Sanata AKP darbesi

Tiyatro sanatçı ve TİP Milletvekili Barış Atay, Türkiye’de koşulların giderek zorlaştığını ve en ağır darbenin sanata vurulduğunu belirterek, “Türkiye’de sadece sanatsal ve kültürel bir değişim değil sosyolojik, psikolojik bir bozulma olduğunu var’’ dedi.

PERVİN YERLİKAYA / STUTTGART

Türkiye’de koşulların giderek zorlaştığını ve en ağır darbenin sanata vurulduğunu belirten tiyatro sanatçı ve TİP Milletvekili Barış Atay, tiyatrodan sinemaya; televizyondan festivallere varana kadar sanatın her dalında yaşanan baskı ortamını detaylarıyla anlattı.

AKP iktidarının 12 Eylül darbecilerini de aşan bir sansür mekanizması uyguladığını belirten Atay, sanatın bugünle de sınırlı olmayan sorun ve handikaplarını anlatırken çözüme ilişkin görüşlerini de aktardı. Stuttgart Tohum Kültür merkezindeki “Sanat ve Siyaset” konulu söyleşide konuşan Barış Atay’a sözü bırakıyoruz.

“Bir kimlik olarak Türkiye sinemasından bahsedemeyiz ancak Yılmaz Güney, Metin Erksan sinemasından kimlik olarak bahsedebiliriz. Bu tabiki yeni bir durum değil yüzyıllık bir meseledir. Tiyatro için de bunu söylemek mümkün, Muhsin Ertuğrul’dan, Batı anlayışından sonra gelişen bir tiyatro, sanat var ancak bu seferde özünden uzaklaştı. Aslında Türkiye’de Anadolu topraklarında sözlü anlatım geleneği (köy seyirleri, orta oyuncular) vardır. Bu kadar kırılgan bir zemin üstüne kurulan sanat kavramının böyle bir iktidar karşısında sarsılması ya da hiç edilmeye çalışması, neredeyse yok edici bir durum haline getirilmesi üzücü ancak çok şaşırtıcı bir durum değil.

Filmler makaslarla kesildi

Sanat her ne kadar eksik gedik şeyler içersede tam olarak netleştiremediğimiz şeylerden bahsetsek de Yılmaz Güney gibi yönetmenlerin, oyuncuların, müzisyenlerin sanatçıların olması böylesi bir iktidar için tehdit anlamına gelir. İktidar bu ufacık alanı yok etmeye çalışıyor. Bu süreç tabiki AKP ile başlamadı. Sanat en ağır darbesini 12 Eylül zamanında aldı. Sahnelenmesi yasaklanan birçok oyun oldu, filmler makaslarla kesilerek sansürlendi.

AKP’li olmayan herkese sansür

Bugün çok farklı bir süreçten geçtiğimizi söyleyemeyiz. AKP daha büyük bir sansür mekanizması uyguluyor. Mesela dağıtım ağıyla vizyona girmesini engelleyerek bir sansür mekanizması uyguluyor. Artık sadece sosyalistler, muhalifler değil AKP’li olmayana herkese uygulanan bir sansür var.

Sinema zaten çok bütçe gerektiren bir alan ve bütçeyi engelleyerek bile filmin yapım sürecinde engel başlıyor. Filmi borç harç yaptık diyelim, bu seferde dağıtım şirketleri devreye giriyor. 2 bin 800 tane sinema salonu var ve 1600’ü tek bir şirkete ait. Güney Koreli CJ CGV diye bir şirket Türkiye’deki birçok zinciri tekelleştirdi ve Mars Dağıtım üzerinden hem dağıtımı hem gösterimi yapıyor. Yani iktidara varmadan sistem içinde aparatlaşan birçok şirket tarafından otomatik olarak sansüre uğruyorsunuz.

Muhalif filme sadece 30 salon var

Peki bu muhalif bir film ise 81 vilayette, 82 milyon yaşayan bir ülkede gösterilebileceği salon sayısı 2800 salondan 10 ile 30 arasında. Yani seyirciye ulaşmıyorsunuz. Sistem içinde entegre olan şirketler sayesinde iktidara gerek kalmadan politik film göstermeyi ticari kaygılarla engelliyor.

Festivaller de ise daha da yetkililer: Festivaller, Kültür Bakanlığı, valiliklerin, belediyelerin destekliği bir alana dönüştü. 2013 Gezi sürecinde bir belgeselde Erdoğan’a küfür içerdiği gerekçesiyle başlayan yasak süreci İstanbul Film Festivali’nde Bakur belgeselinin yasaklanmasına kadar gitti. Doğal olarak iktidar ile karşı karşıya geldiğiniz alanlara dönüştü. Sanatın en büyük müdahale alanı festivaller oldu. Çok sayıda siyasal İslamcı eğilimi olan yönetmenlerin kalitesi konusu da çok konuşmak istemediğimiz filmleri festivallerde yer alıyor.

Balerinin etek boyuyla başladı

Bu durum müzik ve tiyatroda da çok farklı değil. Tiyatroda ve balede 2006’nın ortalarından başlayan “devlet tiyatrosu” ve “devlet opera balesi” diye bir kavram var. Devlet opera balesinde önce balerinlerinin etek boyları ile başlayan tartışma -çok kısa olduğu gerekçesi ile bizzat Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından bir genelge ile balerinlerin etek boyuna ayar getirildi- devlet operasında devletin üst yetkililerin bulunduğu bir gösterimde kadınların sahneye çıkmamasına kadar gitti. Buna tepkiler oluşunca “tamam, kadınlar arkada olsun” gibi sözlerle tepkileri dindirmeye çalıştılar.

Perde arkasındaki isim: İskender Pala

2007-2008 yıllarında şehir tiyatrolarında ilk defa oyunu sahnelenen İskender Pala adlı çok gerici yazarın neredeyse devlet tiyatroları ve şehir tiyatrolarının bütün repertuar süreçlerine dahil edildiği, müdahale ettiği ve organize ettiği bir durum yaratıldı. İskender Pala, Kültür Bakanlığı’nda perde arkasında çok önemli bir isimdir.

Bunlar sadece iktidarın müdahaleleri değil bizlerin de karşı çıkamamızla ilgili bir durumdur. Böyle bir durumdan etkilenen 1000 kişi varken buna itiraz eden 10 kişi varsa, etkilenen insanların yüzde 90’ı sisteme alışmaya başlayınca doğal olarak sistem normalleşiyor. Geçen hafta Devlet Tiyatrosu’nda kadro sözü verilmesine rağmen 150’ye yakın arkadaşımız -oynadıkları oyun devam ederken- oyunların sahnelenmemesi göze alınarak işten çıkartıldı.

Peki iktidar bunun yerine ne koyar? Naziler bunun en büyük bir örneğidir. Varolan bir sanat perspektifini yok edip Nazi perspektifli bir sanat koyarak boşluğu doldurmuştur. O dönemin en iyi kurgulanmış filmleri Nazi propagandası yapılan filmlerdir, çünkü ellerinde çok iyi kurgucuları ve yönetmenleri vardı. Sinemada kurgu ve müzik sanatını çok iyi kullandıkları için Sovyetler ile beraber en iyi propaganda filmleri Nazilere aittir. Fakat AKP’nin yok ettiği sanat yerine koyabildiği bir şey yok.

Koz, Reis 100 bin bile izlenmedi

Bilindik iki örnek vereyim: Bu müdahale sürecinde Koz ve Reis adlı iki film çekildi. Bu filmler 350-400 salonda vizyona girdikten sonra seyirci sayısı 100 bini bulmadı. Ülkede 22 milyon oy almış bir partinin, partinin kendisinden daha güçlü bir figür olan birisinin hayatını film yapıyorsunuz ve ulaşabildiğiniz biletler bedava dağıtılmasına, kapılar açılmasına rağmen rakamlar 100 bin bile değil. Bunun sebebi bir sanatsal perspektiflerinin olmamasıdır. Çok iyi yönetmenler yetiştiremediler, oyuncular çıkaramadılar, yazarlar oluşturamadılar.

Fakat TV meselesine çok önem verdiler ve bu konuda büyük darbe indirdiler. Televizyonu, zaten var olan o eksik halini de yok ederek bir propaganda aracına çevirdiler. Romeo-Juliet gibi bir aşk hikayesi anlatayım derseniz, mümkün değil anlatamazsınız. Öncelikle tarihi kendilerine göre yorumlayarak, tamamen değiştirdikleri propaganda dizileri çekmeye başladılar. Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam, Payitaht Abdülhamid ile devam eden, Ertuğrul Gazi’den sonra Osman Gazi’nin geldiği Savaşçı, Söz gibi ultramilliyetçi, pro milliyetçi, faşist diziler çektikleri bir süreç yaşıyoruz.

Bunu yaparken çok rahat da yalan söyleniyor. Abdülhamit Payitaht diye bir dizi çekebilirsiniz tabi ki ama “İngiltere büyükelçisinin tokatlandığı bir sahne var” ama böyle bir tarih yok. Övgüsel filmlerde çekebilirsin, kurgularsın ama yalanla değil. Seyircilerin büyük bir kısmı o kadar inanıyor ki; kafalarında miğfer yerine taslar, ellerinde tencere kapakları ve kılıç yerine kullandıkları çubuklarla fotoğraflar çekiyorlar. Türkiye’de sadece sanatsal ve kültürel bir değişim değil sosyolojik, psikolojik bir bozulma var.

Tiyatro Kadıköy’e sıkıştı

Bunun karşısında nasıl durmaya çalışıyoruz? Benim de yer aldığım Kadıköy Emek Tiyatrosunu örnek vereyim. Bir tiyatro oyunu yapıyorsunuz ve oyunu izletmeniz gerekiyor ki çalışmalarınızı yürütebilesiniz. Eski bir konfeksiyon atölyesini kendi imkanlarımızla tiyatro salonuna çevirdik. Bilet fiyatını 60 TL’ya satmamız gerekiyor. Bu fiyata seyirci bulmak çok zor çünkü Türkiye’nin alım gücü ortada, ancak bu fiyatın altında tiyatro oyunu çıkartmakta bir o kadar zor.

Maalesef tiyatro artık Kadıköy gibi biraz daha iktidarın karışmadığı birkaç bölgede gösterim yapabiliyor. Daha önce Erkan Yüceller, Ankara Sanat Topluluğu bir turneye çıkardı. Köy köy, kasaba kasaba gezerlerdi burada müthiş bir tiyatro seyircisi vardı. Benim tiyatroyu öğrendiğim Antakya’da oralı olmama rağmen oyuna gittiğimde 200 kişiyi zor topluyoruz.

Burada vahim bir tablo çizdik evet ama bunun çözüm yollarını da konuşmak lazım. Bizler sanatçı arkadaşlarımıza da anlatamaya çalışıyoruz, bunun en kritik çözümü politik duruştan geçer. Türkiye’de politik mücadele vermezsek yok olmaya mahkumuz. Bu noktada en önemli örneklerden biri de Grup Yorum’dur. Hepimiz, düşüncemiz hangi fraksiyondan olursa olsun Grup Yorum dinleyerek belirli bir örgütlenme ihtiyacı hissetmişizdir. 1985’den yana kesintisiz müzik icra ediyorlar. Özellikle son 3 yıldır uğradıkları baskılar herhangi bir sanat grubuna yöneltilecek baskılar olmaktan öte artık bir örgüt üzerindeki bir baskıya dönüşmüştür.

Grup üyelerinin başlarına ödül dahi kondu. İnan Altın ve Selma Altın’ın bulunması durumunda 300 bin TL’lık ödül verileceğine dair Gri Liste’de isimleri var. Biri baterist, biri solist. Bu herhangi bir konser yasaklamaktan başka bir işe dönüştü.

Piyano çalmasın diye parmakları kırıldı

İdil Kültür Merkezi’ne nerdeyse ayda bir baskın yapılıp dışarıda kalan müzisyenler, kursiyerler ya gözaltına alınıp tutuklanıyor ya da dayak yiyip işkence görüyorlar. Enstrümanlar parçalanıp, piyano çalamasın diye müzisyenin parmaklarını kırdılar. En son Şenol Akdağ ile Yılmaz Çelik’i tutukladılar. İddianamede Yılmaz’ın suçu saz çalmak olarak geçiyor.

Sonuç olarak Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı heykele yönelik “bu ucube heykeli yıkın” denilerek başlayan bu süreçte, müzik, tiyatro, heykel, sinema vs. üzerinde müthiş bir baskı var.

Peki baskılar konusunda neler yapılabilinir? Sendikal mücadele yürütülmesi gerekiyor. Ancak Oyuncular Sendikası bu konuda yeterince bir politik duruş sergileyemiyor. Bu sadece yönetimle ilgili bir sorun değil; üye olan oyuncuların, dizi ve sermaye ile direkt ilişkisi olduğu için bu bağı kesmekte yeterince cesur davrandıklarını söylemek çok zor.

Örneğin; 2013 Gezi sürecinde Oyuncular Sendikası Başkanı Mehmet Ali Alabora bir çağrı yaptı; neler yapabileceğimizi tartıştık. İçeride Halit Ergenç’ten Kenan İmirzalıoğlu’na kadar bir sürü isim vardı. Bir öneri çıktı, sadece polis şiddetini ve devlet zulmünü durdurabilmek için sembolik de olsa özellikle başrol oyuncuları ‘Bu şiddeti protesto ediyoruz diyerek bir gün dizi çekimlerine gitmeyelim’ denildi. Çoğunluk bu öneriyi kabul etmedi.

Sanatçı gücünü görmeli

Çok sevdiğim sanatçılardan biri, ‘Bizi neden bu kadar büyütüyorsunuz’ diyerek beni hayal kırıklığına uğrattı. Neden kabul etmediler, çünkü politik olarak kendilerini bir güç olarak görmüyorlar. İkincisi de sorumluluk almak istemediler. Bir çoğu sadece geçim kaygısı ile bunu yapıyor. Ben sadece şunu anlayamıyorum; bu arkadaşlar yarın biz mücadele edenlerin yüzüne nasıl bakacaklar?

Aslında bu yüzyıl boyunca Türkiye’de sanatsal anlamda kimliğin yanında politik bir bilinç oluşturamadık. Politik bilinci varolan ve o sırada sanat yapanların dışında örnek verebileceğimiz kimse yoktur. Aslında Türkiye’de hep “sanat siyasete alet edilemez, sanatçı siyasetle uğraşmaz” denilerek, bu sistem oturtulmuştur. Oysa ki sanatın kendisi zaten politik bir eylemdir; var olan egemenliğe ve erke karşı tepki ve itiraz olarak doğmuştur. Türkiye’de bunlar hiçbir konservatuarda öğretilmez.

Avrupa seyircisi seçici olmalı

Çok ciddi bir hak gaspı var. Birçok muhalif sanatçı işsiz kalmıştır. Doğal olarak insanlar, Avrupa’ya turneye gitmek zorunda kalıyor. 80’lerden daha çok turne yapılıyor artık. Burada kritik bir durum var. Mağdur olup buna gerçekten ihtiyacı olanlar ile bunu manipüle edip kâr etmek isteyenler var. İki güzel söz söyleyeni muhalif diye başımızın üzerinde taç etmemeliyiz. Bunun bir çok örneği var. Aksine bunu ifşa etmemiz gerekir.

Levent Üzümcü gibi bir oyuncu isteseydi bir dizide oynayarak çok rahat geçimini sağlayabilirdi, bir oyunla bütün dünyayı gezmek zorunda kalmazdı. Bu turneler için ‘bize dünyayı geziyorsunuz’ diyorlar ancak durum böyle değil. Biz de 40 tane ülke gezmeden geçimimizi sağlamak ve ailemizle birlikte vakit geçirmek isteriz. Eğer insanlar bu zorunluluğa geldiyse Avrupa seyircisi de bu konuda seçici olmalılıdır.

Yalana inanmayı seçenler

Dört yapraklı yonca olarak bilinen 4 kadın var. Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit. Fatma Girik hep CHP’liydi ve bu duruşunu hiç bozmadı. Bu isimlerden en sert filmlerde oynayan isim Hülya Koçyiğit, Şerif Gören’in Derman filminde, Ömer Lütfi Akad’ın Gelin filminde oynamıştır. Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde sosyalist filmlerde hiç çekinmeden oynamıştır. Ancak geldiğimiz dönemde insanları gözünün içine bakarak ‘Türkiye hiç bu kadar özgür olmamıştır’ diyor. İnsanlar söyleyemediği şeylere ya inanmayı seçmiştir, ya da yalanlara inanmayı seçmiştir. Burada şuna dikkat etmek lazım, Hülya Koçyiğit’in siyasi düşüncesi değişmemiştir ama bir sanatçının yaşanan olaylara bu kadar duyarsız kalması normal değildir. Diktatör oyunu yasaklandığında tiyatronun önünde kurulan barikatta polis ile tartıştığımda bana ‘agresifsin’ demişti, halbuki ben hakkımı arıyordum.

‘Suç ve Keza’ Avrupa turnesinde

Onur Orhan’ın yazdığı, Müjdat Albak’ın yönettiği tiyatro oyunu “Suç ve Keza” Avrupa turnesinde. Barış Atay ve Cüneyt Sezer’in oynadığı oyun, 11 Ocak’ta Stuttgart yakınlarındaki Untertükheim’da izleyiciyle buluştu. Oyun, Dostoyevski’nin ünlü Suç ve Ceza romanındaki başkarakterlerden esinlenerek geliştirilmiş bir yorum. Oyun, ünlü eserde olduğu gibi, genç nihilist Rasalnikov ile komiser eskisi Profiryo arasındaki diyaloglarda geçiyor. 400’ü aşkın kişinin izlediği oyun turneye devam edecek.

Suç ve Keza oyununun şimdilik netleşen gösterim tarihleri şöyle: 8 Şubat Bremen, 1 Mart Darmstadt ve 26 Nisan’da Münih’te oyun sahnelenecek.

EN SON EKLENENLER