Toplumsal-siyasal hayatta zorun rolü

Türk devletin yıllardan beri sürdürdüğü çıplak ve kuralsız zora dayalı politik operasyonlarının arttığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Devletin örgütlü zor olduğunu biliyoruz. Ancak Türk devletinin bu temel gerçekliğin daha uç ve daha katı bir halini ifade ettiğini de belirtmek zorundayız. Bu anlamda Türk devletinin yıllardan beri, daha çok darbelerle yürüttüğü çıplak zor, herkesin nasibini aldığı, ispat gerektirmeyen  bir gerçekliktir. Bu kesin ve keskin gerçekliğe rağmen, özellikle liberal politikacıların ve benzer durumda olan birçok düşünce insanının, siyasal zor gerçekliğine  dair yaptıkları değerlendirmelerin sorunlu olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu sorunlu tespiti bugün yaşananların ışığında ele almakta fayda vardır.

Bu nedenle öncelikle ters yüz edilen bir gerçeğin altını çizmek, o gerçeği ayakları üstüne kaldırmak gerekiyor. Türk devletinin siyasal hayatında darbe dönemleri ara dönemler, sıra dışı zamanlar olarak belirtilir ve hep böyle tanımlanır. Bu tespit, yanıltıcı ve bilinç bulandırıcıdır. Türk siyasal hayatında, kısmı demokratik hakların kullanıldığı dönemler ara dönem, çıplak zorun ve zorbalığın hâkim olduğu dönemler ise asıl dönem olmuştur. Bu o kadar kesin ve açıktır ki Türk devletinin tarihine yüzeysel bir bakış bu gerçeği görmek için yeterlidir. 1923- 1955 arasındaki uzunca bir dönem,  bilindiği gibi tek parti diktatörlüğüdür. Atatürk ve sonrasında Milli Şef dönemi olarak bilinen bu dönemde, hiç bir demokratik hak kullanılmadığı gibi korkunç ve keyfi zorbalık, katliamlar, soykırımlar, en yoğun şekliyle bu dönemde yaşanmıştır. Daha sonrasında ise, on yılda bir yapılan darbelerle geçen yıllardır. Belirtilen yıllardan da hiç bir demokratik gelişmenin olmadığı biliniyor. 27. Mayıs, 12. Mart, 12. Eylül, arkasında yılarca süren OHAL dönemleri, 28. Şubat, 27.Nisan muhtırası ve 15. Temmuz. Belirtilen darbelerin her birinin bir kaç yıl sürdüğü hesaba katıldığında, 1960’lardan bugüne kadar gelen süreçte demokrasiyi yıllardan söz etmenin mümkün olmadığı görülmektedir. Bu yılların dehşetli baskılarla yaşandığı hafızalarımızda silinmemiştir.

Şimdi bu takvimlendirmede darbelerin arasında kalan yılların demokratik ortamda yaşandığını düşünmek yanıltıcı, illüzyonist bir yaklaşımdır. Elbette bu dönemlerde darbe ortamlarının baskıcı atmosferi söz konusu olmamıştır. Ancak bu durum ne darbecilerin egemenliğini ortada kaldırmış, ne de darbe atmosferini bir bütün olarak yok etmiştir. Böyle zamanlarda darbeciler kendilerini güvende hissettikleri ve darbeye gerek görmeyecek kadar duruma hâkim olduklarını düşündükleri için darbe ortamları söz konusu olmamıştır. Yani darbelerin olmadığı dönemler, sürecin darbesiz  idare edilebildiği, darbeye ihtiyacın duyulmadığı dönemlerdir. Ayrıca bu dönemlerde demokratik imkânların kısmen kullanılıyor olması demokrasi güçlerinin çok zorlu mücadelelerle elde ettikleri kazanımların sonucunda mümkün olmuştur.

Özetle Türk devletinin darbeciliği esas özelliğidir, darbelerin olmadığı dönemler geçici ve ara dönemlerdir. Darbeciliğin  en etkin haliyle ve sürekli olarak yaşanmamış olması  devletin darbe ortamlarının baskıcılığından vazgeçmiş olmasından değil, sistemin o an için  darbeye ihtiyaç duymamış olmasından kaynaklanmıştır. Ayrıca Türk devletinin demokratik bir görüntü vererek, hem halkları yönetmekte, hem de uluslararası ilişkilerde birçok avantaj elde ettiğini de unutmamalıyız. Kısmi demokratik ortamın demokratik devlet olmaktan değil, belirtilen nedenlerden kaynaklandığını görmek, Türk devletini  doğru tanımak açısında önemlidir.

Kendi varlığını bu acı ve kanlı gerçeklik üzerinde kurmuş olan Türk devleti, bir ulus oluşturmak ve temsil ettiği toplumsal kesimlere hizmet etmek için izlediği bu politikalardan vazgeçmiş değildir. Bu nedenle yıllardan beri ısrarla siyasal örgütlü zoru kullanmaktadır. Devletin1920’lerde başlayan ve o günden bu güne aralıksız devam eden  zor yoluyla imha ve yok etme siyaseti  konjonktürel, geçici ve bireylere bağlı bir siyaset değildir. Bu imha ve yok etme siyaseti, bilinçli bir tercihtir ve devletin temel paradigmasıdır. Bu siyasetin değişmesi ise sadece bireylerin veya dönemlerin  değişmesiyle  mümkün değildir.

Bu belirlemelerden sonra birkaç noktaya daha yakından bakmak gerekmektedir. Birincisi, zor ile toplumsal-siyasal hayat arasında nasıl bir ilişki olduğunu doğru tanımlamamız ve doğru anlamamız veya bildiğimiz bu gerçeği bir kez daha bilince çıkartmamız gerekiyor. İkincisi, neden Türk devleti zoru ve zorbalığı bu kadar yoğun, sürekli ve sistemli olarak kullanmaktadır? Ve neden toplum kolay yanıltılmakta, liberalizm etkili olmakta ve neden sesini çıkartmamaktadır?

Birincisi, örgütlü zor, her durumda devlet yapılanmasının en temel fonksiyonu ve yegâne varoluş yöntemidir. Üstelik devlet zoru örgütlü zor olmanın devasa ve etkili olanaklarına sahip olduğu için ayrıca bir anlam ve önem taşımaktadır. Bu gerçeğin altını çizmemizin nedeni, çoğu zaman bu gerçekliğin unutulması veya unutturulmak istenmesidir. Bilindiği gibi birçok kanaat oluşturucu insan, toplumsal sorunlarda siyasal zoru çözüm sağlamayan bir yöntem olarak kabul etmekte ve topluma böyle anlatmaktadır.

Siyasal zorun toplumsal hayattaki rolünü ve önemini  yok sayan bu yaklaşımlar, hem doğru değil, hem de masum değildir. Toplumsal mücadeleyi zayıflatan, etkisizleştiren bu argüman hümanizm ve şiddet karşıtlığı bir ambalajla sunulduğunda cazibesi dayanılmaz olmaktadır. Hâlbuki bu yaklaşım, halkların mücadele dinamiklerini zayıflatmakta veya bu yönlü çabaları olumsuz etkilemektedir. Bugün Türkiye de ve Kürdistan da yaşanan kanlı darbe sürecini doğru anlamak için belirtilen gerçeklerin göz önünde tutulması hayati önemdedir.  Bir süre önce izlenen çözüm sürecinden neden vazgeçildiği, çözüm üretmediği bilindiği halde neden zora başvurulduğu gibi argümanları çok sık olarak duymaktayız. Bu yaklaşım doğru değildir. Belirtildiği gibi zor bir yöntem olarak toplumsal siyasal süreçlerin tamamında kullanılmaktadır ve çoğu zamanda sonuç alınmaktadır. Hele bu zor devlet zoru gibi örgütlü bir zorsa, sonuç alma olanağı daha da artmaktadır. Bugün olan bitenler bu  gerçeğin ifadesidir. Devlet, imha etme siyasetini zor yöntemiyle sürdürmekte ısrar etmektedir. Ayrıca devlet zoru,  sadece hedef kitleyi geriletmek, haklı davalarında vazgeçirmek, mücadele güç ve olanaklarını ortada kaldırmak için kullanılmamaktadır. Ayni zamanda toplumun tüm kesimlerine korku salarak onların da hak talep etmelerini ve hak talep edenlere destek vermelerini engellemek gibi bir işlevi de yerine getirmektedir.

Bugün Türkiye’de ve Kürdistan da yaşanan ve yaşatılan zorun tek nedeni sadece devletin kendi varlığını korumak istemesi değildir. Aynı zamanda devlet temel politikası olan imha ve yok etme siyasetini de bu yolla sürdürmektedir ve zor bu konuda en etkili yöntem olmaya devam etmektedir.

Toplumun neden yeterince sesinin çıkmadığının cevabı da burada gizlidir. Her türlü kuralsız zorun yaşandığı koşullarda etkili toplumsal tepkiler kolay açığa çıkmayabilir. İnsanlar yeterince güçlü tepkiler ortaya koyamayabilirler. Bu durum elbette aşılması gereken bir sorundur ve önemlidir. Ancak bu durumu veri kabul ederek toplumu suçlamak doğru değildir. O toplumun tepkisini açığa çıkartacak ortamı yaratmak o topluma yeterli güveni vermek muhalefet odaklarının varlık nedenidir.

Özetle Türk devleti bu güne kadar varoluşunu kullandığı  zor yöntemine
borçludur. 150 yılı aşkındır Kürtlerin taleplerinin engellenmesi zor
yöntemiyle mümkün olmuştur. Ermeniler, Rumlar ve diğerleri zor
yoluyla bu topraklarda atılmışlardır. Bunca yıldır  her hak talebi zor
yoluyla bastırılmıştır. Bütün bunlardan sonra Türk devletinin neden zoru
kullandığına dair söylenecek her söz, içi boş hümanizmden öte bir anlam taşımamaktadır.

Devlet, halklara karşı zor kullanmak ve zor kullandığı için vardır, halklarda bu zoru yenene kadar mücadele etmek zorundadırlar. Çünkü zalimin zorunu yenecek olan halkların örgütlü zorudur.

EN SON EKLENENLER