“Pıllıkdıri” Mustafa İspir

Av. HÜSEYİN ÖZDEMİR

“Biri nerede şimdi, öbürü nerde?
Ben nerdeyim?
Görünmeyen kuşlar gibi, aşarak dağı, denizi.
Yalnız hatıralar bağlıyor bizi…”  Nazım Hikmet

Alxas’ın Sevdilli köyü Karadağ’ın eteğinde, tanrının mucizesi Delikli Taş’ın (!) himayesinde, tepeden bakıldığında yama gibi duran tarlaları, solgun elma yanaklı kadınları, tütünden sararmış bıyıklı erkekleri, eşekleri, öküzleri, boz topraktan evleriyle okulsuz ve tuvaletsiz bir köydü o günlerde…

O günlerden bir gün kapı komşu Küpüş’lerin Emiş Teyze’nin “Lavık i çırga?” (Oğlan nasıl?)  sorusuna anam Pupuş: “E çırbı! (Nasıl olsun) Günboyu kızgının altında, harmanın tozu toprağı içinde dönüp duran Lavık’ın encamı böyle olurmuş zahar…” diyerek kırık bir cevap verdi.

Emiş Teyze’nin sorduğu “Lavık”  bendim. O tarihlerde yaşım yedi veya sekiz idi. Yirmi günlük yorucu bir düven işinden sonra şiddetli bir göz ağrısı beni günlerce yatağa bağlamış, dünyamı karartmıştı. Sonra bu ağrı nedeniyle gözlerim kırpışık kaldı; elimi siper etmeden bakamaz oldum. Uzun süre dünyaya öyle yarı kör bakar oldum. Bu yüzden köyde lakabım “KÖRO”ya çıktı. “Köro vara,  Köro hara…

OTURANLAR: SAĞ BAŞTAN, DR. HASAN ERDOĞAN (ŞİMDİ ALMANYA’DA DOKTOR, KOLU MUSTAFA’ININ OMUZUNDA), MUSTAFA İSPİR ( AYNİ SIRADA İKİNCİ, KRVATLI) , MUSTAFININ YANINDA OTRAN ÜÇÜCÜ ……………….. KEMAL ÖZGÜL (HARUN UŞAKLI, EMEKLİ SAVCI) , HASAN YILDIZ (SEVDİLLİ KÖYÜNDEN EMEKLİ COĞRAFYA ÖĞRETMENİ) , ………….
AYAKTAKİLER: HÜSEYİN İNCEDAL ( KÜRECİKLİ, EMEKLİ ÖĞRETMEN), ALİ DAĞLI ( YAZI TOPALLI KÖYÜNDEN, EMEKLİ MALİ MÜŞAVİR)

 

Emiş Teyze, umudu ufalan anamı teselli ederken içini de döküyordu: “Xango (bacı), Allahtan umudunu kesme. Mustafam’ın halini bilirsin; yolma yolak uğruna çağayı sütsüz, memesiz bıraktık; bir avutanı yoktu, ağlamaktan kursağı kurudu, karını yırtıldı.”

Emiş Teyze’nin “Mustafa”sı benim can dostum, yol arkadaşım Mustafa İspir idi. Anladığım, Mustafa da bebekliğinde o kadar çok ağlamış ki sonunda göbeği yırtılarak şişip kalmıştı. Mustafa’nın yırtık göbeğini karnın üzerinde ince fistanın altında top gibi görüyorduk. Yırtık göbeği Mustafa’nın da aramızda lakabı oldu. Bizim Kürtçe’de göbeği yırtık anlamında Mustafa’nın lakabı “PILLIKDIRİ”ye çıktı. “Pıllıkdıri vara, Pıllıkdıri hara…

Derler ki, köyümüzde Hakk yolunda ki kişi vardı; biri anam Pupuş, diğeri Emiş Teyze. Rivayet o ki, Hıdırellez gecesi Hızır Aleyhisselam Hazretleri yalnızca onlara misafir olur, onların yaktığı ateşte ısınırmış. Bilmem! Belki analarımızın böyle saf inançları sayesinde(!) Mustafa ile ben onca hastalıklardan kurtulduk; iyileştik. Büyüdük, insan olduk ve yaşama karıştık.

Mustafa ile aynı kader çizgisinde yürümemiz, aynı koşullarda dünyaya gelmekle ve aynı koşullarda büyümekle başlamıştı. Mustafa ile yolculuğumuz devam edecek, anlatacağım. Ancak çocukluk ve gençlik yıllarına dair bir yolculuğa çıktığınız zaman ister istemez topyekün anıların hücumuna uğrarsınız. Hele bu yolculuğu öbür dünyaya göç etmiş bir dostunuzla birlikte yapıyorsanız işiniz zor; içiniz buruk,  gözleriniz nemli olur. Sonra dönüşü de zor olur bu yolculuğun… Çünkü “Yaşama götüren kapı dar, yol ise çetindir. Bu yolu bulan çok azdır” diyor, Andre Gide.

İşte Mustafa ile başlayan yolculuğumuzun ilk adımları: Hamileyken analarımız bizlere, tutuldukları aşerme krizlerini kil yiyerek giderdiler;  iyiliğe biçimlendik… Elenmiş höllük topraklara belendik; berekete yürüdük. “Ölmeyelim diye, töremiz böyle diye”  bebekliğimizin ilk günlerinde köpek kakalı bulamaç yedik; dayanaklı  kaldık!…

Kışın buza işedik, ayaklarımızı ısıttık; donmadık… Sünnetimiz Aptal Mamo’nun kör usturasından geçti; erkekliğe adım attık. Topê ço, Hizaza, Kerballos oyunlarını oynadık; yarıştık…

İnek, kuzu güttük; yardımlaştık… Karınca yuvalarının başına oturduk, karınca yedik; karınca asidiyle güç aldık… Kengerimizi, yemliğimizi, ekmeğimizi paylaştık; kapışmadık… Söğüt dallarından düdük yaptık, ezgiler çıkardık; hüzünlendik…         Geceleri yıldızları saydık, yıldız kaymasını izledik; üzüldük.

Birlikte çift sürdük, orak biçtik, ot kırdık; geçimlik yarattık… Alıç ağacının gölgesinde yan yana uzandık; soluklandık… Başak yığınlarının gölgesinde aynı bakraçtan aynı tasla ayran içtik; yorgunluk attık… Kağnı çeken öküzlere gücümüzü kattık; işi kolay kıldık… Yılan öldürdük; korkmadık… Balık tuttuk; paylaştık… Kurban bayramlarının geleneği gece beklemelerinde kızları kolladık; kısmete heveslendik… O gecelerin kör sabahında çeşmenin yalağında “zemzem”lendik; günahlardan arındık…

Mustafa ile yolculuğumuz bu minval üzre devam ederken, 1954’te köyümüzde okul açıldı. O tarihte Mustafa 15’inde, ben 12’sindeydim. Mustafa daha önce okuma yazmayı bildiği için 2. sınıfa, ben 1. sınıfa yazıldım. İlkokulun ikinci yılında Mustafa, hariçten girdiği İlkokulu bitirme sınavlarını kazanarak Elbistan Ortaokulu’na yazıldı. Bu yüzden Mustafa ile İlkokul yolculuğumuz bir yıl sürdü. Mustafa azimliydi, durmadı. Ortaokulda girdiği sınıf atlama sınavını kazanarak ortaokulu da iki yılda bitirdi. Bundan sonra Mustafa Gaziantep Öğretmen Okulu’nun sınavlarını da kazanarak, orayı da iyi dereceyle bitirip ilkokul öğretmeni oldu. Böylece köyümüz resmi olarak Mustafa İspir ile ilk eğitimcisini vermiş oldu.

Mustafa’nın sınav maratonu bitmedi, devam etti; az sonra anlatacağım. Ancak bundan önce bu yazının konusu Mustafa’yı biraz tanıtmam gerekiyor. Ne var ki Mustafa ile birlikte yaşadığımız acı-tatlı olaylara bir de Mustafa’nın mücadeleli, maceralı yaşamını eklersek, böyle bir kısa yazıda onu anlatabilmenin güçlüğü kolayca anlaşılır. Fakat ne olursa olsun Mustafa ile yakın arkadaş olarak geçirdiğim ve hiçbir dargınlık, kırgınlık içermeyen o güzel günlere vefa borcum olarak bu işi yapmak herhalde bana düşüyor. İşte sözün tam burasında bana Mustafa’yı tek bir cümleyle anlat deseler, hiç duraksamadan onun için ilk söyleyeceğim şey, aklının uysallığına direnen ileri bir zekâya sahip olmasıydı, derim. Belki bu yüzden Mustafa’da bilgelik ile asilik iç içe ve çatışma halindeydi. Ne ki sosyalizm yolunu tutan Mustafa’nın asi tarafı daha baskın görülmeye başlamıştı. Öğretmenliğini konuşturup tarih ve toplumsal olayları analiz ederken bilge halini, hayatın diyalektik materyalizm ile ilintisini irdelerken asi tarafını görüyorduk. Sohbetlerinde de böyle idi; sohbetlerine serpiştirdiği mizah ile bilgeliğini, cezalandırma ile asi tarafını ortaya koyardı. Böyle davranmakla Mustafa’nın esas amacı emek-sermaye çelişkisinde emekçileri yüceltmek, sömürenleri cezalandırmaktı. Hele bir de teorik tartışmalara girildi mi Mustafa’nın yüzü hepten taştan bir anlatıma dönerdi. Bir asi’nin bütün halleri o an o yüzde gel-git olurdu. Marksizm’le ilgili ne var ne yok okurdu. Fikirlerine sonuna kadar sahip çıkar, asla geri adım atmazdı. İnatçıydı Mustafa. Lakin inatçılığı, fikirlerine bağlılığının ifadesi addedilerek hoş karşılanırdı. Cezaevindeki arkadaşları bu yüzden ona “Devrimin Sarp Kayası” sıfatını yakıştırmışlardı. “Faşistlerin çarpıp parçalanacağı sarp kaya” diye bir de anlam yüklenmişti Mustafa’nın bu sıfatına.

Tüm bunlardan sonra bir de anlatmadan geçemeyeceğim diğer bir doğal özelliği, Mustafa’nın matematikteki yeteneğiydi. Abartmadan diyebilirim ki, Mustafa gerçek bir “matematik dehası”ydı. Öyle ki; en ünlü matematik öğretmenleriyle yarışır, onların yarım saate çözemediği problemleri on dakikada çözer önlerine koyardı. (Matematik yeteneği Küpüşler’in genlerinde olmalı ki seneler sonra Mustafa’nın adını taşıyan yeğeni üniversite sınavlarında Türkiye birincisi oldu.)

Belirtilen bu özellikleri nedeniyle sanılmasın ki Mustafa soğuk ve ciddi tavırlıydı. Tam tersine, yüzünde hiç eksilmeyen ve her an dostluğu kucaklamaya hazır bir sevecenliği vardı. Hele bıyıklarının altında bembeyaz dişleriyle öyle aydınlık bir gülüşü vardı ki anlatamam. Sanki Ahmet Arif şu dizeleri Mustafa’yı anlatmak için yazmış: “Seni, anlatabilmek seni / İyi çocuklara, kahramanlara…

1960’lı yıllar… O yıllarda sosyalist harekettin öncüsü Türkiye İşçi Partisi (TİP) idi. TİP’in Anadolu ve Kürdistan içinde estirdiği sol rüzgâr Mustafa gibi köyden üniversiteye gelen biz öğrencileri de sarmıştı. Sonra o sol düşüncenin etkisiyle kendimizi 68 olaylarının içinde bulduk. 68 öğrenci olayları sosyalizmin şahlanış yıllarıydı. O günlerde hepimizde düş ile gerçek birleşmişti. Kafa tutan günler yaşıyorduk. Bizler kendimiz için değil, ezilenler için, eşitlik için, özgürlük için, geleceğe dair güzel günler için yaşamalıydık. Bu uğurda artık engebeli ve dikenli bir yolun yolcularıydık. Talih ve tarih bizleri böyle bir yola savurmuştu. Bu yolda adanmış yaşamlar da olacaktı. Oldu da. Deniz’ler, Cihan’lar, Çayan’lar, Cevahir’ler ve diğerleri… Abdülkadir Bulut, adanmış yaşamları o günlerde şiirleştirecekti: “Ellerimi dokunduğum her yerde / Çığlık çığlığa kıvranıyor hayat / Ve ölen arkadaşların giysilerini / Bir kere daha dürüp koyuyor analar / Çamaşır sandıklarına / Gözyaşı da çiçek açar.”

Bu idealler uğruna biz üniversiteliler 68 eylemlerinin, Mustafa ise Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) gibi sol örgütlerin ayrılmaz neferleri olmuştuk.

Yıl 1970… 12 Mart balyozunun inmesine daha bir yıl vardı. Mustafa bu kez bir taraftan sınavlarını kazandığı Bursa Eğitim Enstitüsü’nü dışardan bitirmeye çalışıyordu, bir taraftan da Bursa’nın İnegöl ilçesinin Tekkeler köyünde öğretmenlik yapıyordu. O yıl Mustafa 15 günlük Şubat dinlencesinde İstanbul’a yanıma geldi. O tarihte ben ve Hasan Yıldız Kumkapı’daki Kadırga Öğrenci Yurdu’nda kalıyorduk. Mustafa, yurtta yanımızda kalıyordu. Bir akşam Vezneciler’deki Site Yurdu’nun faşistler tarafından basıldığı yurdun mikrofonlarından heyecanlı bir sesle anons edildi. Olay yurda bomba gibi düştü. O tarihte bizim Dr. Hasan Erdoğan Site Yurdu’nda kalıyordu. Biz Kadırga Yurdu’nun devrimcileri marş ve sloganlar eşliğinde Site Yurdu’nun yardımına koştuk. 50-60 kişilik bir gruptuk. Mustafa da bizimle birlikteydi. Mustafa’ya “Mustafa sen öğretmensin ne olur ne olmaz bu eyleme katılma” dedim ise de Mustafa’yı ikna edemedim; inatçılığı tutmuştu. Beyazıt Meydanı’na geldiğimizde kaskları Fruko gazoz şişelerine benzediği için o günlerde “FURUKOLAR” diye tabir ettiğimiz toplum polisleri tarafından çevrilerek gözaltına alındık. Bu olayda Mustafa ile Beşiktaş’ta bu gün bir kısmı Başbakanlık Konutu olarak kullanılan Dolmabahçe’deki işkencehanede üç gün aç susuz göz altında tutulduk ve hatırı sayılır falakadan geçtik. Gözaltı sonrası mahkemeye çıkarılmak üzere polis arabasına götürülürken ayakta durabilmek için Mustafa ile omuz omuza birbirimize destek olmaya çalışıyorduk. Bir ara gözlerim Mustafan’ın ayaklarına ilişti, Mustafa’nın ayakabılarının dikişleri arasında kan sızıyordu. O an içimi acıtan sızının etkisiyle mırıldanarak çaresiz bir halde, sadece “İçim kanadı, delikandan / Akan kandan, acıtan kandan” –(Egemen Berköz) diyebildim.

O dayakların acısı çoktan unutuldu gitti. Lakin birlikte başladığımız bu yolculukta Mustafa beni yolun henüz başında bırakıp kendi sonsuz yolculuğuna çıktı. İşte o gidişiyle Mustafa öyle bir özlem bıraktı ki içime çıkmak bilmedi; halen sürüp gider. Tıpkı Nazım’ın dediği gibi. “Bir özlem duymalı insan, geride bıraktıklarına / yoksa yüreğine işleyen sızı nasıl döner yalnızlığına…

15 günlük dinlenceden sonra görev yeri Tekkeler köyüne Mustafa ile birlikte ben de gittim. Mustafa okulda ders başında iken, ben akşama yemek hazırlıyordum. Yemekten sonra Mustafa ile çakırkeyif, hayatı ve devrimi tartışıyorduk. Cumartesi ve pazar günleri Bursa’ya gelir,  memurlar lokalinde sağcısıyla solcusuyla ideolojik tartışmalara girerdik. Bursa’nın sağcısı da solcusu da Mustafayı artık çok iyi tanıyordu.

Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı – Darbeci General

Nihayet günü geldi, müktedirler kararlarını uyguladılar. 12 Mart balyozu tüm hışmıyla başımıza öyle bir iniverdi ki savurdu bizleri dört bir yana; kimimiz Nurhaklara, kimimiz cezaevlerine, kimimiz, sürgünlere, kimimiz darağaçlarına…  Bu kez “Güneş Ordusu ağır yaralıydı”.

12 Mart balyozunda Mustafa’nın payına Mahir Çayan ve arkadaşlarının kaldığı İstanbul’daki Maltepe Askeri Cezaevi düşmüştü. O tarihte cezaevine yakın olan Küçükyalı’da oturuyordum. Tutuklularla görüşme mevzuatı elverdiği için ben her görüşme günü Mustafa ile görüşmeye gidiyordum. Görüşme öncesi biz görüşmecileri önce nizamiye kapısında bir askeri cemseye (askeri araç) doldururlar, sonra tutukluların bulunduğu koğuşlara götürürlerdi. Cemseye binenler arasında daha önce bizim Âşık Nesimi’nin (Çimen) evinde tanıdığım eşi Tilda ile görüşmeye giden Yaşar Kemal, İlhan Selçuk’un eşi Handan Selçuk, Çetin Altan’ın çocukları Mehmet ve Ahmet Altan da oluyordu.

Cezaevindeki ilk görüşmemizde, Mustafa’nın Dolmabahçe’de gördüğümüz o işkencenin daha katmerlisini gördüğü her halinden belli oluyordu. Bu hali karşısında öfkemin kabardığını fark eden Mustafa, her zamanki o dirayetli bakışlarıyla gözlerimin içine bakarak; “İşkenceden geliyorum / Acıyı umuda katım / Uzatma sarılası boynumu / Kollarımı askıda bıraktım” “boş ver, aldırma” der gibiydi.

Mustafa, cezaevinde de boş durmadı. Devrimci şiarını burada da yerine getirmeyi ihmal etmedi.  Bildiğimiz gibi 30 Kasım 1971 tarihinde Mahir Çayan ve arkadaşları, özellikle Cihan’ın çabasıyla kazdıkları tünelden firar etmişlerdi. (Bu firarın Kızıldere katliamı ile sonuçlandığını biliyoruz.) -Mahir’ler, firardan önce Nazım’ın “O duvar / o duvarınız / vız gelir bize, vız” dizelerini koğuşun duvarına yazarak, devrimcileri tutsak etmeye hiçbir gücün yetmeyeceğini tutsakçı paşaların yüzlerine şamar gibi yapıştırmışlardı.-

Sonradan öğreniyoruz ki bu tünelin kazılmasında Mustafa fiilen çalışıp yardımcı olmuş. Bu nedenle Mustafa hücreye kapatıldı, görüşmelere çıkması yasaklandı. Bundan sonra ben Mustafa ile tahliye oluncaya kadar bir daha görüşemedim.

Mustafa bir yıla yakın cezaevinde kaldıktan sonra tahliye oldu. Yıl 1972. Tahliyeden sonra bir siyasi sakıncalının başına her ne geldiyse, Mustafa’nın da başına onlar geldi. O, artık kara listeye alınmış “siyasi bir sakıncalı”ydı. Öğretmenliği elinden alınmış, işsiz güçsüz, yenilginin yalımlarıyla yanan mağlup bir savaşçıydı.

Tahliyeden sonra bir süre evimde kaldı. -O sırada ben evlenmiştim-  Sonra köye gitti. Mustafa ile 1980 yılına kadar görüşme imkânım olmadı. Ancak haberlerini alıyordum; rahatsız olduğu, gördüğü ağır işkenceler sonucu psikolojik sorunlar yaşadığını duyuyordum.

1980’in Ağustos’unda bir gün yazıhanede çalışırken Mustafa’yı birden karşımda gördüm. Beklenmeyen bir karşılaşma. Şaşırmıştım! Mustafa içler acısı bir haldeydi. Üstü başı perişan, saç sakal birbirine karışmış ve en acı yanı da yalın ayaktı. Mustafa’nın gördüğüm bu hali karşısında uğradığım üzüntüyü o ilk şaşkınlık içinde  “Oyy… Ciğera mın  Mustafa…” çığlığıyla dışa vurmuştum. Mustafa hiç selam, kelam etmeden karşımdaki koltuğu geçip oturdu, ayaklarını önüme masanın üstüne uzatıp, başını arkaya atıp uykuya dalar gibi dalıp gitti. Önüme uzatılan bu ayaklara bir an geride bıraktığımız günlere dönerek baktım. Bu ayaklar neler çekmemişti. Bir zamanlar harman yerinde çıplak koştular tırnakları kırıldı; bir zamanlar sidiğinin sıcaklığıyla ısınıp donmaktan kurtuldular; bir zamanlar falakadan geçip kan sızdılar ve şimdi dilim dilim çatlamış, nasırları arasında kurumuş kanlarıyla karşımda öyle çilekeş duruyorlardı. Sanki tarih boyunca insanlık uğruna çekilen tüm acılar şimdi bu ayaklarda toplanmış gibiydi. Mustafa’nın paramparça ayaklarına bakarken, ne zaman kimden öğrendiğimi şimdi hatırlayamadığım fakat her nasılsa belleğimde kalmış şu dizeleri o an nemli gözlerle sesizce okumuştum: “Yüreğim yalınayak / Değdikçe taşlara / Tırnaklarım kanar / Bir kor düşer saçlarıma / Hayallerim yanar.

Mustafa’nın acilen tedavi olması gerekiyordu. Ancak kendisi tedaviyi şiddetle reddediyordu. “Doktor” lafını duydu mu kızıp küfürler ediyordu. Ne ki o aralar konuşmaları arasında eski TİP’lilerden birileriyle görüşmek istediğini sürekli tekrarlayıp duruyordu. Ben, bu isteğini fırsat bilip onu bir TİP’liye gidiyormuşuz gibi inandırıp doktora götürmeyi düşündüm. O günlerde bir vesileyle tanıdığım ünlü Ruh ve Sinir hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Adnan Ziyalar’a telefon ettim. “Hocam” dedim, “muayene olmaktan kaçınan bir hastam var, ancak bir TİP’li ile görüşmek gibi bir arzusu var. Eğer siz bir Tip’li gibi davranıp, hastayı böyle bir ortamda kabul ederseniz size getireyim.”  Dr. Ziya “Olur, getir.” dedi. Doktorun onayı üzerine Mustafa’ya “haydi bir TİP’li ile görüşemeye gidiyoruz” dedim. Mustafa’nın birden gözleri parladı ve hemen kalkmaya yeltendi. Beklemeden bir arabaya atlayıp Doktorun Nişantaşı’ndaki muayenehanesine gittik. Allahtan Dr. Ziya, TİP’lileri tanıyormuş, açık vermeden bir TİP’li gibi davranıp önce Mustafa ile partiyi ve sosyalizmi konuştu. Sonra “Mustafa” dedi, “devrimi öyle örgütsüz başarmak olanaksız, ben Cerrahpaşa Tıp Hastanesi’nde çalışıyorum, orda aynı düşüncedeki arkadaşlarla kurduğumuz bir örgütümüz var; gel orada  o arkadaşlarla  hep birlikte  çalışalım.” Amaç Mustafa’yı hastaneye yatırmaktı. Ancak Mustafa, “hastane” lafını duyar duymaz en okkalısından bana bir küfür savurup, “…ulan sen beni doktora getirmişsin!” dedi ve dışarı fırladı. Arkasında koşup yakaladım ve tekrar yazıhaneye döndük.

Mustafa’yı hastaneye yatırmanın yollarını ararken o günlerde Trabzon’da öğretmenlik yapan Hasan Yıldız İstanbul’da bulunuyordu. Hasan da Mustafa’yı hastaneye yatırmanın çaresini düşünmüş olmalı ki, bir gün Mustafa’nın iyi bir anında Mustafa ile sohbet ederken, ağabeyi Şükrü’nün Cerrahpaşa Hastanesi’nde yattığını onu ziyarete gideceğini söylüyerek Mustafa’dan izin ister. Mustafa, “Şükrü Abiyi ben de ziyaret etmek isterim, ben de geleyim” der. Hasan,  “İyi olur; Şükrü Abi de sevinir, haydi birlikte gidelim” der ve birlikte hastaneye giderler. Bu sırada bizim Küçük Ali Özveren (Artist Ali) önceden hastaneye giderek, Adnan Hoca ile görüşüp Mustafa’nın hastaneye yatırılması için gerekli kayıt işlemlerini yerine getirir. Nihayet uydurulan böyle bir “Şükrü Ağabey” bahanesiyle Mustafa hastahaneye yatırılmış oldu. Mustafa’yı her ziyarete gidişimde Dr. Ziya ile görüşüyordum. Hakkını teslim etmek gerekir ki Dr. Ziya da her türlü ihtimamı göstermekten kaçınmadı. Kırk günlük bir tedaviden sonra Mustafa tamamen iyileşerek eski sağlığına döndü ve taburcu oldu.

Hiç unutmuyorum; son ziyaretine gidişimde bir gün sonra taburcu olacağının sevincini yaşayan Mustafa gözlerimin içine bakarak, “kardaş” dedi  “yarın ne kadar sürer!” Oysa Yarın’ın sonsuzluk mu, yoksa bir gün sonrası mı olduğunu ne benim ne de başkasının bilmesi mümkün değildi.

Yaşam böyle bir şey işte! İçinde her şey var. Nerde, ne zaman, nelerle karşılaşacağını bilemezsin. Örneğin; nerden bilecektim, birkaç yıl önce cezaevinde ziyaret ettiğim Mustafa’yı sonraki bu yıllarda hastanede ziyaret edeceğimi. Her ziyaretine gidişimde Mustafa’ya Nazım’ın “Hasta kardeşim, / biraz sabır, biraz daha inat / Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat / Kapının arkasında bekleyen hayat cıvıl, cıvıl /Kalkacaksın yatağından, karışacaksın yaşamın coşkusuna.” dizeleriyle, yarı şaka okuyarak moral vermeye çalışıyordum.

Tedaviden sonra aklı ve zekâsı uyum içinde olan, asi tarafı gitmiş, bilge, munis, tane tane konuşan bir Mustafa vardı karşımızda. Zaman zaman gidip gelen hafızasıyla anıları tazeleyip, bazen gözleri dolarak eski günlere gidip geliyordu. Sonra yaptıklarından pişmanlık duymadığını, yalnız biraz fazla hızlı gittiğini kabul ediyordu. Bundan sonra yasal örgütlerde görev alarak sosyalizmin geçekleşmesi için çalışacağını, böylece halen ideallerinin peşinde olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Fakat her şeyden önce bir geçim yolunun olmasının şart olduğunu, özellikle emek vermeden başkasının sırtından geçinmenin onursuzluğunu yaşayamayacağını hep vurgulayıp duruyordu. Bu nedenle Mustafa, yeni hayatına önce iş aramakla başlayacaktı. Ancak esas ideali yeniden öğretmenliğe dönmekti. Mustafa, bu düşünceyle biraz dinlenmek için köye gitti. Ayrılırken kucaklaştık, öpüştük. O gün, o ayrılış günü yolculuğumuzun sonuna geldiğimizi ikimiz de bilmiyorduk.

Son ayrılışımızdan üzerinden 12 sene geçmişti. Bu süre içinde Mustafa ile bir daha yüz yüze görüşemedik. Ancak görüşme ümidimizi hiç yetirmemiştik. Arada bir telefonla görüşüyorduk. Bir şeyler yazdığını, bir roman üzerinde çalıştığını, bir araya geldiğimizde yazdıklarını değerlendireceğimizi söylüyordu.

Mustafa’nın yazdıkları halen duruyor mu, bilmiyorum; yitirilmiş de olabilir. Ne ki, Mustafa’nın yaşamı zaten yitik bir romandı. Mustafa yaşasaydı şimdi 71 yaşında olacaktı. Onun da saçları, bıyıkları bugün beyaza çalacaktı.

Daha dün gibiydi. 2002 yılının Kasım ayının bir sabahında yazıhanede oturmuş camdan, öte kaldırımda kışa hazırlanan çınarların hafif esen rüzgârda usul usul, takla takla yere düşen yapraklarına bakıp, öyle dalıp gitmiştim ki telefon çaldı. Ahizeyi kulağıma götürdüm, ağlamaklı ses “Abi” dedi, “dün Mustafa’yı kaybettik…” Takvime baktım 25 Kasım’ı gösteriyordu. Tüm ölümlü acıların en acısını o an yaşadım.

İsterdim ki tabutunu omuzlayıp, Mustafa ile birkaç adım daha yolculuk yapıyım. Olmadı. İçimde kalan tek ukde …

Bir dost öldü işte.
            İşte beni görmeden geçti ölüm.
            Ama şimdi sıra bende.
            Benim, avcıların önündeki
            tek av parçası şimdi.     Paul Eluard

Mustafa şimdi Sevdilli’de Tırbe Xate’de, özgürlük uğruna can veren kardeşleriyle omuz omuza sonsuz yolculuğunda. Mustafa’yı ve yol kardeşlerini unutmayacağız…

EN SON EKLENENLER