Torlukta ölmek

Anam, ‘‘oğlum’’ dedi, ‘‘oğlum;’’  Allah o yıl  merhametini hepten elden bırakmıştı. Kıştan sonra toprağa tek  bir damla yağmur vermemişti. Gök yüzüne dikilen gözlerimiz sonsuz maviliğe baka baka  yorulup kalmıştı. Gökte  bir  avuç  bulut görülmiyordu. Güneşte kızgınlaştıkça kızgınlaşiyordu; alaf alaf yakıyordu her yanı. Yemyeşil tarlalara koyu morluklar düşmüştü. Ekin başları öğle sıcağında öne düşüp  bir bir  ölüyorlardı. Toprağın koyu gölgeli yarıkları çizgi çizgi uzayıp gidiyordu. Cümle yazı yabanda  otlar kuruyup gitmişi. Hayvanların ağzı, dili yara bere içindeydi. O yıl  ne  harman  kaldırabildik ne   zahire. Açlık gelip  kapıya dayanmıştı. İşte sen o yıl doğdun oğlum, o kıtlık senesinde. Babanda doğumundan dört ay sonra mı ne Toroslar’ da  ölmüştü.’’  Anam, doğduğum yılı anlatırken geçmişe dalıp gitmişti. Yorgun gözleri ötelere, uzaklara bakıyordu. Çektiği çileler yüzündeki derin çizgilerin arasında yumak yumaktı.

**

Sevdilli’yi eteğine alan Sevdilli’nin Karadağ’ı* küçük bir dağ yavrusudur. Bağdaş kurup oturduğu Alhas’ın orta yerinde çevreye tepeden bakan bir dağ… Sanki daha yücesi yokmuş gibi duruşu kibirli. Oysa çıplağın tekidir Karadağ.  Ne gölgelik ağacı, ne kurdun kuşun konacağı sulağı, ne de yeşile saran otlağı var. Dört bir yanı demir rengi kayalarla örülüdür. Eşek düşe dişi kırılır.  Varsa yoksa bir marifeti  ‘‘Delikli Taş’’ı dır.  Nafile yere dilekler dilenen, adaklar adanan Delikli Taş’ı…  Sevdilli’nin toprakları da Karadağ gibidir; almış kaderini Karadağ’dan. Kısır, kuru,  bereketsiz. İhanetten değil, kaderinden… Doğurduklarını duyuramamış bir türlü; atmış el kaplarına bir lokma ekmek için. Kimi zaman Haleplere arpa yolmacılığına, kimi zaman Toroslara  torlukçuluğa, kimi zaman şark illerine demiryolu balasçılığına,  kimi zaman seyyar satıcılığa, gurbet ellere, dört bir yana… Mezarlar kalmış bu  gidip gelmelerde, yaban ellerde, ıssızlarda kalan mezarlar… Bir daha ziyaret edilmeyen, kayıb olup giden mezarlar… Belki bundandır  Alhas Aşiretinin ağıtlarının bir başka duygulu, bir  başka hüzünlü  oluşları. Şimdilerde unutulup giden o ağıtlara işlenmiş nice acılı  öyküler…Anama sordum: ‘‘Babam nasıl öldü?’’  Anam irkildi  birden! Yüzünde gergin çizgiler belirdi. Sonra yüzündeki çizgileri yumuşatarak; ‘‘Uzun, çok uzun,’’ dedi. İçimdeki öğrenme duygusunu atamamıştım:  ‘‘Olsun ana, uzun olsun anlat babamı…’’ Anam metanetini elden bırakmamaya gayret ederek, uzaklardan, geçmiş yıllardan kalan bir şeyleri ayıklar gibi titrek bir sesle sıraladı babamın ölümünü anlatmaya:‘‘kıtlık, Toroslar, kömür, sonra…’’  dedi ve  sustu. Tıkanmıştı; belli ki geride kalmış o yıllara dönmek acı veriyor. Baktım gözleri ıslaktı. Üsteledim:   ‘‘Sonrasını anlat ana, sonra ne  oldu?’’ ‘‘Sonra ne olacak oğlum, İşte o yıl kıtlıktan çıkmanın yolu Toros’lara kömüre gitmekti. Toroslar’da meşe ağaçlarından kömür yaparak geçimi bulacaktık. Ailede gitmesi uygun gelen de babandı. Diğer iki amcanın çocukları yoktu; kaygısızdı onlar. Bu yüzden baban o yıl kömüre gitmeyi kendine görev bildi. Lakin, baban o günler hasta görünüyordu. Öksürmeden, terlemden gün gün eriyordu. Kuru vereme benziyordu hastalığı. ‘Bu yıl kömüre ben gideceğim’ derken sitemliydi. Bekliyordu ki bu halde gönderilmesinler diye. Lakin, sen gitme diyen olmadı.  Çaresiz, ben ve baban koyulduk yola… Sen o zaman bir aylıktın. Mustafa üçünde, İrbam altısında, İsmail dokuz, Kamo onsekizindeydi. Kamo ve İsamail’i köyde bıraktık. Kolay olmadı onlardan ayrılmak, sessiz sessiz ağlıyorlardı peşimizden. Hiç unutmam, biz ayrılırken Sevdilli’den kara bir duman çökmüştü Sevdilli’nin Karadağ’ına. Besbelli, Karadağ utancından saklamıştı yüzünü bizden.  Yolculuk eşekle yapılıyordu. Tek eşeğimiz vardı. Toroslara Nurhakların İtme Gediğini aşarak dört günde varacaktık. Yalnız değildik, köyden birkaç aile daha vardı;  yardımlaşıyorduk yol boyunca.  İtme  Gediğine varmak üzereydik, baktık amcan Mıço peşimizde seğirtip geliyor. Görünce amcanı  ferahladı içimiz,  kuvvet geldi bize. Yufka yüreği elvermemiş amcanın;  böyle üç çocukla hasta hasta yola düşmemize. Sonra karar vermiş bizi yalnız bırakmamaya, geldi yetişti Hızır gibi. Yetişince amcan bize, uzun ayrılıklardan sonra kavuşuyorlarmış gibi kucaklaştılar babanla, gözleri nemliydi ikisinin de. Amcan Mıço, çileli ve acılıydı. Çetin bir yaşamdan çıkıp gelmişti Sevdilli’ye. Dedeleri Kamo, bir tarla kavgasından mı, ne? Sevdilli’yi terk ederek Binboğa’ların eteğine, Sarız’ın Örtüllü köyüne gidip yerleşmiş. Uzun kalmışlar örtüllü’de; belki yermi otuz  yıl…   Sonra tekrar dönmüşler Sevdilli’ye. Amcanın gençliği oralarda, Binboğalar’da çobanlıkla geçmiş.  Yaman  bir çobanmış amcan. Gözünü budaktan sakınmayan, korkusuz, cesur bir çoban. Sırası gelmiş kurşun yemiş sürü talancılarından, sırası gelmiş namlı eşkıyaları saklamış;  İnce Mehmet ve Dört Kaşlı Alo’yu, sırası gelmiş sevdalı kaçakları saklamış; Raşo ile Nazlı’yı, sırası gelmiş sürüsünü kurtarmış kurtlarla boğuşmalarda… İşte öyle çok olay geçmiş başından… Kurtlarla boğuşmasından olacak  ‘‘Guro (kurt)’’ lakabını almıştı. Gerçek adı pek söylenmezdi, hep Guro lakıbıyla çağrılırdı. Sonra Örtüllü’nün  güzel kızı Naze’yi kaçırıp evlenmiş. Naze’den olan tek oğlu Husen’le dünyalar onun olmuş. Ne ki, kader işte!  Önce henüz sekizin de  iken Husen’i, sonra Naze’yi kaybetmiş; yıkılmış tüm  umutları. Bu yüzden acılıydı, kavalına dökerdi acılarını;  çalarken kavalını dağ, taş ortak olurdu acılarına. Sen doğunca Husen’in adını verdik  sana.  Husen’imin kokusu  geliyor derdi sımsıkı kucaklarken seni. Avunurdu seninle…’’ Anam, amcamın acılarını acılarına katmıştı; gözlerinden tomurcuklanan yaşları nasırlaşmış elleriyle silerken Torosları anlatıyordu: ‘‘Toros’lara gelmiştik. Eteklerinde uygunca bir düzlüğe konduk. Sonra barınak yaptık  kendimize; çalı çırpıdan, derme çatma bir huğ.  Toros dağları bizim dağlara benzemiyorlardı. Her tarafı ormanlarla örtülüydü. Bet bereket vardı her bir  ağacında. Görünce Toros’ları öyle  bereketli, bizim Karadağ’ın bizleri buralara neden saldığını anlamıştık ve hayıflanmıştık   Delikli Taşa’a adadığımız adaklara… Bilmediğimiz bir dünya idi ormanlar; vahşi ve ürpertici. Derinliklerinden gelen uğultular uluyan kurt sesleri gibi korku salıyordu içimize. Rüzgarları sargındı; bedenimizi sarıyordu soğuk, soğuk, yılan gibi. Ocağın alevlerini yalayıp götürüyordu. Aş kaynatamiyorduk; köyde getirdiğimiz kuru yufkalarla açlığımızı gideriyorduk.  Rutebetten babanın  veremi, benim yıl’ım  azdıkça azıyordu. Lakin neylersin, ekmeğimizi bu ormanlar verecekti. Katlanacaktı gayri her  bir meşakatına…’’

**

Torlukçuluk, meşe ağacından kömür yapmaktır. Zahmetli iştir torlukçuluk. Uzun aylar içinde  meşe ağaçlarından bilek kalınlığından kesilen uzun  dallar koni biçiminde  çatılarak  torluk yapılır. Sonra yer yer hava delikler bırakılarak  üstü çamurla  sıvanarak içten tutuşturulup kömür olmaya bırakılır. Hava delikleri torluğun nefes borularıdır. Torluğun  patlamaması veya alevlenmemesi hava deliklerinin kararında olmasına bağlıdır. Aksi halde torluk ya patlar,  ya da alevlenip, kül olur. Böyle bir  durumda torlukçuların tüm emekleri boşa çıkar, aç kalmalarına yol açar.** Anam, uzaklardan gelen hüzünlü bir ezgiyi dinler gibi, arda bir durup içleniyordu.  Sonra yüzünde gezinen acıları zoraki gülümsemelerle gizlemeye çalışıyordu. Oysa acıların kazdığı derin çizgiler bir türlü uçup gitmiyordu yüzünden. Hüzünlü bakışlarından gülümsemelerinin inandırıcı olmadığı belli oluyordu. Boğazında düğümlenen kesik cümlelerle toroslar’da yaşadıklarını   anlatıyordu:   ‘‘Gecemizi gündüzümüze katarak, hastalık, yorgunluk demeden kış bastırmadan torluğumuzu kurduk. Sonra ya Allah, ya muhammet, ya Ali diyerek tutuşturup kömüre  verdik.’’

**
Torluk, torlukçunun mayalanmaya duran hamur teknesidir. Torlukta çıkan yanık meşe kokuları, torlukçunun taze ekmeğinin buram buram  kokularıdır. Torluk, torlukçunun beklediği umuttur, beklediği kısmetir. Torlukçu,  torlukla güler, torlukla küser yaşamına…

**

Kolay olmuyordu, anamın geçmiş yıllar içinde yaşadığı o acılı günleri anımsayıp anlatması. Gözlerinden gelen yaşlar, derin yüz çizgilerinden ince, kuru çenesine süzülüyorlardı.  Yıpranmış gri köfisinin altında taşan ak saçları yüzüne dağılarak, o yaşları  sanki gizler  gibiydiler. O, yine  geçmişte, uzaklarda kalan o acılı günleri yeniden yaşar gibi, babamın ölüm anını  zorlanarak  anlatmaya devam  ediyordu: ‘‘Baban, torluğu yetiştirme uğruna hastalığını unutmuştu. Gecesini gündüzüne  katarak durmadan  çalışıyordu; gizliyordu hastalığını, güçlü görünmeye çalışıyordu. ‘bir şeyim yok’  der dururdu. Lakin mecalsız kaldığı belliydi. Dizlerinin dermanı bitmiş,  gözlerinin feri gitmişti. Kömürden alacağı  parayla Doktora gideceğini, iyileşeceğini söylüyordu. Hasta yatağında torluğun kömür olmasını bekliyordu. Öksürüyordu, öksürükleri kanamalıydı. Sesi gitmiş konuşamiyordu. Güçlükle kaldırabildiği elleriyle derdini anlatmaya çalışıyordu. Biz, ölümün hayaletini yanı başımızda gezerken görüyorduk. Kendisi de sezinlemişti öleceğini. Sizlere baktıkça yaşlar geliyordu gözlerinden; sicim sicim… Bakışlarını ayırmiyordu bakışlarınızdan. Amcan ve ben gizliyorduk göz yaşlarımızı. Amcan, arada bir ‘kardaş kaygılanma, torluğumuz ayarında yanıyor’ derken gözlerine  canlanlılık geliyordu. Bir sabah güneş kızıllığını ormanın derinliklerinden  huğumuza düşürürken, amcan telaşla daldı içeriye ‘kardaş, şükürler olsun, torluğumuz kömür oldu,’ dedi. Babanın yüzüne belli belirsiz sarı bir gülümseme yayıldı ve ellerini güçlükle amcanın yakasına attı. Bir size bir amcana baktı, yalvarır gibi… Çocuklar sana emanet mi diyecekti, bilmiyorum. Sonra  bakışları amcanın bakışlarında öyle kala kaldılar.  Gözleri açıktı, Kamo ve İsmail’i arar gibi. O an Toros’ların uğultularına karışan feryadı figanımız ormanların derinliğinde yankılanıp, sonsuzluğa yayılıp gitti…  O akşam mezarın üzerinde büyük bir ateş yakıldı. Ve o akşam o ateşin kızıllığı içinde amcanın kavalı soluduğu gecenin tüm hüznünü Toras’ların sağır tepelerine ünlüyordu. Amcan,  mezarın başucuna taş yerine bir gül dikmişti. O gül, başka bir evrende, dilini bilmediği insanlar arasında, unutulmuş öksüz bir çocuk gibi umarsız, boynu bükük bize bakarken vedalaştık babanla…’’ Anam köye dönüşünü anlatamadı, tıkanmıştı. Kaybettiği değeri yeniden bulmuş gibi elimden sımsıkı tutarken Karadağ’a perçimlenen gözlerinden akan yaşlar Sevdilli’nin kuru topraklarını ıslatıyordu.

EN SON EKLENENLER