Zülfü Livaneli: İnsanlığın utancıdır bu!

DUVAR – Zülfü Livaneli, son romanı Balıkçı ve Oğlu’nda Ege balıkçılarının ve göçmenlerin yaşadıklarını kaleme alıyor. Livaneli, son yılların en büyük vahşetlerinden ‘göçmenliği’ balıkçı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatıyor.

Balıkçı ve Oğlu, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair birçok tespitte bulunuyor. Roman aynı zamanda göçmenlerin bir bilinmeze doğru göze aldıkları yolculuğu, hayatta kalma çabalarını odağına alıyor.

Zülfü Livaneli ile aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk, göç ve doğa meselesini ele aldığı yeni romanı Balıkçı ve Oğlu’nu konuştuk.

Romanlar her ne kadar kurgusal olsa da yazarın içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini yansıtan birer tarihi metin işlevi de görüyor. Bundan önceki romanlarınızı da düşündüğümüzde Balıkçı ve Oğlu, bu karşılaştırmanın neresinde yer alıyor?

Söylediğiniz gibi, yazar toplum denizinin içinde yüzen bir balık gibi bütün akıntıları, fırtınaları duyumsamalı ve yansıtmalı. Benim romanlarımda da karakterler aracılığıyla toplumun sarsıntılarının duyulduğunu sanıyorum. Daha önceki romanlarımda töre cinayetlerinden diktatörlüğe, gelenekten modernite sancılarına, kuşak çatışmalarına, Roboski’den Gezi’ye kadar bilincimize yansıyan pek çok konu işlendi. Bu kez de Ege’nin yoksul balıkçıları ve çaresiz göçmenler girdi bu yapıya.

Balıkçı ve Oğlu’nda göçmenlik, ekolojik sorunlar ve rant meselesi yer alıyor. Bir yazar olarak böyle bir hikâyeyi anlatmak sizin için ne ifade ediyor?

Çağımızın sorunları romanlarımda sosyolojik ve düşünsel boyutta yer almıyor. Oluşturduğum karakterlerin bilinçlerine ve duygularına yaptığı etkiler olarak anlatılıyor. Bence roman yazımının vazgeçilmez koşuludur bu. Ortega y Gasset ”Ben kendimin ve çevremin toplamıyım” demişti. Doğrudur. Hiçbirimiz bir cam fanus içinde yaşamıyoruz. Çevremizdeki insanlar, doğanın tahribi, kapitalizmin saldırıları hayatımızın gerçekleri. Ben de bu toplumda yaşayan bir kişi olarak, beni üzen, yoran ve değiştirmek için mücadele ettiğim koşulları romanlarıma yansıtıyorum elbette.

‘HER İLHAM HAYATTAN GELİR…’

Balıkçı Mustafa ve eşi Mesude Balıkçı ve Oğlu’nun ana karakterleri. Bir yazarın karakter yaratımını nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizin ilhamınız nerden geliyor?

Her ilham hayattan gelir elbette. Marcel Proust’a karakterlerini gerçek hayattan alıp almadığını sormuşlardı. O da evet demişti, her karakterde yaklaşık sekiz yüz kişi var. İlhamı hayattan alıyoruz ama bunu birebir yansıtırsak adına sanat denmez. Binlerce izlenim, imge, düşünce, hayal, bir çiçek dürbününü sallarcasına iç içe geçip yeni kompozisyonlar oluşturuyor. Bence bir romanın asıl değeri, yarattığı karakterlerle ölçülür. O karakterler bir tanıdığınız, ruhunu, psikolojisini bildiğiniz kişilere dönüşürse roman görevini yapmış demektir.

Türkiye’de ve dünyada yoksulluk, vahşi kapitalizmin yarattığı bir gerçek. Balıkçı ve Oğlu’nda da yoksul, ekmeğini denizden çıkaran bir ailenin dramını görüyoruz. Bu dramın etrafında gelişen pek çok olayın içinde okur kendini sorguluyor ve empati gücü artıyor. Yazarken bu empatiyi nasıl kurdunuz?

Günümüzün dünyasında ve Türkiye’de yoksulluk en önemli sorunlardan biri. Emeğin sömürülmesi, bir yanda akla ziyan servetler birikirken öte yanda gıdaya, ilaca, temiz suya erişemeyen kitlelerin sapır sapır kırılması, göçler, birbirini izleyen felaketler Mustafa ve Mesude’nin bilincine yansıdığı biçimiyle hayatımıza giriyor. Bu karakterleri çok sevdim ben. Yazarken onların derdiyle dertlendim, onların sevincine, kaygısına, mutluluğuna, mutsuzluğuna katıldım.

‘PSİKOLOJİ OLMAZSA OLMAZIDIR ROMANLARIN…’

Psikoloji unsurunu da görüyoruz karakterlerde… 

Psikoloji olmazsa olmazıdır romanların. 2500 yıl önceki Yunan trajedilerinden bu yana insan psikolojisi çok da değişmiyor. Sosyal ortamda yaşayan bir insanın derisinin altına girip, kalbine, duygularına ulaşabilmek, roman sanatının temel görevi. Zaten karakterlere can verebilmeniz sadece onların psikolojik derinliklerine inebilmekle mümkün oluyor. Yoksa kalıp olarak kalıyor.

Baba ve Oğlu, Egeli balıkçı bir ailenin başından geçen olayları işlese de biliyoruz ki göçmen meselesi geçmişten bugüne egemenlerin yoksul halklar üzerinde yarattığı en büyük trajedilerden biri… Böylesine evrensel nitelikte bir meseleyi yerel motiflerle işliyorsunuz. Bir coğrafyadan dünyaya seslenmek nasıl bir duygu?

Başka türlü bir yolunu bilmiyorum zaten. Bir köyün insanlarını derinlikli bir biçimde yazarsanız, dünyadaki bütün toplumların temel gerçeklerini anlatmış olursunuz. Göçmenlik ise büyük bir trajedi. Sadece Akdeniz’de 16 bin göçmen can verdi. Savaştan, açlıktan, ölümden zulümden kaçan insanlardı bunlar. Niye göçüyor bu insanlar? Bu kadar büyük tehlikeleri neden göze alıyorlar. Demek ki yaşadıkları koşullar ölümden de beter. İnsanlığın utancıdır bu.

‘HALKLARI SEFALETE, İŞ SAVAŞA, HASTALIKLARA MECBUR BIRAKTILAR’

Dünyanın ve Türkiye’nin politikasını nasıl buluyorsunuz?

Zengin Batı ülkeleri insafsız bir katılık içinde. Kolonyal sömürüyle, Asya’nın Afrika’nın, Güney Amerika’nın zenginliklerini çaldılar. Halkları sefalete, iç savaşa, hastalıklara mecbur bıraktılar. Şimdi de oradan kaçan insanlara kapılarını kapatıyorlar. Türkiye ise Suriyeli kardeşlerimizi alıyor ama başka ülkelerden gelenleri geri gönderiyor. Suriyeli göçmenleri de AB’ye karşı koz olarak kullanıyor. Yine de en çok göçmen kabul eden ülke olma özelliği var tabii.

Yurt dışında geçirdiğiniz yılları göz önüne alındığında bu durumun eserlerinize etkileri nasıl oldu?

Bir fikir ve sanat işçisi sürgünde yaşadığı zaman, yerinden sökülüp başka bir toprağa dikilen ağaç gibi hisseder kendini. Köklerini yitirdiği duygusuna kapılır. Kuruma tehlikesi vardır. Bu yüzden ülkesini, dünü ve yarını ile düşünmeye başlar. Oysa o sırada ülkede kalan yurttaşları bugün olup bitenlerle meşguldür. Sürgün, acı çektiği bu süreçte, ülkesinin ve kültürünün tarihselliğini kavrar ve bu durum eserlerine yansır.

‘SÖZ SANATLARI TOPLUMLARI DÖNÜŞTÜRÜR’

“Edebiyat insandan uzaklaştırıldı” diyorsunuz. Edebiyat Mutluluktur kitabınızda edebiyatın kapitalist sistem açısından tehlikeli oluşundan söz ediyorsunuz. Bu meseleyi açar mısınız? 

Söz sanatları insanın kalbine giden bir yol bulur ve toplumları dönüştürür. Edebiyat iktidarlar için tehlikeli bir silahtır. Bu kadar çok şair ve yazarın öldürülmesinin sebebi budur zaten. Şimdi kapitalizm edebiyatı emekçilerin, yoksul insanların, acı çeken halkların kendini ifade edebileceği bir sanat olmaktan çıkarıp, anlamsız, konusuz, sadece biçimle oynayan, kedinin kuyruğunu kovaladığı bir oyun haline getirdi.

‘EDEBİYATTA MODALARA KAPILMAMAK GEREKİYOR’

Edebiyat bir yolsa bu yolda yürüyen genç yazar adayları neler yapmalı?

Genç yazarlar bu tuzaklara düşmezse kendileri için de toplum için de iyi olur. Edebiyatta modalara kapılmamak gerekiyor. Bunları söyleyerek mesajlı, yavan, biçime aldırmayan kitaplar yazılmasını savunmuyorum elbette. Ama son yıllarda biçimle çok uğraşılıyor. Oysa bizim ustalardan öğrendiğimiz önemli bir kural var: Her roman ve her konu kendi biçimini getirir.

EN SON EKLENENLER