Berktay: Erkeklik krizi yaşanıyor

Son yıllarda kadına yönelik artan şiddetin nedenini “erkeklik azalması” algısına bağlı olarak “erkeklik krizi”nin yaşanmasına dayandıran Prof. Dr. Fatmagül Berktay, “İş başa, kadınların bilinçli mücadelesine düşüyor” dedi.

“Tecavüz kültürü” kavramı son yıllarda literatürümüze girerek kadına yönelik artan taciz ve cinsel saldırı gibi sayısız örnekle anılmaya başladı. Yaşanan saldırılar, sadece kadınlara değil, çocuklara da yansıyor. Bu durumu ortaya çıkaran nedenlerin ne olduğu ve toplumsal cinsiyet rollerinin iktidarla ilişkisi üzerine akademisyen Prof. Dr. Fatmagül Berktay ile konuştuk.
‘İKTİDAR İLİŞKİLERİNİN AÇIK YANSIMASI’
Artan şiddet ve şiddete mazeret bulunmasının cinsiyetçi, ataerkil değerleri açığa vurarak pekiştirilmesinden kaynaklandığını belirten Berktay, şiddetin iktidar ilişkilerinin açık yansıması olarak politikliğine dikkat çekti. Berktay, belirlemesinin devamında, “Bu politik mücadelenin fiziksel uzamı ise kadın bedenidir. Ama kadınların ezilmesi ve ikincilleştirilmesi öyle derinlere işlemiştir ki ataerkil çıkarların, ideolojinin ve kurumların yarattığı toplumsal ve politik sonuçlar olarak ele alınmak yerine hala kaçınılmaz veya doğal bir olguymuş gibi kabul edilir. Ataerkil sistemin kadın bedenini denetleme ihtiyacı, kadınlara kendi bedenlerinin kontrolünü veren üreme haklarına, kürtaj hakkına, evlilikte tecavüzü suç kabul eden yasalara vb. gösterilen direncin yoğunluğunda ve erkek şiddetinin sürekli artışında kendisini ortaya koyuyor. Dolayısıyla önemli olan, ‘kadın olmak’tan kaynaklanan sözde doğal bir üstünlük ve kendiliğinden dayanışma sanısına kapılmadan sorunun politik niteliğini vurgulamak ve haklara sahip olma hakkını, yani kamusal alanda kadınların yurttaşlık ve özerk bireylik konumunu savunmaktır” dedi.
‘KADINLARIN BAŞINDA DEMOKLES KILICI’
Şiddetin kaynağını “Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar ile erkekler arasındaki güç eşitsizliği ve kadınları aşağı, erkeği ise üstün konumda gören, erkeği kadının toplumsal denetimiyle, sözüm ona  ‘namus bekçiliği’ ile görevlendiren erkek egemen iktidar ve zihniyet” sözleriyle açıklık getiren Berktay, tespitini şöyle sürdürdü: “Cinsiyet eşitliği açısından daha ileri olan ülkelere baktığımızda şiddetin varlığının daha az ve bu konudaki toplumsal bilincin gelişmiş olduğunu;  ama en önemlisi siyasal iradenin cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmak konusunda gerçek bir çaba gösterdiğini görüyoruz. Türkiye bu tür ülkelerden biri değil. Ülkemizde kadınlar hayatın hemen her alanında ayrımcılığa tabi tutuldukları halde bu durumun değişmesi için pek az şey yapılıyor. Yapılanlar da sorunun kaynağıyla değil, daha ziyade görüntüleriyle ilgili oluyor ya da her şeyi ceza mantığıyla halletmeye meyyal olan devlet geleneğine uygun biçimde cezai müeyyideleri arttırma çağrılarından ibaret kalıyor. Oysa kadına yönelik şiddet, her alandaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hem sonucu hem de en çarpıcı göstergesi. Çünkü eğitim, siyasete katılım, ekonomi vb. alanlardaki sorunlar olanca yakıcılıklarına karşın kadınların tümünü kapsayamayabilir, oysa şiddet bütün kadınların başı üzerindeki bir Demokles kılıcıdır. En korunaklı sanılan, toplumun ‘namus’ normlarına en çok uyan kadınları da hiç beklenmedik bir anda ve yerde, en hunhar biçimde vurabilir. Nitekim son yıllarda kadın cinayetlerinin en çok şehirlerde ve eğitimli erkekler tarafından işlendiğini görüyoruz. Yani bu cinayetler eskiden sanıldığı gibi ‘orada uzakta’ bir yerlerde, kırsal bölgelerde, eğitimsiz kesimlerde, ya da ‘hala feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü Doğu bölgesinde, Kürtler arasında’ filan değil yanı başımızda, büyük kentlerde, eğitimli olduğu var sayılan kesimlerde de cereyan ediyor.”
‘GERİLERE DÜŞÜYORUZ’
Türkiye’de işin içine cinsiyet eşitsizliği girdiği anda en gerilere düştüğünü ifade eden Berktay, yapısal eşitsizliği ortadan kaldırmak için çaba harcanmadığını söyledi. Bu eşitsizliği ortadan kaldırmak için kadınları güçlendirmenin aynı zamanda şiddeti önlemek açısından da en gerekli şey olduğunun altını çizen Berktay, “Kadınları güçlendirmek için gerekli önlemleri almaz ve onları özerk insan varlıkları olarak kabul etmeyip erkeklerin koruması altındaki ‘sahip olunan’ emanetler olarak görürseniz kadına yönelik şiddeti önleyemezsiniz. Çünkü emanetçi, kendi insafına kalmış ‘emanet’e her an hıyanet edebilir, nitekim sürekli olarak ediyor” ifadelerini kullandı.
‘ŞİDDET ERKEKLİK KRİZİNİN YAŞANMASINA BAĞLI’
Şiddetteki artışın bir diğer nedenini “erkeklik azalması” algısına bağlı olarak bir “erkeklik krizi”nin yaşanmasına bağlayan Berktay,  bu kriz türünü ortaya çıkaran duruma ilişkin de şöyle dedi: “Bizimki gibi, kadın ile erkek arasındaki yöneten-yönetilen ilişkisinin toplumdaki otorite ilişkisini simgelediği kültürlerde cinsel olan ile siyasal olan sıkıca ilişkili ve sürekli egosu şişirilen erkeğin gücü ve kimliği kadını denetleme, onun itaatini sağlama gücüyle eşdeğer. Dolayısıyla kadının ve bedeninin hem aile içinde hem de toplumsal olarak denetlenmesi merkezi önem taşıyor. Otoriter eril devlet ile ataerkil aile bu konuda el ele veriyor. Şiddetin en önemli gerekçelerinden birini kadının ‘itaatsizliği’ iddiasının oluşturması o yüzden. Ne var ki günümüz koşullarında erkeklerin önemli bir kısmı çocukluktan itibaren şişirilmiş erkeklik kimliğinin yarattığı beklentileri pratik hayatta karşılama gücünden yoksunlar. Ekonomik koşulların kötüleşmesi, işsizlik, göç vb. sorunlar karşısında bir ‘erkeklik/güç kaybı’ yaşıyorlar ve bu kaybın acısını da gene kadınlardan çıkarıyorlar. Bu açıdan, işsiz kalan ve ailenin geçimi için kadın eşin çalışmasına muhtaç olan erkeklerin daha fazla şiddet uygulaması yeterince açıklayıcı.  Bu tabloya bir de her şeye rağmen ekonomik açıdan bağımsızlaşan ve bilinçlenen, dolayısıyla eskisi gibi ‘ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin’ deyip kaderine razı olmak yerine boşanmak isteyen, yeni bir hayat kurma iradesini gösteren yani ‘itaat etmeyen’ kadınların varlığını eklediğimizde, ‘niye bu kadar erkek şiddeti?’ sorusunun da cevabı önemli ölçüde verilmiş oluyor. Bir anlamda ‘ataerkilliğin ve erkek egemenliğinin intikam alma’ arzusu ile karşı karşıyayız. Bence bu öç alma ve ‘eski güzel günleri geri getirme’ arzusu sadece her türlü şiddet, tecavüz ve kadın katlinin artışında değil, başka olgularda da kendini gösteriyor.”
‘TELAFİ EDİLMEK İSTENİYOR’
Kadını korumak adı altında yapılmak istenen yasa değişiklikleri ve uygulamaların aslında kadının güçlendirilmesine değil, ikincil konumunu kabullenip evde tutulmasına hizmet ettiğini vurgulayan Berktay, şöyle devam etti: “İstenen, kadınların kendi kaderlerine sahip çıkan kamusal birey/yurttaşlar olması değil, erkek egemenliğinin istediği biçimde hem kendileri itaat eden, hem de itaatkar nesiller yetiştiren ve ancak bunun karşılığında korunmaya layık görülen annelere dönüşmesi. Böylelikle erkeklik azalmasının da telafi edilmesi hedefleniyor.”
‘İŞ, KADINLARIN MÜCADELESİNE DÜŞÜYOR’
Son zamanlarda sayısız örneklerle dolu çocuklara yönelik cinsel istismar ve ensestin artışına da dikkat çeken Berktay, bu durumu ise “Kadınları ve çocukları erkeğin mülkü sayan ataerkil yapının dışa vurumu” olarak değerlendirdi. Yaşanılanların hep var olduğunu; fakat erkek egemenliğinin intikam alma arzusuyla daha da arttığını belirten Berktay, şimdilerde görünürlük kazanmaya başladığının altını çizdi. Berktay devamla şunları söyledi: “Özellikle Doğu Akdeniz ve Ortadoğu toplumlarında etkisini hala sürdüren kurallara göre aile reisi erkek –pater familias- , kadınlar ve çocuklar (eskiden bir de elbette köleler) üzerinde ölüm ve yaşam hakkına sahiptir; bu hak sahipliği içine onlardan cinsel yararlanma hakkı da girer. İslamiyet bunu yasaklamış olsa da bu alandaki ‘sahiplik’ kuralı devam ediyor. Çünkü ünlü antropolog Germaine Tillion’un Kuzenler Cumhuriyeti kitabında etraflıca anlattığı gibi, bu yörelerde tek tanrılı dinler eski bir kuralı ve uygulamayı devam ettiriyorsa o uygulama daha da pekişir; ama tersine gelenekselleşmiş eski bir uygulamayı yasaklıyorsa kaybeden din, kazanan töre ve gelenek olur. Dolayısıyla erkek egemenliğinin uygulamalarını yumuşatmaya çalışan İslami kurallara uyum da zayıf oluyor. Bunun bir başka örneği, kadınlara Kuran’da miras hakkı tanındığı halde bazı yörelerde en dindar geçinen ailelerde bile bu kurala uyulmayıp kadınlara mirastan hiç pay verilmemesidir. Yani ‘muhafazakar dindar toplum’ nutuklarıyla ya da ‘sapıklık’ teşhisleriyle üstesinden gelinecek bir durum değil. Tek çare kadınları güçlendirmek ve cinsiyet eşitsizliğini meşrulaştıran, sürdüren her türlü uygulama ve söylemle mücadele etmek. Ne yazık ki böyle bir siyasi irade yok, dolayısıyla iş başa, yani kadınların bilinçli mücadelesine düşüyor.”
MA / Necla Demir

EN SON EKLENENLER