‘Onur ve onursuzluk savaşı yaşanıyor’

‘Açıkçası şu anda çevresinde örgütlenilecek en önemli değerin onur olduğunu düşünüyorum. Onurlu olmak, baş eğmemek, kendini satmamak. Bu savaşın onur ve onursuzluk arasında, özgür olmak ve köle olmak arasında olduğunu, bu savaşın bir değerler savaşı olduğunu ya da buna tercüme edilebileceğini düşünüyorum’

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr.Nazan Üstündağ, barış mücadelesi ile tanıdığımız bir akademisyen. Üstündağ ile Türkiye’nin geleceğini ve AKP hükümetinin kaçırdığı barış fırsatını konuştuk. Üstündağ, yaşanan savaşı ‘onur’ ve ‘onursuzluk’ arasında yaşanan bir savaş olarak nitelendiriyor.

6nazan1 PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2013’te  okunan mesajıyla Demokratik çözüm süreci başlatılmıştı. Bu süreç Türkiye ve Ortadoğu için ne kadar önemliydi?

Ortadoğu’da fazlasıyla eşitsizlik, adaletsizlik, iktidar ve servet birikimi sorunu var. Bunun yanı sıra ve bununla bağlantılı olarak Ortadoğu’nun sorunlarını çözümsüz bırakan en önemli iki konudan biri Filistin, biri ise Kürdistan sorunudur diyebiliriz. Filistin ve Kürdistan’ın sömürge ve işgal konumları devam ettikçe Ortadoğu’da kullanılan devlet şiddet ve terörü meşrulaştırılıyor, popülerleşiyor, güvenlik politikaları sorgulanmaksızın kabul ediliyor. Ayrıca bu iki sömürge üzerinden süren çatışmalar, uluslararası güçlerin bölgedeki manevra alanlarını sürekli olarak besleyen ve arttıran bir rol oynuyor. Bugün doğal olarak karşıladığımız bir çok imha politikası önce buralarda ortaya çıkıp, dünyaya yayılıyor. Bu anlamda 2013’teki süreç Ortadoğu için yepyeni bir imkandı ve hayatiydi.

İlk olarak Ortadoğu’da ilk kez halkların birlikte yaşamayı ve belli bir coğrafyayı ülke kabul ederek burada yaşamanın kriterlerini birlikte belirleyecekleri bir sürecin kapısı aralanmıştı. Bu hepimizi çok heyecanlandırdı, aynı şekilde dünyayı da heyecanlandırdı. Aslında süreci, Arap Baharı ile ve daha sonra cereyan eden Gezi ile birlikte okuduğunuzda, özgürleşmeye çalışan ve yeni yaşam modelini birlikte arayan bir Ortadoğu halkları isyanı ve iradesinin parçası olarak görebiliriz.

İkinci olarak bu süreç dünyada 1990’dan beri süren 118 barış sürecinin ardından geldiği, yine Türkiye’de bir çok barışma denemesinden sonra cereyan ettiği için önceden yapılmış bir çok hatanın yapılmayacağını umduğumuz bir süreçti. Nitekim Öcalan daha önceki deneyimleri temel alarak bu tür hataların önlenmesine dair bir dolu yasa önerisinde bulundu. Ancak bunların bir çoğu kabul görmedi.

Üçüncü olarak ise Türkiye açısından baktığınızda süreç Türkiye’yi evrenselleştiren, evrensel meseleleri tartıştıran bir döneme soktu. Geçmişle nasıl hesaplaşılır? Nasıl affedilir? Cinsiyet eşitsizliği ve diğer eşitsizlikler birbirlerine nasıl bağlantılıdır? Demokrasi ve barış ilişkisi nedir? Şiddet ve egemenlik arasındaki ilişki nedir? Emek sömürüsü ve etnik tahakküm arasındaki bağ nedir? Sermaye birikimi ile şiddet ya da şiddetsizlik arasındaki ilişki nedir? gibi tüm dünyanın uğraştığı ve cevap bulmaya çalıştığı soruların tartışıldığı bir ortam yarattı. Bilgi üretme süreçlerini çok ciddi şekilde hızlandırdı. Akademi açısından bakacak olursak Türkiye’deki ve Kürdistan’daki bilgi üretimini dünya sahnesine çıkartan-elbette Rojava deneyimi ile birlikte- bir dönemi yaşamamızı sağladı.

Demokratik çözüm süreciyle açılan kanal 200 yıllık Kürt meselesini ve 1984’ten beri süren savaşı sonlandırmak için önemli diyalog kanalı açmıştı. Devlet değerlendirmedi, Türkiye halklarının destek düzeyi konusunda ne söylenebilir?

Bu süreci kimsenin iyi değerlendiremediğini düşünüyorum, sadece devletin değil. Halkların pasif desteği bir çok araştırmada görüldüğü gibi çok çok üst düzeydi. Öyle ki biliyorsunuz MHP tabanında dahi barış ve çözüm yanında duran, örneğin anadilde eğitimi destekleyen yüzdeler ciddi biçimde artmıştı. Hatta 7 Haziran seçimlerinde MHP tabanından HDP’ye oy kaymasını gözlemlediğimiz yerler olması dahi elbette sürecin sonucu oluşan yereldeki yakınlaşmalar sayesindeydi. Bu yerel yakınlaşmaları bir toplumsal harekete dönüştürmek konusunda muhalefetin eşsiz derecede zayıf ve beceriksiz kaldığını söylemek gerekir. Bunu defalarca yazdım ama bir kez daha tekrar edeyim. “Barışmak” sahnede cereyan eden, sahnelenen ve “önemli” kişilerle gerçekleşmesi gereken bir şey olarak görüldü. Oysa Aleviler ile Kürtleri, Kürtler ile Türkleri, AKP’li ve HDP’li Kürtleri, laikleri ve İslamcıları, kadınları ve erkekleri yerelde bir araya getirecek çokça olanak vardı. Bu fırsatı bir ölçüde de olsa sadece kadınlar değerlendirdi. Meclis, Kandil ve yerel ziyaretler yaptıklarını, çok farklı grupların yerelde bir araya geldiğini biliyorsunuz. Belki tam da bu yüzden savaş başladığında en örgütlü biçimde refleks gösteren, dayanışma ağları yaratanlar da kadınlar oldu. Bir de sanırım avukatlar ve sağlıkçılar. Çünkü iş yapıyorlar.

Bana göre üzerinde en konuşmaya değer meselelerden biri barışın yanında saf tutan pasif iradenin nasıl bu kadar hızlı bir biçimde tasfiye edildiği . Bunun yerine nasıl sahnenin lince geçtiği ki bence televizyon sahnelerindeki liberal barış ile hemen onu ikame eden linçci savaş arasında önemli bir ilişki var. İkisi de toplumsal mekanizmaların yokluğuna/yok bırakılmışlığına işaret ediyor.

Barış isteyenler, akil insanlar, sürecin akamete uğramaması için kritik roller üstlenebilir miydi?

Demokrasi isteyenler çeşitli evrelerde barış sürecine sahip çıktı. Konferanslar yapıldı, kurumlar, bloklar kuruldu. Elbette sürecin yapısını, yöntemini eleştirenler de oldu. Şahsen ben bu eleştirilerin önemli bir bölümüne katılmadım. Barış sürecinde AKP kendisine muhalefet etmek ile barış sürecine muhalefet etmeyi aynı şey olarak resmetmeye çalıştı. 7 Haziran’a giderken demokrasi güçleri ve HDP bu algıyı kırmayı ve AKP’ye muhalefet etmek ile süreci desteklemeyi ayrıştırmayı başardı. Bu sefer de AKP barış istemek ile muhalefeti eşleştirdi. Bu manevrayı tahmin etmiş olsak da hazırlıklı değilmişiz ve partiler üstü bir barış ve demokrasi politikası geliştiremedik.

Akil İnsanlar heyetleri de kesinlikle rol üstelenebilirdi. Heyet hakikaten bağımsız kimselerden oluşsaydı sadece bir kaç asgari noktada birleşerek çağrılar yapabilirdi ancak böyle bir yapısı olmadığı için herkes kendi tarafına dağıldı. Bir de tabii heyetin her kesim tarafından itibarsızlaştırılmasına yönelik yürütülen, yorucu ve yıpratıcı kampanyaları unutmamak lazım. Öte yandan biz Barış İçin Akademisyenler olarak defalarca sürece, heyetlere destek verdik. Onlarla beraber hareket ederek yapıcı eleştiriler kaleme aldık. Benzer bir şeyi kadınlar da yaptı. Ancak böyle bir tavırı diğer kurumlardan göremedik.

Öcalan beni enstrüman olarak görmeyin dedi ve iktidarı ciddiyete çağırdı. Sizce iktidarın istenilen düzeyde yaklaşım geliştirmemesinin arkasında hangi parametreler saklıydı?

Bunun görünmeyen yüzünü benim bilme imkanım yok. Ancak son bir sene içinde olanları değerlendirdiğimizde devletin farklı kurumları ve bu kurumları yöneten farklı bileşenler arasında çözüme yaklaşım konusunda büyük farklılıklar olduğu, çatışmaların Kürt meselesi üzerinden yürüdüğünü söyleyebiliriz. Çözüme ciddi yaklaşmış bir kesimin olduğunu düşünüyorum. Bu kesim belli ki yenildi, tasviye oldu, Suriye üzerinden Ortadoğu ile derin ilişkiler içine girmiş ve sürece manipulatif ve enstrümental yaklaşan bir kesim de var ki bu şimdi artık, sürece tamamen karşı konumlanmış Ergenekon’la işbirliği içinde. Fetullah Cemaati’nin de kendi ajandası çerçevesinde, özellikle Kürdistan’da cemaat yapısını güçlü tutacak şekilde olaylara dahil olduğunu biliyoruz. Zaten demokrasi paketinde Kürtçe eğitimin özel okullarda verileceği maddesi ile cemaatin süreçte kendi çıkarını nasıl güttüğünü gözlemlemiştik.

Bir de tabii daha açık bir gerçeklik var. Nihayetinde AKP/iktidar, daha önce bir çok defa belirttiğimiz gibi çözümden bir kaç şey bekliyordu. Birincisi Kürdistan’ın mekanlarının tekinleşerek sermayeye açılması. İkincisi şiddet tekelinin devlet kurumlarına geçmesi ve böylelikle yasanın tekleşmesi. Üçüncüsü ise AKP’nin yazdığı “tüm suçları laikler işledi” şeklindeki tarih yazımının tekilleşmesi. Ancak böyle olmadı. Demokrasi çokluk demektir. Tam tersine tarih yazımları çoklaştı, sermaye demokratik özerklik ideolojisinin direnciyle karşılaştı ve Türkiye Cumhuriyeti yasası bölgede Kürt kurumları ve örgütlenmesi ile birlikte sivil alanda daha da ifşa oldu. Böylece devlet, savaşı tercih etti, büyük bir yıkım politikasıyla bölgeyi inşaat sektörüne açtı, OHAL ve kayyumlarla yasanın tekleşmesini sağladı ve 15 Temmuz üzerinden tekil bir İstiklal Savaşı tarihine sığındı. Yani demek istediğim şu ki savaş sivil hayatta ve demokratik siyasette devletin projesinin yenilmesi yüzünden başladı. Ne yazık ki aynı şeyi tüm Ortadoğu’da gözlemliyoruz.

Kolombiya’da FARC ile anlaşma sürecinde birçok ülke arabulucu oldu, BM devreye girdi. Burada uluslararası güçlerin çözüm sürecinde ya da bitişinde nasıl bir etkisi oldu?

Uluslararası güçlerin niyeti hibir zaman tek olmadığı gibi, çıkarsız da hareket etmezler. BM’nin öne sürdüğü kriterler elbette önemli deneyimler sonucunda kazanılmış ancak bazı açılardan sürekli devleti tahkim etmeye yönelik olduğu, toplumu güçlendirmediği eleştirisine de maruz kalıyor. Böylelikle barış süreçleri küresel kapitalizmin bir aracı haline geliyor. Ben mesela baştan beri uluslararası aktörlerin süreçte devreye girmemesinin olumlu olduğunu, arabuluculuk, gözlemcilik gibi araçların yerel ve bölgesel aktörler tarafından doldurulması gerektiğini savundum.

Çünkü katıldığım BM toplantılarında yerel aktörlerin barış süreçlerinin uluslararasılaşması sonucunda nasıl güçlerini kaybettiğine, sürecin nasıl şeffaflığını yitirdiğine dair anlatılarını çokça dinledim.

Çözüm sürecinin hem pratik hem de söylemsel anlamda Suriye savaşının bir uzantısı halinde temsil edilmesinin, IŞİD-YPG denkleminin AKP-HDP/PKK şeklinde tercüme bulmasının olumlu rol oynamadığı kanısını taşıyorum.

İmralı heyetinde yer alan Sırrı Sürreya Önder,  ‘Biz böyle pespaye bir çapul kapitalizm karşısında eğer bu birleşimi, muhalefeti örgütleyemiyorsak sorun kendimizdedir’ demişti. Bu bağlamda bundan sonrası için ne söyleyebilirsiniz?

Ben gerçek bir dünya savaşından geçtiğimizi düşünüyorum. Dünya savaşı dediğimiz zaman iki şey anlaşılabilir. Birincisi büyük güçlerin Çin, Rusya, ABD, Avrupa vs., bunların yürüttüğü, başkalarının da kendine yer biçmeye çalıştığı bir paylaşım ve hegemonya savaşı. İkinci bir yorum -ki ben bu yorumu kendime yakın görüyorum- tahakküm güçleri ve özgürleşme güçleri arasında yaşanan bir mücadele. Ortadoğu, Latin Amerika, ABD, Avrupa, Hindistan, Çin, her yerde bir yandan halkların ciddi arayışlar içinde olduğunu görüyoruz. Bu siyahların gücü hareketinden, Arap Baharı’na, göçmen direnişlerinden Kürt Özgürlük Hareketi’ne, Hindistan’daki Maocu hareketten, Brezilya’daki olimpiyatlara karşı direnişlere kadar her yere damgasını vuran, Putin, Erdoğan, Trump vs. nezdinde ise karşı güçlerin örgütlendiği bir mücadele. Bakın bu iki hat şiddeti de birbirinden farklı örgütlüyor. Her yer bu savaşın sahnesi. Büyük bir hakikat üretiyor halklar sonra bu hakikatler ya bu güçler tarafından ya da IŞİD gibi devrimci ruhu karşı devrimci pratiğe dönüştüren yapılar aracılığı ile gasp ediliyor, yağmalanıyor. İşte böyle bir dönemde herhalde atıl kalmak dünyanın en acı verici deneyimi. Ne yazık ki çokça atıl kalıyoruz. Bir savaş var. kimse bundan muaf kalamaz, kalamıyor. Peki o zaman ne yapmalı?  Elbette örgütlenmeli. Ama nasıl? Açıkçası şu anda çevresinde örgütlenilecek en önemli değerin onur olduğunu düşünüyorum. Onurlu olmak, baş eğmemek, kendini satmamak. Toplumu bu değerler çevresinde diyaloga açabileceğimizi düşünüyorum. Bu savaşın onur ve onursuzluk arasında, özgür olmak ve köle olmak arasında olduğunu, bu savaşın bir değerler savaşı olduğunu ya da buna tercüme edilebileceğini düşünüyorum. İşte bu kadar basit onur ve onursuzluk.

5 Nisan 2014 yılında Öcalan’ın heyetle yaptığı son görüşmede paralel yapıya işaret etmişti.  Ve darbe mekaniği denen zinciri 15 Temmuz ile ortaya çıktı. İktidar bu süreçten ders çıkarabilecek mi?

Hayır asla. Hiç sanmıyorum. Tam tersine bu sürecin sonucunda zaten iktidarın parçalandığını, bir çeşit yıkım yaşandığını düşünüyorum. Bunu iktidarın ders çıkarmasının beklenildiği değil, iktidarın yıkılmasının amaçlanması gerekildiği bir dönem olarak değerlendiriyorum.

OHAL, KHK ile herkes cendereye alındı. Çatışmalar yoğunlaştı. Türkiye’nin iyice saplandığı Suriye krizi derinleşti. Nasıl bir 2017 öngörüyorsunuz?

Açıkçası Türkiye’de geleceği öngörmek ne derece mümkün bilemiyorum. Ama şu an 2017’nin çok çetin geçeceğine inanıyorum.

Barışta ısrar

Paris’te PKK kurucularından Sakine Cansız’a suikastin ardından Öcalan heyete ‘Tam da bu provokasyonla aslında benim süreci sonlandırmamı istiyorlar. O zaman hem bu katliamların hesabını sorabilmek hem bu tuzağı boşa çıkarabilmenin en temel yolu olarak barış iradesinin arkasındaki tahkimatımızı daha da güçlendirmemiz gerektiği kanaatine vardım ve tekrar devam ettirdim’ demişti. Yani Öcalan her şeye rağmen tüm görüşmelerde barıştaki ısrarını görüyoruz…

Şiddetin hiyerarşik biçimde örgütlendiği savaş durumu her zaman ilişkileri derinleştirir, toplumsal iradenin önüne askeri iradeyi koyar, imkanları yok eder, doğayı, insanları, hayalleri öldürür. Kürt halkını sürekli savaş içinde tutmaktan daha çok ne işine gelir ki iktidarın? Bunun karşısında barışı örgütlemeye çalışmak ısrarı direnme ısrarıdır.

Geçenlerde Öcalan, ‘Bizim projelerimiz vardı, devlet bu projelere hazırsa biz bu projeleri 6 ayda hayata geçirebiliriz. Devlet samimi olsaydı bu sorun şimdiye kadar çözülürdü bu kadar insan ölmezdi’ dedi. Sizce Öcalan’ın projeleri çözüm yolunda neler içeriyor?

Dolmabahçe Mutabakatı bana göre dünyada yapılmış en ileri mutabakattı. Niye? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kadınlar, emekçiler, Kürtler vs. ile iktidarını paylaşmasının kurumsallaştırıldığı bir yeniden yapılandırma vaat ediyordu. Eğer bu mutabakata uyulup, gerçek müzakereler başlasaydı zaten kongre toplanacak, Türkiye’ye karşı silah kullanılmayacağı ilan edilecekti. Bu noktadaydık. Devletin bitirdiği budur. Bir yanıyla buna bir daha dönülemez. Çünkü kimse birlikte yaşamayı, birlikte hayal etmeyi istemiyor. Nasıl isteyebilir ki Cizre’den Sur’dan, linçlerden sonra? Öte yandan dönülebilir çünkü maddi koşullar açısında birlikte yaşamak istenmese dahi, şimdilik öyle ya da böyle yaşadığımız gerçeği var. Bilemiyorum bir kopuş düşlenmesi gerekir çözüm için, hadi herşey tarihte kaldı gibi bir söylem ve bunun inandırıcılığının inşa edilmesi. Bu AKP iktidarı içinde hele hele bu yeni ittifaklarla birlikte nasıl üretilir bilemiyorum.

Günay Aksoy/ İstanbul

 

EN SON EKLENENLER