Tutuklu edebiyatçı: Edebiyat kendi yolunu mutlaka açar

Tarihsel arka planla mücadeleyi eserlerinde buluşturan siyasi tutuklu edebiyatçı Sami Özbil, cezaevinde devam ettirdiği yazım serüvenini zorluklara rağmen sürdürüyor. Yazdıklarının sol cenahta genelde suskunlukla karşılandığını belirten Özbil, “Bunlar önemli değil çünkü edebiyat kendi yolunu mutlaka açar” diyor.

İlk roman ve şiir kitaplarını cezaevinde kaleme alan siyasi tutuklu Sami Özbil’le, eserlerinde ön plana çıkan yanları ve cezaevinde edebiyat üretimini konuştuk. Çocuk yaşta kaleme aldığı öykülerle edebiyat serüvenine başlayan Özbil, “Hem dışarıda hem cezaevinde yazarken kendimi özgür hissetmişimdir. Bir mekan olarak cezaevi kuşatıcı, zorlayıcı etkiler taşıyor, buna F tipi şartlarını da ekleyebiliriz; ancak mizaç olarak zorluklara, yokluklara değil sonuca odaklı olduğum için bunları önemsemem” diyor.

Özbil, mektup aracılığıyla sorduğumuz soruları yanıtladı.

* Yazma serüveninizi anlatabilir misin? Bir diğer deyişle kalemi ilk ne zaman elinize aldınız?

Yazmayla ilişkim, çizgi roman kitaplarına öyküler uydurup adreslerine postaladığım çocukluğuma dayanır. Türkiye sosyalist hareketlerine katılmamla birlikte yazma fiili bu eksende güncel ve teorik iki çerçevede şekillendi. Teorik yanıyla da, edebiyata ilgim daimiydi. Bir süre edebiyat eleştirisi yazdım. Şiir hep vardı ancak roman bir inadın ürünü oldu. Bir yıldan fazla mektup yasağım vardı, inat ettim ve bu sürenin sonunda binlerce insana ulaşması amacıyla “Soluk Soluğa”yı yazdım. Şu anda da yazıyla ilişkim edebiyat içi ve edebiyat dışı iki alanda sürüyor.

* Cezaevinde yazmak nasıl bir anlam taşıyor sizin için? Avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Hem dışarıda hem cezaevinde yazarken kendimi özgür hissetmişimdir. Bir mekan olarak cezaevi kuşatıcı, zorlayıcı etkiler taşıyor, buna F tipi şartlarını da ekleyebiliriz ancak mizaç olarak zorluklara, yokluklara değil sonuca odaklı olduğum için bunları önemsemem. Herhalde hiçbirimizin şartları İmralı’dan kötü değildir; orada üretiliyorsa buralarda da rahatlıkla yapılabilir. Nereden baktığınıza bağlı.

* Çalışma takviminizi anlatır mısınız?

Okuru ilgilendiren ürünün kendisidir. Oluşturmak için harcanan çaba bir tür mutfak çalışması. Uzun bir dönemi günde birkaç saat uykuyla yetinerek, kalan zamanın tamamını okumak ve çalışmakla geçirdim. Aklım genelde okuyacaklarımda ve yazacaklarımda olduğu için şu kadar saat okuyor veya yazıyorum diyemem; olanaklı olan her an okunmalı ve yazılmalı bana kalırsa. Dikkatli olmayan okurun fark edemeyeceği kimi takıntılarım var. İnci, Zümrüt, Yeşil, Lal gibi isim süreklilikleri var. Yüzlerce şiirde hiçbir dize “Ve” ile başlamaz. “Eksik bir şey” romanının hiçbir yerinde “ve” bağlacı yoktur. Biçimsel denemeler yapmaya ve kolaya yaslanmaktan uzak durmaya çalıştım. Klişeleri, iskeleti çıkmış benzetmeleri, “gibi”, “için”, “çünkü”, “olarak” kelimelerini pek sevmem.

* İlk kitabınızın yayınlanmasının üzerinden 11 yıl geçti. Edebiyat alanında ne tür zorluklarla karşılaştınız?

Arif Damar ve Leyla Erbil gibi isimlerin yüreklendirici yaklaşımları çok kıymetliydi. Cezaevinde edebiyatla ilişkili genç birinin karşılaşacağı bütün engelleri düşünerek ön açıcı oldular. Uzak duranlar da oldu elbette. Yok sayanlar, suskunlukla geçiştirmeye çalışanlar.. Bunlar hep olur, solda da yazdıklarım bu nedenlerle suskunlukla karşılanmıştır; ama bunlar önemli değil çünkü edebiyat kendi yolunu mutlaka açar. İhtiyatlı olanları anlayabiliyorum, düzenli olarak üretip üretemeyeceğimi merak ettiler, ne yapmaya çalıştığımı anlamak istediler. Bununla birlikte “Çöl kimseyi sevmiyordu” vesilesiyle benden haberdar olunca yazdıklarımı içten bir ilgiyle yakınlarına öneren, eserlerini öteden beri okuduğum isimlerin nezaketini asla unutmayacağım.

* Kitaplarınızda kurgusal çerçevede tarihsel dönemler, olaylar var, bu romanlara nasıl hazırlanıyorsunuz?

İslam devrimi, soykırım, Kürt isyanları, Gazi isyanı, ölüm oruçları, 12 Eylül faşizmi gibi çeşitli fonlara dayansa da o olaylara değil oradaki insan hikâyelerine odaklanmaya çalışıyorum. Döneme dair belli başlı bütün metinleri okumadan yazmamak gibi takıntılarım olduğu için hazırlık aşamaları külfetli ve yorucu sayılabilir. Bir yıl hazırlık ikinci yıl yazı aşaması oluyor; ancak tabi o arada başka çalışmaları sürdürüyorum.

* Kitaplarınızda genellikle bir sürgün vurgusu ya da sürgün edilen bir kişinin öyküsünün anlatılmasının özel bir nedeni var mı?

Sürgünlük ve yersiz yurtsuzluk hali edebiyat açısından elverişli. Melez bir kişisel kültürümün olması da bunu beslemiştir sanırım. Diğer taraftan “normal” bir insanın hikâyesi gayet sıradan, asıl güçlü olan kenardakilerin, marjın dışında kalanların hikâyeleridir.

* Türkiye edebiyatı hakkında ne söylemek istersiniz, sizi besleyen yazarlar kimler? Kendinizi hangi edebiyat ekolüne yakın hissediyorsunuz?

Anadolu ve Mezopotamya bir kültürel harman. Türkiye edebiyatı da sanılanın aksine güçlü. Hem Türkçe hem Kürtçe iyi edebiyata elverişli diller. Okuduğum bütün edebiyatçıların hakkı var üstümde. Özellikle şiirde gerçek üstülükle etkileşime giren bir edebiyata daha yatkınım. Romanlarda da gerçeküstü öğeler vardır. Sınırlı bir dönemde fazlasıyla zorlanma denebilecek bir saikle meydana getirilen ve sosyalist hareketin edebi üretimini sakatladığına inandığım sosyalist gerçekçi edebiyat anlayışının uzağındayım.

* Romanlarınızda kadın karakterleri neden çok güçlü?

İçsel tahkimat bağlamında güç, cesaret ve adanmışlık beni fazlasıyla etkileyen insan halleridir. Özcü değilim çünkü tam aksi örnekler de az değil ancak saydığım özelliklerin daha çok kadınlarda olduğunu gördüm ve romanlarda bu hakkı teslim etmeye çalıştım.

* Siyaset ve edebiyat ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

15 yaşımda sosyalist harekete katıldım ve Che’nin “ben siyasetçi değil devrimciyim” sözünü o günden bu yana rehber edindim. Bölüne kamplaşa toplum olma vasfını giderek kaybeden toplumumuzun kültürel ve siyasal dönüşüm mücadelesinin parçasıyım. Edebiyat ise özerk bir alan. İyi bir devrimci, eylemci veya teorisyen olmanız başkadır, edebiyat üretiminde bulunup bulunmayacağınız başka. İçiniz edebiyata yatkın değilse zorlanmaya kalkışmamalı.

* Türkiye solu uzun bir tarihe sahip olduğu halde edebi ürünleri çok az, sizce bunun nedeni ne?

Pratik dövüşkenlik yanı, saygın olmakla birlikte sosyalist hareketi, şekillenişi ve insan yetiştirme biçimi nedeniyle romanlar çıkaramıyor. Bu buruşma hali 20. yüzyılda hepsi akamete uğrayarak kapitalizmin varyantına dönüşen sosyalizm denemelerinde de vardı. Oradaki yapısal sorunların tamamı bugün, türlü biçimlerde, oralardan el alan sosyalist hareketlerde devam ediyor.

* Kürt halkının yürüttüğü mücadelenin yanı sıra edebiyatla kurduğu ilişkiye dair izlenimleriniz neler?

1999’a kadar özgürlük hareketiyle Türkiye solu açısından büyük benzerlikler tıkanıklıklar ve edebiyatı araçsallaştırma darlıkları vardı. 1999 sonrasındaki paradigma değişimi bakımından özgürleştirici oldu. Resimden müziğe, öyküden romana birçok ürün meydana getirdi ve bu üretim teşvik edildi. Bu mücavir alanda Rojbin Perişan’ın, Sadık Aslan’ın, Mahmut Yamalak’ın, Sara Aktaş’ın, Mizgin Ronak’ın, Murat Türk’ün ve Naif Bal’ın isimlerini hemen sıralayabilirim. Bunun dışında hapishanelerde resim, müzik, senaryo, tiyatro metinleri de üretiliyor. Bu çerçevede resimleri çeşitli jürilerce ödüllendirilen Erdal Aslan’dan, ağırlıklı olarak senaryolarla tiyatro metni üreten Dara Fetê Akpulat’dan bahsedebilirim.

* Şu anda yaptığınız bir çalışma var mı, bundan sonraki çalışmalarınız neler?

Babası mezar kazarak hayatını kazanan, ağabeyi TMŞ (Terörle Mücadele Şube) müdürü olan Lal’in hikâyesini anlattığım “Elim sende” romanını bu yıl tamamlayınca 1860 Çerkes Soykırımı döneminde akacak bir romana hazırlanacağım. Yanı sıra edebiyat incelemelerine dayanan kitabı tamamlamak ve bu arada senaryo yazmak istiyorum.

YAYINLANMIŞ KİTAPLARI

Özbil’in bugüne kadar Ceylan Yayınları’ndan; Harman (Şiir), Soluk Soluğa (Roman), Kan kurumaz (Roman), Yeraltı Suları (Şiir), Çakıl Taşları (öykü), KopaSeke (Şiir), İsyan Ateşi (Roman), Yüzüme Bak (Roman), İletişim Yayınları’ndan da Çöl kimseyi sevmiyordu (Roman) ve Eksik Bir şey (Roman) isimli kitapları yayınlandı.

Dicle Müftüoğlu – dihaber

EN SON EKLENENLER