MBereket Sokağı’nda bir Haziran sabahı. Balık ve rakı kokularının birbirine karıştığı Şirinevler’nin bu sokağında çıt yok. Meyhanelerin kapıları akşam curcurnasının yorgunluğunu yansıtır gibi sessiz. Binali Dayı, meyhanelerin arasında bulunan kahvenin ocağını yakmış, sandalya ve masaları yerleştirerek güne hazırlaniyordu. Merdanali, kahvenin sakin bir köşedesinde virgül gibi kıvrılmış uyuyordu. Binali dayı Merdanali’ya bakıp ‘‘garibim‘’ dedi, sonra yanına gitti ve dürttü:
‘‘Kalk gayri.’’
Merdanali usulca kımıldadı, göz kapaklarını peş peş açtı kapatı. Uykuyu bir türlü savamiyordu. Tekrar uykuya dalmak üzereydi ki Binali Dayı daha sert bir sesle:
‘‘De kalk, git ekmek al, kahvaltımızı edek.’’
Merdanali canlandı birden. Çayocağının musluğunu açtı, elini yüzünü yıkadı, uykuyu savdı. Sonra Binali Dayı’nın verdiği parayı aldı, bir koşu fırına gidip, geldi. Peynir, zeytin ve buğusu tüten sıcacık ekmek.
Binali Dayı:
‘‘Dışarı çayları yetştirirsin gayri’’.
Merdanali:
‘‘Hee’’ dedi, ‘’yetiştiririm.’’
Binali Dayı:
‘‘Bundan sonra şarap verirlerse alma, para versinler, tamam mı?’’
Merdanali:
‘‘Kimisi şarap veriyor, kimisi para.’’
Kahvaltı keyfi sona ermişti. Merdanali şarap, Binali dayı Dayı kirayı düşünüyordu.
**
İşportacılar, simitçiler, balıkçılar yavaş yavaş tezgahlarını açarak güne hazırlanıyorlardı. Sabahın sessizliğini ardı ardına kepenk sesleri bozuyordu. Binali dayı kirayı unutmuş, çay yetiştirme telaşına düşmüştü. Meyhaneciler, telaşsız; ne de olsa akşama daha çok vardı. Binali Dayı, bir taraftan çayları yetiştirirken diğer taraftan Merdanali’ya takılıyordu.
‘‘Biliyor musun? Merdo. Dıno senin şaraplarını çalıyor.’’
Merdanali:
‘‘Naapim, çalıyor işte.’’
Dıno, kafasında sayısız kırık, yüzünde bıçak izileriyle, deli bozuk hin bakışlı, tilki burunlu tekin biriydi. Karanlık basınca derme çatma boya sandığını çayocağının yanına bırakır, fırsat buldu mu Merdanali’nın şarap zulasına uzanıyordu. Medanali, ne kadar kurnazca saklasa da Dıno ne yapıp, ne edip şarapları bulur ve çaktırmadan boya sandığının arkasına atardı.
**
Sabahın çay telaşından sonra rahat bir nefes alan Binali Dayı. Kirayı unutmuş, yeşil örtülü masalarda çaylarını yudumlayan müşterilerine gençliğinde ki yaramazlıklarını anlatıyordu:
‘‘Ne günlerdi be! Kocaman bir kahvehanem vardı. Her gün yedi sekiz masada kumar oynanırdı. Daha dün gibi; hiç unutmam. Bir defasında kareyi ben tamamlamıştım, parti de büyüdükçe büyüyordu. Her kart çekişte elim bir güzel düzeliyordu ki sorma… Parti yapmam an meselesiydi. Bir iki el sonra Yedili Karo’ya kalmıştım. Lakin lahnet kart bir türlü gelmiyordu. Bir gelse kurtarıcı kart, parti yapar tüm zararımı kapatır, rahat bir nefes alırdım. Bir ara gözüm ilişti, Yedili Karo solumdakinin elindeydi. Ne ki herif kararsız, her defasında kartı atar gibi yapıyor, sonra vaz geçiyordu. Sabrımla sevincim iç içe, içim heyecan fırtınası. Yeniden kart atma sırası gelince solumdaki sünepeye heyecanım kabardıkça kabarıyor, nefesim kesiliyordu. Atmayınca da tüm umutlarım yıkılıp gidiyordu. Ne ki İçimde ki o heyecan fırtınası dinmek bilmiyordu. Kağıt atma sırası gelince sünepeye heyecanım yeniden kabarıyordu. Tepemdeki seyirci, sünepenin beceriksizliğine mırıldanarak alaylı alaylı sırıtıyordu. Dayanamadım kovdum tepemdekini. Heyecanım bir kaç el öyle devam etti. Sonunda karşımdaki kağıtlarını açarak parti yaptı. Çaresiz, heyecanım ve umutlarım hepten yıkılıp gitmişti. İşte o an o stresle o sünepenin elindeki Karo Yediliyi çekip aldım ve adamın yüzüne zehirli bir bakışla; ‘‘ulan’’ dedim ‘‘bunu atmiyorsun da….’’ Nihayet deste içinde ki diğer yedililerle birlikte o yediliyi masanın üzerine serip bastım kurşunları. Dan dan dan…”
Müşteriler hep bir ağızdan:
‘‘Vay beee…’’
Binali Dayı:
‘’Polisler o saat damladı, aldılar beni. Olay gazetelerde haber olmuştu Yedili karo’ya kurşun…’’
**
Merdanali, Binali Dayı’nın akşam telaşından faydalanarak, elinde şarap şişeleriyle ufaktan ufaktan sıvışmaya başladı. Şirinevleri’nin üst geçidini geçip, Ataköy sahiline indi ve bir ağaca sırtını verip oturdu. Şişelerden birini dikiti kafasına. Güneş, ateşten bir top gibi Marmara mavisinin bittiği çizgide batmak üzereydi. Biraz ileride, denizin üzerindeki cumhurbaşkanlığı köşkü, çocukluğunun geçtiği beyaz konaklarını anımsattı. Derin bir iç çekti, gözleri ıslandı, bir daha dikti şişeyi kafaya.
**
Merdanali, köyün zengince sayılan bir babanın ikinci evliliğinde dünya’ya gelen adaklı tek erkek çocuğuydu. Bu yüzden Merdanali’nin tanrının bir lütfu olduğuna inanılıyordı. İsmini de adaklığından almıştı. Gelenek gereği adaklı erkek çocuklar oldukça nazlı büyütülür, saçları yedi yaşına kadar kesilmezdi.
**
Merdanali çocukluğundaki konaklı günlerinin düşü içinde gezinirken az ileride sevgilisiyle öpüşen hippinin uzun saçları, saçlarının dua ve deyişler eşliğinde kesildiği anı ve o an anne ve babasının gururlu duruşları belleğinde canlandı. Duygularının daha da yoğunlaştığı o an kendi kendine mırıldanarak sorular sorup cevaplar vermeye başladı:
‘‘Nerede onlar şimdi? Nerede olacaklar, öbür dünyadalar…’’ derken içini bir sızı yoklayıp geçti. ‘‘Oysa onlar benim rahat yaşamam için gecesini gündüzüne katıp, çalıştılar. İyi ki şimdi şu zavallı halimi görmeden göçüp gitmişler’’ dedi ve bu defa beynine oturan ‘‘ölüm’’ hakkında felsefeye daldı:
‘‘Hep ölüyorlar işte…,’’ dedi. Balıkçıların elinde ki oltaların ucuna takılı balıklara baktı. ‘‘Bu balıklar da bir daha denize dönemeyecekler, yaşamlarını oltaların ucundaki minik bir yem parçası uğruna sonlandırıyorlar. Tıpkı anam ve babam gibi…’’
Yüzünü gökyüzüne çevirdi, ‘‘gökte de mavi deniz de mavi,’’ dedi. kalkmaya yeltendi, sendeledi, düştü. İkinci denemede zorlanarak doğruldu. Demirlenmiş gemilerin ışıkları dalgalarla kol kola dans eder gibi idiler. Sokak lambalarının altında yalpalanan gölgesiyla birlikte yürüdü, önündeki adamı yandan iteleyerek geçti. Şarap kokusu adamın burnunu yaladı.
Adam:
‘‘Ne yapıyorsun hemşerim,’’ dedi.
Merdanali, kekeliyerek:
‘‘Gök de mavi, deniz de mavi.’’
Oltacılar toplanıverdiler Merdanali’nin başına ve hep bir ağızdan: ‘‘Eeee…,’’ dediler.
Merdanali:
‘‘Balıklara olta atıp öldürüyorsunuz’’.
Oltacılar yine hep bir ağızdan:
‘‘Eeee…’’
Merdanali:
‘‘Yukarıda ki da insanlara olta atıp, öldürüyor…’’
Merdanali, sallandı, dengesini kayb etti, düştü. Düşerken, “İnsanlarda olta atanı görmüyor, balıklarda görmüyor. Göremezler elbet,’’ dedi.
Merdanali düştüğü yerde kıvranıyordu. “Yazık’’ diyenler Merdanali’yi kahveye taşıdılar. Sonra başına kova kova soğuk su döktüler.
Binali Dayı, ‘‘bu bizim Merdo olmalı’’ dedi ve başına koştu, peşinde Dıno. Binali Dayı, usulcacık Merdanali’nin başını kaldırıp dizinin üstüne aldı. Dıno, ‘‘Ben dememiş miydim, bu herif içmeye gitti.’’ Merdanali sayıklar gibi: “Gök mavi, deniz mavi. İnsanlar da balıklar da ölüyor. Balıklar da görmiyor, insanlar da görmüyor olta atanları…’’ Binali Dayı’nın çökmüş yanaklarından yaşlar süzülüyordu. “Ah… bahtsız Merdom’’” dedi ve sarıldı bedenine. Dıno’nun bakışları şefkatlıydı.
Merdanali, güç anlaşılır bir sesle babasına sesleniyordu: ‘’Kara gecelerde yaşıyorum, her günüm kara bir duman, alır mısın baba beni, alır mısın baba beni…’’*
Hüseyin Özdemir
*-İsmail Gümüş’ün Boşnak Türküsünden uyarlama