Nazan Üstündağ: Kadınlığın süründüğü yerde; kadınların Rakka zaferini kadınlara armağan etmesi; yeri göğü titretti!

Kürt sorunu merkezli bir dizi olguyu değerlendiren Üstündağ: ‘Reqa’da Nesrin Abdullah’ın tüm basına, yani kadınlığın yerlerde sürüldüğü bir yerde, özellikle Êzîdî kadınlarla, “Arap halkına saygımdan dolayı Arapça konuşuyorum” diyerek Reqa zaferini kadınlara armağan etmesi bu yüzyılın en önemli olaylarından. Bu dünyadaki tüm kadınlar için yeri göğü titretici bir büyük an’

 

Akademisyen Nazan Üstündağ Avrupa’da yayın yapan Yeni Özgür Politika gazetesine Kürt sorunu merkezli bazı olguları değerlendirdi. Biz de Üstündağ’ın değerlendirmelerinden öne çıkanları aldık. Üstündağ, Kürtlere yönelik devletin sürekli olarak nefret hafızasını tetiklediğini söylüyor. Muğla’da elleri arkadan kelepçeli Kürtlerin çıplak bedenlerinin fotoğraflarını yorumlayan Üstündağ, ‘’Modern devlet pornografik bir devlettir. Türkiye devleti Kürt erkek bedenleri söz konusu olduğunda bu bedenleri soyarak, acıtarak, yaralayarak, ve sergileyerek çeşitli kesimleri de bu bedenlere izleyici kılarak ırkçı bir rejim kuruyor’’ diyor.

 

Modern devlet pornografiktir…

 

Muğla’da devletin, Kürtlerin bedenlerinin fotoğraflarını çıplak biçimde servis etmesi üzerine değerlendirmelerde bulunan Üstündağ şunları söyledi: “Benim daha önceden İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış isimli bir kitapta bir makalem var “Pornografik Devlet/Erotik Direniş” adında. Bu makaleyi aslında şimdi kitaba çevirmeye çalışıyorum. Burada şunu iddia ettim: Modern devlet pornografik bir devlettir, Türkiye devleti özellikle Kürt erkek bedenleri söz konusu olduğunda bu bedenleri soyarak, acıtarak, yaralayarak, ve sergileyerek çeşitli kesimleri de bu bedenlere izleyici kılarak ırkçı bir rejim kuruyor. Bu rejimde, Kürt erkek bedenlerini sürekli bir takım dayatılmış pozlar içinde göstermeye çalışıyor ve başka şekilde eyleyen bedenleri ya çerçevenin dışına çıkartıyor ya da öldürerek, yaralayarak, işkenceyle dondurup çerçevenin içine alıyor. Diyarbakır Cezaevi’nde bu böyleydi. O zaman devlet kendi soyup, kendi seyrediyor ve Kürtleri birbirine seyrettiriyordu. Dışarıya ise zorla çekilmiş fotoğraflar servis edip, işte hapistekiler okuma yazma öğreniyor falan, diyordu.

 

Türkleri bunların seyircisi yaptı…

 

1990’larda her yerde olan, hareket eden, halklar arası ilişkiyi sağlayan, insan hakları savunucularını, gazetecileri, vekilleri, köylüleri faili meçhulde öldürerek onlara yüzükoyun yapayalnız pozlar verdirtti. Abdullah Öcalan’ı mahkemede sergilemeye kalktığında da böyle bir pornografik amaç güdüyordu. 2000’lerin başından itibaren Kürt erkeklerini işte tv serilerinde, reklamlarda, gazete sütunlarında bu sefer vahşi, geleneksel, namus düşkünü, gençleri ise ipe sapa gelmez, şiddet düşkünü olarak resmetti. Hukuk bu resmin kurulmasının aracı oldu ama en önemlisi Türk halkını bunların aktif seyircisi yaptı. Adeta Türk halkıyla yeni bir görsel ittifaka girdi.

 

Rahim, mide, bağırsak devlet…

 

Bu sırada da devlet fantezisini derinleştirdi, yani devleti de tüm bu süreçlerde işte Diyarbakır Cezaevinde Kürtleri yeniden doğurmaya çalışan bir rahim, komplo ve sonrasında Kürtleri asimile etmeye çalışan bir mide olarak yaşadık. Cizre’de dışkıların buzdolaplarına bırakılmasıyla bir bağırsak devletle karşılaştık.

 

İlk yaptığı Kürtleri eğmek, acıtmak, soymak… 

 

2010’lardan itibaren artık Kürtler kendi çektikleri senaryolarda, kendi istedikleri gibi poz vermeye başlamıştı. Yüzleri kapalı, taş atan, molotof atan, isimsiz gençlik ile ilgili ciddi bir fotğraf devrimi yaşandı, örneğin Yüksekova Haber’de. Sonra Abdullah Öcalan’ın İmralı görüşme fotoğrafları, gerillanın görünürlüğünün artması, Rojava sürecinde kadın gerillalar. Selahattin Demirtaş başlı başına bir resimdi. Nihayetinde devlet tekrar çerçeveyi kontrolü altına aldı. İlk yaptığı ise bir kez daha Kürtleri eğmek, acıtmak, soymak ve sergilemek oldu. Türk halkının bir kısmını baktırarak, seyrettirerek, bunları twitlettirerek veya kendileri linç edip fotografları paylaştırarak bu görsel pornografiye aktif ya da pasif olarak ortak ettiler. Bir kısmını utandırarak içine kapattılar ki bu Kürtler için de geçerli. Bir kısımı sindirdiler.

 

Riske atılarak yeni resimler üretilecek…

 

Muğla’daki resimleri görünce bunları düşündüm. Ancak bu bir döngüdür. Bu pornografiye karşılık erotizm olacaktır, yani tekrar bir araya gelmek, ilişkilenmek, eyleyişten zevk almak, riske atılarak yeni resimler oluşturmak, yeni görsellikler üretmek. Kürt halkı tek bir çerçeveye sığdırılamayacak kadar geniş, katmanlı, dağınık ve direngen. Reqa’dan bambaşka resimler devletin kurmaya çalıştığı bu görsel rejime rahatlıkla sızıyor. Bize de bunları ve yakın tarihte bizi heyecanlandıran resimleri sürekli yeniden dolaşıma sokmak düşüyor.

 

Linç hafızasını bir takım derin ilişkiler inşa ediyor…

 

Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesindeki linç girişimini de bu bağlamda değerlendiren Üstündağ, “Bence bu olayda önemli olan genel bir nefret hafızasından çok bu nefret hafızasını tetikleyen ve işe koşanın kimler olduğudur. Bu erkekler kimler, kimlerle hangi yoldan derin ilişkileri kuruldu veya aktifize oldu? Hrant Dink meselesinin hala büyük önem taşıması da bu yüzden. Ogün Samastlar nasıl inşa ediliyor. Bu kendi kendine bir hafızanın geçmesiyle olmuyor. O hafıza bir takım derin ilişkiler içinde oluşturuluyor; mobilize ediliyor ve anlam kazanıp hedef buluyor. Burada çok ciddi sosyolojiye ihtiyacımız var. Aynı şey Sakine Cansız katliamları için de geçerli. Bu adamlar birbirleri ile nerede ilişkiye geçiyor, nasıl güruhlaşıyor, devlet hangi mekanizmalarla bunları işlevsel kılıyor.” diye konuştu.

 

Direnenlere zor ve cebir, direnmeyenleri kendi bağlamak…

 

Erdoğan’ın ‘fetih’ vb. söylemlerini ‘yeni bir Türklük inşası değil iktidar stratejjisi’ olarak yorumlayan Üstündağ şunları söyledi: “Aslında gönülleri fethetmek tamamıyla bir arzu politikasına işaret ediyor. Eski anlamında fetih sınırları aşmak, Osmanlı hukuk istemini inşa etmek ve fetih edilmiş yerin mimarisine damga vurmak demekti. Burada da Erdoğan gönüllerdeki sınırları aşmaktan yani gönüllerde AKP’ye, AKP hukukuna, AKP düzenine, inşaatçılığına bir arzu uyandırmaktan bahsediyor. Nitekim teke tek muhabbet etmek, kişileri markaja almak, kendine bağlamak, evlilik yoluyla, tarikat yoluyla, ihale yoluyla, parti yoluyla, iş yoluyla, sosyal yardım yoluyla bire bir kişinin içine, evine, toplumsal ilişkilerine sızmak, bu esnada mekansallığı dönüştürerek kendine işlevsel kılmak ve ortaya çıkan rantı hiyerarşik bir biçimde bölüşmek, alışkanlıklara sızmak işte cuma namazına, oruca, zekata, toplu ümre ve hac ziyaretlerine mecbur bırakmak… Bu günün fethi bu şekilde işliyor. Ama diğer anlamıyla fetih de “gönüllerin fethedilemediği” yerleri zorla işgal etmekle, üniversiteleri, direnen Kürt illerini, direnen Alevi mahallelerini, belediyeleri vs. zor ve cebirle sürüyor. Bunu bir yeni Türklük inşası değil bir iktidar stratejisi olarak görmek daha anlamlı. Son derece dinamik AKP “akıncıları” üretmek çünkü içeriği. Hani lise kitaplarında vardır Yavuz Sultan Selim bir yeri aldığında onun adaletini gören diğer yerlerde gönüllü teslim olurmuş. Tabi biz, Alevilere yapılan Selim katliamlarından bu adaletin nasıl bir şey olduğunu ve o gönül fethinin ne anlama geldiğini biliyoruz.”

 

Türkiye’de olup bitenler küresel bağlamda ele alınmalı…

 

‘Türkiye’de olanları küresel bir bağlama oturtmak gerekir düşüncesindeyim.’ diyerek sözlerini sürdüren Üstündağ, şunları kaydetti: “Gerçekten dünyanın birçok yerinde isyanların olduğu, rejim değişikliklerinin arzulandığı, gençlerin ve kadınların sokaklardaki yenilik arayışının ve bu arayışa ruh veren komünar tahayyüllerin aktörleri olduğu, büyük bir cesaretle hayatlarını riske atarak mücadele ettiği ve demokratik taleplerin liberal demokrasi içinde içerilemeyerek radikalleştiği bir dönemi yaşadık. Kürtler örgütlü bir güç olarak ve somut bir tahayyülle bu döneme tabi ki damgalarını vurdular. Ancak küresel olarak baktığınızda, tüm Ortadoğu, Uzak Asya ve Latin Amerika’da çok hareketli çok önemli bir dönem geçirdik. Avrupa’da ise göçmenler hep ayaktaydı. Ancak tüm bunları sindirmenin yolunu Avrupa daha çok sağlaşmada, liberalleşmede, güvenlik rejimlerinin inşasında vs. buldu. Keza Amerika kaç kez siyah ayaklanmalarıyla sallandı. Ancak ne yazık ki bunların hiçbiri sonuç vermedi. Neden vermedi? Türkiye’de neden vermedi? Türkiye’de nasıl oldu da bu kadar büyük bir yıkımla sonuçlandı, bunlar hep tabi tartışılacak. Ama nihayetinde bu yükselen taleplere karşı dünyanın yine neredeyse tamamında yeni muhafazakar ittifaklar ve totaliter rejimler ortaya çıktı. Çoklaşmış kamusallıkları yok etmeye kalkışan; sokağı silmeye, mekanı canavarlaştırmaya, ilksel birikim aracılığıyla sermayeyi arttırmaya çabalayan, kadın, siyah, etnik, genç bedenleri, erkeğin ve devletin bedeni ile ikame eden son derece acımasız ve erkekliğe, zorbalığa, derin ilişkilere, linç pratiklerine ruh üfleyen rejimlerle karşı karşıyayız.

 

Bunlar küresel karşı devrim manevraları…

 

Türkiye’de, Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da, Venezuela’da, Rusya’da seçkinler, yanlarına esnafları, köylüleri, dar gelirlileri, işsizleri alarak, erkeklikte ve erkekliğin herkese vaat ettiği “ezebilirsin, yok edebilirsin” eyleminde buluşuyorlar. Bu küresel bir akım. Tarihsel olarak çokça karşılaştığımız ve her isyan ve umut dalgasından sonra ortaya çıkan karşı-devrim manevrası. Suriye’deki savaşa gömülerek de bir kısım enerji imha edildi. Ne yazık ki sermaye ve devlet birbiri ile son derece ilintili olduğu için birlikte hareket edebiliyor, orta sınıfların güvenlik ve statü arzusu ile onları pasifleştiriyorlar. Ama kadınlar, gençler, ezilenler, tüm bunları aynı anda mobilize edip, ilişkilendirerek sürekliliğini sağlayacak sistematik araçları geliştiremedik. Fakat tabi ki bu enerji yok olmadı. Kötümser ve umutlu olmakta fayda var.”

 

Devlet tüm ‘derinliği’ ile ifşa olduğu için…

 

AKP politikalarını “İç ve dış politikanın tamamıyla pragmatik saiklerle biçimlendiğini özellikle artık bir ruhtan bahsedemeyeceğimizi düşünüyorum. AKP bir siyasi teolojisi, kozmolojisi vardıysa eğer, bunu tamamıyla kaybetti.” Sözleriyle değerlendiren Üstündağ şöyle kaydetti: “Dava” tamamen bir laftan ibaret oldu ve zaten kendisi “dava” diye bir şeyi temsil etmesini sağlayan tüm teşkilatlarını, yazarlarını, kurumlarını, kişilerini imha etti. Bu biraz 90’ların sonunu hatırlatan bir durum. 90’ların sonunda devlet artık tüm “derinliği” ile ifşa olduğunda, vatandaşını inandırma, gündelik hayatını örgütleme, kendini bir bütün olarak temsil etme kapasitesini yitirdiğinde ve 2002’deki krizle birlikte Türkiye’de büyük bir dönüşüm arzusu olmuştu. Bugün tüm baskıya rağmen her gün birkaç insan çıkıp işimizi istiyoruz diyor, diyebiliyor çünkü devlet büyüsü yok, devlet bir çete ve bu açık edilmiş durumda. İnsanlar değişim istiyor. Ancak burada tüm sermeye ilişkileri, iktidar ilişkileri, kriminal toplumsallık, tek bir insan figürüne Erdoğan’a bağlanmış durumda. Ve Erdoğan’ın normal yollardan gideceğine kimsenin inancı yok. Ondan dolayı daha da güçsüzleştiğinde tabi ki bir savaş, iç ya da dış çıkartması bekleniyor da.”

 

Soykırıma karşı garantör Kandil ve Rojava…

 

“Türkiye devleti şu an Ermeni soykırımı öncesindeki halinin tüm özelliklerini gösteriyor” saptamasını değerlendiren Üstündağ şunları gündeme getirdi: “Bunu bir tek ben söylemedim elbette. Asıl Ermeni çalışmalarında isim yapmış birçok insan söyledi; mesele Yektan Türkyılmaz. Yüzyıl öncesine dönecek olursak, Ermeniler de o zaman aynı Kürtler gibi bir isyanları var; bir rönesansları, ciddi bir kadın hareketleri, Osmanlı’yı dönüştürmek için bir arzuları, bir projeleri var. Devlet buna karşı topyekün bir imhaya girişiyor ve buna halkı dahil ediyor. Buradan sermaye, prestij, güvenlik vesaire devşiren bir dolu soykırımcı var. Ayrıca bu sayede toplumun diğer kesimlerini de sindiriyor. Belki topyekün bir soykırım değil ama Cizre bodrumları temsili bir soykırım değil miydi zaten? Rojava ve Kandil bu açıdan çok önemli. Burada soykırımın derinleşmesi ve yayılmasını önleyebilecek garantörlük onlarda. Yoksa dünyadaki uluslarası kurumlar bu tür bir işlevselliği çoktan yitirdiler. Aslında gerçekten büyük değişimlere hazır bir dünya küresel aktörlerini arıyor. Bulamadıkça da iktidar vurdukça vuruyor, içerledikçe içerliyor.”

 

‘Yaşam tarzı muhalefeti’, ete süte dokunmayanların işi…

 

“Yaşam tarzını savunma” üzerinden muhalefet hattı kurmak isteyenleri de değerlendiren Üstündağ önemli uyarılarda bulunuyor: “Ben açıkçası siyasetçiler ve gazeteciler dışında benim yaşam tarzım tehdit altında diye bir kimlik hiç duymuyorum gündelik hayatta. Bu bir çeşit masumiyet karnesi gibi. Yani ben bir kimlik istemiyorum; bir şeye talip değilim, iktidar istemiyorum, egemenlik istemiyorum, örgütlü değilim, razıyım ama bırakın eskisi gibi yaşayım. Bir taraftan böyle düşünen insanları politize etme potansiyeli var sanılabilir, ama tam tersi tüm sermaye bölüşümünü, egemenlik sorunlarını, ayrımcılığı, erkekliği vs. apolitize ediyor. Aynı zamanda AKP’ye bir serzeniş de sanırım; “Siz de bundan muzdarip değil miydiniz? Aman yapmayın” gibi. Elbette bu ta Gezi zamanında ortaya atıldığından beri yanlış bir söylemdi bana göre. Ama bir yandan da işte muhalefeti seçkinlerle yürütmek isteyenlerin, “devlet” neyse onu kendi saflarında isteyenlerin fazla da ete süte dokunmak istemeyenlerin işine geldi. Öte yandan şu da açık ki demek ki Kürtlük, kadınlık, işçilik, yoksulluk gibi kategorilerde kapsanmadıklarını düşünenlerin de bir muhalefet diline ve kendilerini var edebilecekleri, ifade edebilecekleri bir zemine ciddi ihtiyaçları var.”

 

Yeri göğü titreten yüzyılın en önemli olaylarında biri…

 

Nazan Üstündağ değerlendirmelerinin sonunda Rojava’da olan bitenleri şu sözlerle değerlendiriyor: “Bence Reqa’da Nesrin Abdullah’ın tüm basına, yani kadınlığın yerlerde sürüldüğü bir yerde, bir kadın komutanın, yanında başka kadınlarla özellikle Êzîdî kadınlarla, “Arap halkına saygımdan dolayı Arapça konuşuyorum” diyerek Reqa zaferini kadınlara armağan etmesi bu yüzyılın en önemli olaylarından biri. Bunun dünyadaki tüm kadınlar için yeri göğü titretici bir büyük an olduğunu düşünüyorum.”

 

HABER MERKEZİ

334

EN SON EKLENENLER