattığınız hikaye bütün işçiler için geçerli mi? Bunu düşünerek mi yola çıktınız?

Tersane’de işçi ölümlerinin Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri olması gerekirken olamadığı bir dönemdeyiz. O insanalar inanılmaz çalışma koşulları yüzünden öldüler. Tersane patronları o ölümlerle dalga geçti. İşçilerin cahilliğinden dem vuruldu, köyden geldikleri için önlemleri alamıyorlar, iskelelerin üzerinde durmayı başaramıyorlar denildi. İskelelerin çöktüğü gerçeğinden bahsedilmedi, çalışma saatleri ve koşulları gizlendi. Gerçekten vicdanı olan herkesin müdahale etmesi gereken bir insanlık ayıbı bu. Sadece tersane için değil, bütün işçiler için geçerli tabi ki. Madenlerde inşaatlarda yaşanan ölümler hep sınırsız açgözlülükler yüzünden alınmayan önlemler yüzündendi.

-Bir işçinin bir günü anlatılıyor sanırım değil mi?

İşten atılmış bir tersane işçisinin mütevazı kahvaltısına konuk oluyoruz “İş”de. Kahvaltı sırasında iş ilanlarını tarıyor ve iş ararken bir karınca ile karşılaşıyor. Bu tanışmadan sonra o gecekonduda beraber yaşadıkları o kısacık zaman dilimindeki olayları anlattım filmde.

-Karınca ve  işçi arasında ironik bir bağ kurdunuz… Bu bağı nasıl anlatırsınız?

İkisinin de hikayesi bir biriyle örtüşen hikayelerdi. İkisi de çalışkandı, ikisi de hayatın içinden geliyordu. İkisi de hemen hemen hiçbir şeyle ilgilenemeyecek şekilde ekmek parasının peşindeydi. Karınlarını doyurmak zorundaydı. İkisi de bunu yaparken yüksek oranda ölüm riski taşıyorlardı. Karıncanın yaşadıkları, adamın kendi hikayesiyle kurduğu özdeşleşme, işçinin hayatı çok daha güzel yerden görebildikleri çok daha basit ama çok daha önemli bir açıdan görebildiğini anlatmaya çalıştığım bir hikaye İş…

BİR İNSAN MADENE BOŞUNA İNMEZ!

 -Karınca hikayesi, işçi hikayesi… Bu hikayelerle nereye varmaya çalışıyorsunuz?

Aslında trajedi ortada duruyor, gözümüzün önünde, ama sıradan hayatımızın dışına çıkıp bakmadıkça göremiyoruz onu. Bursa’daki işçi direnişi benim için o sıradanlığı kıran dönemdi. Aynı hikayeler gün geçtikte sertleşerek yaşanmaya devam ediyor. Torunlar Center’da asansörün düşmesi sonucu 10 işçinin ölmesi… Alınması gereken önlemlerin alınmaması, madenlerde yaşam odası denilen odanın yapılmaması, ufacık maliyetler gerektiren bu önlemlerin alınmamış olması yüzünden, insanların ölmesi, aç gözlülük, bunun karşısında inanılmaz bir çaresizlikle çalışan işçiler. Bir insan madene boşuna inmez, bu şartları boşuna kabul etmez… Aç bıraktılar, yoksul bıraktılar… Ben iktisat okudum, gelir bölüşümündeki adaletsiz oranının ölçüldüğü tablolar vardır. Gerçek değerlerle bu tablolar Tüm Türkiye toplumu için oluşturulabilse inanılması güç sonuçlar çıkacaktır ortaya. AKP’den sonra da devam eden bir yol bu; zengin inanılmaz şekilde zenginleşirken fakir aynı ölçüde fakirleşiyor.

-Türkiye işçi olmak da bu fakirleşen bir yolun sonu mu oluyor?

Tabi ki. Mesela mevsimlik işçi olarak tarım sektöründe 15 gün çalışabiliyorsan devlet seni işsiz olarak saymıyor. İşçinin işsizliği 365 günün 15 günü için girebiliyor Akp’nin dönüştürdüğü istatistik kurumunun istatistiklerine. İşçi açısından tam bir çaresizlik, başka neden bahsedebiliriz… Bu bir suç, şartlar böyle, koşullar böyle diyerek bunun kabul etmemek lazım. Bu bir cinayet, ölen belli, öldüren belli. Buna karşı sesimizi çıkartmamız lazım.

Sanat ne kadar etkili bu sesi çıkartmakta?

Sanattan neden bu kadar korkuyorlar? AKM neden kapalı hala? Sanatın çok büyük bir iyileştirme gücü var toplumsal hastalıkların üzerinde. O bir panzehir. İşte bu yüzden sanat hayatın dışında kalmamalı. Tam içine bulaşmalı. Bıçak sırtı bir konu aslında. Sanatta yaptığımız işin kalitesi çok önemli bir yandan. Hayatın içine bulaşmak derken hayatın rutini haline getirdikleri yozlaşmayı sanat dili haline getirmeyi kastetmiyorum. Tam tersine gerçek sanat hayata bulaştığında onun dilini ve yaşam kalitesini yükseltir.

GÜNEŞİ BALÇIKLA SIVAYAMIYORSUNUZ

 -Peki siz bu riski doğru yönetebildiniz mi? Doğru sanat diye bir kavram var mı?

Doğru sanat yapılmıyor, o çok net! Hayatın yaşadığı çıkmazı sanat da yaşıyor bence. Kaldı ki o çıkmazı önce sanatçılar kırmalı, ama şu suni umutsuzluk bulutu öyle bir çöktü ki insanlığın üzerine özgürce düşünmek büyük bedeller ödemeyi gerektirir oldu. O yüzden de sanat da bir sektör artık. Çoğunluk kariyer peşinde. Topluma ulaşmak, toplumu dönüştürmek, topluma doğru yerden seslenmek çoğu zaman önemsenmiyor. İnsanların bireysel kaygıları her şeyin önüne geçiyor.

– İktidarın yaptıklarının dışında biraz da bireysellik mi ön plana çıktı diyorsunuz?

Stanislavski’nin bir sözü vardır, sanatı kendinde sev, kendini sanatta degil der. Ama Türkiye’de sanatçılar kendilerini sanatta seviyorlar daha çok.

-Tüm bunlar yaşanırken sanat yine de kendi var ediyor, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bu konuda da güzel gelişmeler de yaşanıyor, bu durum bir dönem tiyatroda tıkanmaya neden oldu ve şimdi mesela Taksim’de, Kadıköy’de, bir çok yerde küçük sahneleri olan, alternatif işler üreten en önemlisi kendi oyunlarını yazan, bugünün dili olabilen tiyatrolar ortaya çıktı. Aynı şeyi bizde yaşadık, tiyatrolarımız kapatıldı, bir yerlerde engellendik, onlara karşı kendi mekanlarımızı yarattık. Kendi işlerimizi üretmek durumunda kaldık. Güneşi balçıkla sıvayamıyorsunsuz, siz ne yaparsanız yapın doğru bir şekilde bir gün ortaya çıkıyor. Ve böyle bir açılım meydana geldi.

Tiyatroda alternatif mekanların, alternatif metinlerin yeniden ortaya çıkmasını bir umut olarak mı görüyorsunuz?

İlerisi için önemli bir adım bence. Biz de bu dönemin aslında geçici bir dönem olduğunu, tarihte bu ve buna benzer dönemlerin yaşandığını, sıkışmışlıkların olduğunu, en sıkışmış dönemlerden bile çok güzel şeyler doğduğunu biliyoruz. Bu dönemlerde geçecek… Ona göre hareket etmek gerektiğini düşünüyorum.

UMUTSUZLUĞA KAPILMADAN YOLUMUZA DEVAM EDECEĞİZ

-Ne yapılmalı sizce?

Vicdanlı insanların evlerine kapanmaması gerek… Bence en kritik nokta bu. Aslında çok var vicdanlı insan bu ülkede, ama onlar televizyon dizisi izliyorlar ve o diziler onların vicdanlarını törpülüyor. Buna engel olabilmek için hayatın tam içine girmek, o hayatın içinden bir şeyler üretmek gerek diye düşünüyorum. O yüzden de bu tür insanlardan oluşan seyirci kitlemizi her geçen gün büyütmeye çalışarak umutsuzluğa kapılmadan yolumuza devam ediyoruz.

-Tiyatroyu uzun yıllardır yapıyorsunuz ama aynı zamanda da sinema var…

Tiyatro temel sanatımız, sinemada daha yeniyiz. Müzikte yapıyoruz ayrıca Aksine Sanat yapısı altında. Her işimizin kendine has bir dili ve kitlesi oluyor. O insanları Türkiye tiyatrosunun tarihi mekanı Tepebaşı’ndaki ufak mekanımızda bir araya getirmek bizim için paha biçilmez bir mutluluk. Aksine Sinema yıllardır alt yapısı oluşmakla birlikte sevgili dostumuz senarist Tamer Baran’ın katılımı ile ivme kazandı. Şu ana kadar 5 kısa metraj film çektik.

-Bir yandan sanat yaparken öte yandan toplumsal sıkışmışlık devam ediyor. Umudu nasıl diri tutuyorsunuz?

Umarım bir gün ölen işçileri değil, haklarını kazanan işçilerin belgesellerini çekiyor oluyoruz ve o günler gelecektir mutlaka… Hak mücadelelerinin verildiği alanlarda aklımda hep şu soru oldu yıllarca, Acaba bir gün polislerden daha kalabalık olabilecek miyiz? Sonra kimsenin beklemediği bir anda Gezi Direnişi yaşandı. Umudu şöyle koruyordum öncesinde, toplumlar tarihi adına okuduğum ne varsa, bütün kitaplarda şu vardı; toplumlar dönüşmek zorunda. Sonsuza kadar bu böyle gitmeyecek. Biz de ilk işareti gördük. Dibe çöker gibi göründüğümüze bakmayın, büyük bir kalkışın arifesindeyiz. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadı neredeyse.

-Projeleriniz devam edecek mi?

Seçim adında bir kısa filmimiz daha var. Kurgusu devam ediyor. Uzun metraj projelerimiz de var. Kısa metraj filmlerimiz uzun metraja hazırlıyor bizi. Derdimizi anlatma maceramız bitmeyecek zaten…

EN SON EKLENENLER