Misak-ı Milli, Lozan ve yalanın saltanatı

FATİH YAŞLI

Milli Mücadelenin mimarı Mustafa Kemal 1881 doğumluydu. Mücadeleyi yürüten önder kadrodan Kazım Karabekir 1882’de, İsmet İnönü 1884’de, Rauf Orbay 1881’de, Refet Bele 1881’de, Fuat Cebesoy 1882’te doğmuştu. On dokuzuncu yüzyılın bitmesine yirmi yıldan az bir süre vardı ve bu kuşağın mensupları koskoca bir imparatorluğun dağılışına tanıklık ederek büyümüşler, bu dağılma sürecinde asker olmuşlar, cepheden cepheye koşmuşlar, siyasi bilinçlerini de böylesi karanlık ve kasvetli bir atmosferde edinmişlerdi.

1918’e gelindiğinde, yani Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, milyonlarca kilometrekare toprak kaybedilmiş, elde kala kala Anadolu kalmıştı. Avrupa’da “barbar Türkler”i geldikleri yere geri göndermekten, Orta Asya’ya sürmekten söz ediliyordu. Sevr Antlaşması, Osmanlı için başkenti İstanbul olan küçücük bir toprak parçası ve ordusuz, maliyesiz, her türlü egemenlik haklarından yoksun bırakılmış sözde bir devlet öngörüyordu.

20. Yüzyılın başında Anadolu kapkara bir yoksulluğun içinde çırpınıyordu, uzun yıllar boyu süren savaşlar neticesinde erkek nüfus azalmıştı, 1915 büyük felaketinde korkunç katliamlar yaşanmıştı, sanayileşme zaten hiç olmamıştı, sağda solda üç beş fabrika vardı, onlar da ilkel teknoloji ile çalışıyorlardı, doğru dürüst tarım dahi yapılamıyordu. İşte Milli Mücadele bu “yokluklar tarihi”nin belirleyiciliğinde yapıldı; para, asker, sanayi, tarım, hiçbiri yoktu. Osmanlı, Kemal Tahir’in ünlü romanındaki gibi bir “Yorgun Savaşçı”ydı.

Misak-ı Milli, bu karanlığın ortasında açıklanan bir irade beyanıydı ve Milli Mücadele’nin programını teşkil ediyordu. Hayalperestçe değildi, gerçekçi, rasyonel ve tutarlıydı; “Bizimdir” denilen topraklar bugünkü sınırların biraz daha ötesine uzanıyordu ve bu iddia da buralarda yaşayan nüfusun çoğunluğunu Türk ve Müslümanların teşkil etmesi olgusu üzerine temellendiriliyordu.

Misak-ı Milli savaşın başındaki irade beyanı, Lozan ise savaşın neticesinde ortaya çıkan durumun uluslararası toplum ve uluslararası hukuk açısından tescillenmesi anlamına geliyordu. Misak-ı Milli’de üzerinde hak iddia edilen toprakların hepsi Lozan’da alınamadı; çünkü bu, neticede bir güç meselesiydi. Az önce söylediğim üzere koca bir imparatorluğun yıkımına tanıklık ederek büyüyen ve yokluklar içinde savaş veren kadrolar hakikatin farkındaydılar, durumu kabullendiler, yeni maceralar peşinde koşmadılar, Anadolu coğrafyası üzerinde yeni bir ülkenin inşasına soyundular.

Lozan, Kemalist tarih yazıcılığının anlattığı gibi “Yedi düvele diz çöktürdüğümüz” bir anlaşma değilse de, fesli meczupların peşinde koşan cahil yeni-Osmanlıcıların iddia ettiği gibi bir “hezimet” asla ve asla değildi. Lozan, Milli Mücadele’nin neticesinde, İngiltere’nin arzusu hilafına olarak, Anadolu’da yeni bir ulus-devletin doğumunun uluslararası kabulüydü ve emperyalizmin bölgeye dair planlarını alt üst etmişti. Yani bugün “derin tarih” etiketli hokkabazların ve takipçilerinin zırvaladıkları gibi ne Mustafa Kemal “İngilizlerin adamı”ydı, ne de Türkiye Cumhuriyeti’ni İngiltere kurdurmuştu. Bir İngiliz gemisiyle ülkeyi terk eden ise bugünün yeni-Osmanlıcı cahillerinin yere göğe sığdıramadığı Vahdettin’di.

Cehalet ve yalanın birlikte hüküm sürdüğü yeni Türkiye’de bugün Misak-ı Milli’den “Musul’daki haklarımızın belgesi” olarak söz ediliyor ki, bu düpedüz bir uydurma. Çünkü Misak-ı Milli az önce belirttiğimiz üzere, bir niyet beyanıydı ve diğer taraflar açısından fiili ve hukuki herhangi bir bağlayıcılığı yoktu. Aynı şekilde, yine Musul bağlamında yandaş medyada dile getirilen büyük yalanın aksine, 1926 tarihli Ankara Anlaşması’nın herhangi bir yerinde, “Irak’ta yaşanacak bir istikrarsızlıkta Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e müdahale hakkı doğar” gibi bir ibare yer almıyordu. Dolayısıyla bugün ortada Lozan’ı tartışmaya açacak ve üzerine iddia yürütülecek herhangi bir hukuki belge ve zemin bulunmuyor, “Lümpen kitlelerin güç istencini ve emperyal heveslerini manipüle etme” üzerinden işleyen iktidarın hegemonyasının tesisi adına toplum kocaman bir yalana inandırılmak isteniyor.

İşin trajikomik olan yanı ise şu: Bir devlet, belki de ilk kez, kendisini uluslararası hukuk açısından meşru kılan ve bu anlamda kesinlikle “tapu senedi” niteliği taşıyan bir belgeyi, bizzat kendi yöneticileri aracılığıyla ve o yöneticilerin ikbali adına tartışmaya açıyor. Bu ise bizzat ülkenin varlığının tartışmaya açılması anlamına geliyor ve korkunç bir aymazlığa tekabül ediyor. Bugün “1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyenler Türkiye’yi 1923’ün öncesinden de daha büyük bir felakete doğru adım adım sürüklüyorlar. Bu gidişata nasıl “Dur” deneceği sorusu ise acil yanıt verilmesi gereken bir soru olarak karşımızda duruyor.

birgün

EN SON EKLENENLER