Silivri 9 Nolu gazetecilerin toplama kampı

Özgür Gündem Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Zana (Bilir) Kaya dört buçuk aylık hapislikten sonra şimdi dışarıda. İlk kez cezaevine giren Kaya Silivri 9 Nolu Cezaevi’ni toplama kampına benzetiyor. Gazeteciler, siyasiler, 15 Temmuz’un ardından tutuklananlar… Herkese bir suç yükleniyor, ama içerdeki gazetecilerin suçu tek: İşlerini yapmak, yani topluma gerçekleri aktarmak

GÜNAY AKSOY

Özgür Gündem Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Zana (Bilir) Kaya, dört buçuk ay cezaevinde tutulduktan sonra Danışma Kurulu üyelerinden Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan ile birlikte tahliye oldu. Kaya’ya göre Silivri 9 Nolu Cezaevi siyasetçiler ve gazeteciler için bir toplama kampı. Dört buçuk ay cezaevinde kalan Kaya ile Özgür Gündem ile yolunun nasıl kesiştiğini, cezaevi sürecini ve Türkiye’deki değişim süreçlerini konuştuk. Kaya, Silivri 9 Nolu Cezaevinin siyasetçiler ve gazeteciler için bir toplama kampına dönüştüğüne ve orada bulunanların ise esir olduğuna dikkat çekti.

*Yolun ne zaman Özgür Gündem ile kesişti?

Kürtlerin özgür basınla tanışması birbirine benzer. Benimki de aynı hikâye. 90’larda Bingöl’ün bir köyünde yaşıyor, okul için ilçeye gidip geliyordum. Babam, dayılarım, pek çok akrabam Özgür Gündem’i ya da onun ardılı olan gazeteleri okuyordu. Büyükler ilçeye çok gidip gelmedikleri için gazeteleri almak benim işimdi. Tanıdığımız bayiye gider, tezgâh altında tuttuğu gazeteleri alır, bir suç işliyormuş gibi saklayarak köye götürürdüm. Köyde o gazetenin her tarafı didik didik okunur, elden ele dolaştırılırdı. Özgür basın geleneğiyle işte böyle tanıştım.

*90’lar gazetenin bile gizli saklı okunduğu bir zaman dilimi olarak geçti tarihe.

Evet, Kürdistan’da mücadelenin yükseldiği ve çok yoğun baskının, infazların ve köy boşaltmalarının olduğu bir dönemdi. Ailemiz üzerinde de baskı vardı. Babam sık sık gözaltına alınıyor, cezaevine girip çıkıyordu. JİTEM’in tehditlerinin arkası kesilmiyordu, evimizi yakacaklarını söylüyorlardı. İnfazlar da yoğunlaşınca 98’de köyden ayrılmak zorunda kaldık ve İstanbul’a geldik.

*Arkanda dönebileceğin bir köy kalmış mıydı?

Bizim köyümüz büyüktü. Toplu bir göç olmadı, tek tek aileleri göç etmeye zorlamışlardı.

*Eğitimini sürdürebildin mi?

Liseyi bitirdim, ama üniversite sınavlarına giremedim. Çünkü tam o sıralarda İstanbul’a gelmiştik ve memlekete dönüp sınava girme şansım yoktu. Bu yüzden çalışmaya başladım.

*Okuma heyecanın var mıydı?

Vardı. Çocukken kütüphanelere gidip kitap okuyordum. Eve gelen gazeteleri, siyasi dergileri de karıştırıyordum. Edebiyata da merakım vardı.

*Hangi yazarların eserlerinden etkileniyordun? Kapıldığın bir edebiyat türü var mıydı?

Ben Rus edebiyatını seviyordum, Dostoyevski, Tolstoy… Bir yandan da Bolşevik Devrimi’nin kahramanlarını anlatan romanlardan etkileniyordum.

*Bu romanlarda neyi arıyordun, neyi bulduğunu düşünüyordun?

O romanları kendi ülkemin koşullarına uyarlıyordum. Aşağı yukarı benzer koşullar, baskılar vardı. Böyle kıyaslamalar yapınca da yakın geliyordu. Kürdistan’da da bir uyanış, bir devrimci atılım vakti olduğu için kafamda daha kolay ortaklık kurabiliyordum. Etkileyen tarafı biraz da buydu.

Zana_1

*İstanbul’da yaşam nasıl karşıladı sizi?

Göçe tabi tutulan bütün Kürtleri karşıladığı gibi. Kenar mahallelerde tutunma çabaları yetmiyormuş gibi yolda çevirip kimlik sorulması, üst baş araması, potansiyel suçlu olarak görülme… Sonuçta köy daha küçük bir yer ve ilişkiler, dayanışma daha güçlü yaşanıyor. Orada çekirdek değil, kalabalık bir aile vardı.  Kentlerde ilişkiler kopuk ve daha zor. O kadar büyüktü ki şehir, nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyordum. Her yer birbirine benziyordu. Dolayısıyla kendimi kaybolmuş gibi hissediyordum. Şehrin toplumsal ilişkileri aile ilişkilerine benziyordu, o da kopuktu ve baş etmesi zor geliyordu.

*Ne iş yaptın, okulu bıraktıktan sonra?

Daha çok restoran gibi yerlerde çalıştım.

*Kitap okumaya devam ettin mi?

Merakım sürüyordu. Bir şekilde fırsat buluyor, bir yandan çalışırken bir yandan da okuyordum. Maaşımdan her ay kitap için bütçe ayırırdım. Edebiyat dergilerini çok severdim, birçok dergiyi ve yeni kitapları takip ederdim. Yeni kitapları sürekli takip ederdim.

*Özgür Gündem’de çalışmaya nasıl başladın?

Ablam, tanıdıklar aracılığıyla gazetede sekreter olarak çalışmaya başlamıştı. Abim de ablam vasıtasıyla gazeteye girdi, onu iki kuzenim izledi. Eve geldiği için gazeteyi okuyordum, ama sistematik olarak takip etmiyordum. Ancak arada sırada kendim alıyordum. Ailem bir mücadelenin içinden geldiği için ben de amaca dönük bir şeyler yapmak istedim ve gazeteye girdim. Önce arşivde çalıştım. Arşiv ve kütüphane iç içeydi. Boş vakit bulduğumda yine okuyordum. Sonra tashih servisine geçtim.

*Tashih yapmayı seviyor muydun?

Seviyordum. Roman, şiir okuduğum için dile karşı bir alt yapı oluşmuştu. Bu yüzden tashih yaparken çok da zorlanmadım. Tashih yapmak zor, ama insanı geliştiren bir tarafı var.

*Özgür Gündem çalışanlarının çoğu Kürt ve anadilleri Kürtçe. Dolayısıyla dile hâkim olmak o kadar kolay değil.

Ben de diğer Kürt çocukları gibi Türkçeyi okula gittikten sonra öğrendim. Öncesinde ailede değil, ama yakın çevrede Türkçe konuşanlar olduğu için bir aşinalığım vardı. Kitap okumam yoğunlaşınca Türkçem de gelişti. Tabi zor tarafları var. Çünkü anadilin değil. Kürtçe düşünüp Türkçeye çeviriyorsun, yapılar farklı olduğu için de çeviri kokuyor. Ama bir süre sonra fark edip kaynağını çözebiliyorsun ve dile hâkim olman kolaylaşıyor.

*Peki, hayatını Kürtçe yaşamış, Kürtçe düşünmüş editörlerle anadili Türkçe olan editörler arasında ne tür bir farklılık görüyordun? Bir tashihçi için dezavantajları avantajları neydi?

Avantajları da oluyordu dezavantajları da. Aklımda örnek olarak verebileceğim bir şey yok, ama genelde anadili Türkçe olan arkadaşlar düşük cümle kurmazlardı. Anlatmak istediklerini daha basit anlatabiliyorlardı. Ama bazen dilde hatalarına rağmen yaratıcılık konusunda Kürt arkadaşlar daha iyi olabiliyordu. Karşılıklı fikir alış verişlerinde Kürtçe bilenlerde yaratıcılık ön plana geçebiliyordu.

*Özgür Gündem’de çalışmanın diğer gazetelerde çalışmaktan nasıl bir farkı olduğunu düşünüyorsun?

Özgür basın geleneği çok büyük bir miras. Gazetedeki toplumsallık ve komün yaşamı, başladığım günden gazete kapatılana kadar kendimi hiçbir zaman bir çalışan gibi görmeme izin vermedi. Özgür basın geleneğinin diğer yayınlarında çalışırken de hiçbir zaman kendimi bir çalışan olarak görmedim. Ortak yaşam, onun gücü, onun enerjisi, bütün hassasiyetinin ve derdinin topluma gerçeği ulaştırmak olması, bunun dışında bir çıkar ve sermaye grubuyla ilişki kurmaması… Beni gazeteye bağlayan temel yapı işte bu komünal ve kolektif duruştu. Kapitalizmin zincirlerinden koparılmış bir yer olması, dostluk ve yoldaşlık ilişkisi üzerine kurulması da belirleyiciydi. Gazeteden önce çalıştığım yerlerde sistemin nasıl işlediğini görüyor, bu konu üzerine düşünüyordum. Kapitalizmin tüketiciliğinden, insan hayatını detaya indirgeyen, o sistematik sömürü düzeninden kopartması da beni gazeteye bağlayan nedenlerden biri oldu.

*Özgür Gündem’de genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü olmak risk, hem de büyük risk almak demek. Bu görevi alırken bir tereddüt yaşadın mı?

Özgür basın geleneğinin içinde yetişen bir gazeteci olarak bu tür görevler, sorumluluklar geldiği zaman tereddüt etmiyorsun. Ben şahsen tereddüt etmedim. Ama çok önde durmamayı, sadece işimi yapmayı seviyordum. Yıllarca da öyle durmayı yeğledim. Nöbetçi yayın yönetmenleri kampanyası başlayıp, nöbetçi yönetmenlerden Erol Önderoğlu, Şebnem Korur Fincancı ve Ahmet Nesin tutuklanınca yine bir görev dağılımı eşiğine gelmiştik. Böyle bir dönemde gazetede sorumluluk üstlenmek daha riskliydi belki, ama zaten başından beri Kürt olmanın, basın faaliyeti yürütmenin, haber peşinde koşmanın, ulaştırmanın hedef olacağını bilerek çalışıyorduk. O yüzden hiç tereddüt etmedim. Tek endişem buna layık olup olmamaktı, esas kaygım buydu. Bu bir taraftan onur verici bir görevdi, ama işte bir hafta sürdü.

*Gazeteye yapılan baskını ve ardından yaşananları nasıl değerlendiriyorsun?

Türkiye, 2015 Temmuz’undan itibaren, özellikle çözüm sürecinin noktalanmasından başlayarak, zaten kısıtlı olan demokratik ortamı tamamen ortadan kaldıran yeni bir sürece girdi. Bunda hükümetin 7 Haziran seçimlerinde yaşadığı düşme korkusu da etkiliydi. Erdoğan, bütün güçleri eline almasını sağlayacak, padişahlığı andıran yeni bir yönetim, yeni bir rejim inşa etme ısrarıyla çözüm sürecini bitirdi ve ülkeyi bu kaos ortamına sürükledi. Türkiye’de var olan bölük pörçük demokrasiyi 12 Eylül Anayasası’nın bile gerisine taşıyan bir mekanizma kurmaya çalıştı. Niyet bu olunca ilk hedef medyadır. Çünkü modern dönemde medyanın toplum üzerindeki etkisi belirleyicidir, yönlendiricidir. Erdoğan’ın planının hayata geçmesi için ilkin ona, bu gidişata muhalefet eden, medya yayın organlarının susturulması gerekiyordu. Herkes biliyor ki bu medya organlarının başında da Özgür Gündem geliyordu. Çünkü bütün süreç boyunca yaşanan ihlalleri, zulümleri tek tek kaydediyor ve haberleştiriyordu. Bütün suçların dökümünü çıkarıyordu. Bu her iktidarı rahatsız eder, Erdoğan’ı da etti. Muhalif medyanın en etkin organından başlayarak, muhalif medyanın bütün yapılarına yöneldiler. Bunda 15 Temmuz darbe girişiminin verdiği fırsatı da kullandılar. OHAL ilan edip ifade ve basın özgürlüğünü, insan haklarını, hatta en temel hak yaşam hakkını rafa kaldırınca susturma hedefiyle gazetemize saldırının da yolunu açtılar. Ana hedef, yaptıkları haksızlıkların diğer kesimlere ulaşmasını engellemekti. Böylece kendi sadece havuz medyasından oluşan bir medya düzeniyle tüm Türkiye’yi aldatarak yeni rejimin temellerini atmaya başladılar.

*Gazetenin kapatılmasından sonra dört ay cezaevinde kaldın. Cezaevi nasıldı, nelere tanıklık ettin?

Benim de yazı işleri müdürümüz Kızılkaya’nın da cezaevi deneyimimiz yoktu. OHAL’le birlikte cezaevlerinde baskılar çok artmıştı. Tutsakların tüm temel hakları askıdaydı. Silivri Cezaevi’nde kaldığım dört buçuk ay süresince bu hak gasplarını ben de yaşadım. Tecrit uygulanıyordu, hiçbir tutsakla görüşme, sohbet etme, ortak alanlarda buluşma hakkımız yoktu. Oysa cezaevlerinde en temel ihtiyaç insanların birbiriyle görüşmesi, sohbet etmesidir. İlk bir buçuk ay ne mektup yazabildik ne de alabildik. Önce tamamen yasaktı, sonra kısmen gevşetildi. Bir diğer temel ihtiyaç kitaptır, onu da vermiyorlardı. Havuz medyasının dışındaki gazeteler içeri sokulmuyordu. Üç buçuk ay televizyon da yasaktı. Bir tek radyo vardı.

Ayrıca ayakta sayım vermek, yürürken komut verircesine konuşmak gibi askeri düzen dayatmaları oluyordu. Ona da boyun eğmiyorduk.

*Türkiye cezaevi direnişleri ile bilinen bir ülke. 80’lerde Diyarbakır Cezaevi yoğun baskılara direndi, Mamak ve Metris de öyle. Silivri 9 Nolu cezaevinde yaşananlarla öncekiler arasındaki benzerlikler neydi?

Cezaevine girer girmez 9 Nolu’da özel bir durum olduğunu hissediyorsunuz. Bildiğiniz gibi orası gazetecilerin, siyasetçilerin önemli bir kısmının, vekillerin, darbe girişimi vesilesiyle tutuklananların toplandığı bir cezaevi. O yüzden sıkı bir disiplin altında tutuluyor. Cezaevinden çok toplama kampına benziyor. Zaten onlar da bunu hissettiriyor: Siz hakları olmayan tutsaklarsınız. Bence orada tutsak hukuku değil, esir hukuku uygulanıyor. Her uygulamada “sizi öldürürüz” mesajı veriliyor. OHAL sürecinde siyasi mahkûmların bulunduğu yerlerin tümünde benzer zulümler uygulanıyor. Ancak tutsakların karşı bir direnişe geçmesinden tedirgin oldukları için baskıları bir yere kadar yapabiliyorlar.

*Siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar ve yazarlar cezaevine girdikten sonra AKP’li vekiller, tutsakları bir şantaj olarak kullandı. Bir süre tutsaklar üzerinden psikolojik savaş yürütüldü. Sence bununla ne amaçlandı?

Dışarıdakilere korkutma ve sindirme, cezaevindekilere ise “siz tutsak değil, esirsiniz, biz istediğimiz zaman istediğimizi yaparız.” mesajıydı o. Dışardakilere hak arama mücadelesini yükseltirseniz bunlar elimizde rehindir, içeridekilere siz tutsak değil, rehinsiniz, diyen bir devlet refleksiydi.

*Önce hücreye konuldun, o nasıldı?

Üç kişilik hücrelerdi. Uzun duvarlar, demirler ve çimento. İnsan orada en çok toprağın, ağacın, denizin eksikliğini hissediyor. Ufkun o kadar sınırlı ki, mesela gökyüzü bile kısıtlanmış. O yüzden insanın aklında doğaya ilişkin şeyler canlanıyor, bir ağacın, toprağın önemini o koşullarda daha iyi fark edebiliyorsun. Avlu küçük, uzun uzun volta da atamıyorsun.

Dışardan sınırlı bilgi geliyordu. Avukatlar gelebilirse görüşmelerden, aileler gelirse olup bitenden bilgi alabiliyorduk. Uzun süre tek kanallı bir radyo vardı, TRT, çok kısa diyebileceğimiz haberler geçiyordu.

*Yaratıcılığın gelişti mi?

Evet, gelişti. Hem cezaevinde hem zor koşullarda yaratıcı oluyor insan. Cezaevlerinde insanlar yılların deneyimiyle birçok yöntem geliştiriyor. Biz de kısa zaman da olsa geliştirdik. Birbirimizle iletişim kurmanın, sohbet etmenin, birbirimizin sesini duymanın bir yolunu bulduk. Bir ses duymak, yan taraflarda insanlar olduğunu bilmek insana iyi geliyor. Çünkü nihayetinde insan toplumsal bir varlık. Cezaevi insana bunun önemini bir kez daha hatırlatıyor.

*Cezaevinde en çok neler rüyana giriyordu?

Ben rüyalarını öyle çok hatırlayan biri değilim. Tek tek, bölük pörçük rüya anları geliyor aklıma: Gazete ortamı, işimiz bittiğinde arkadaşlarla attığım turlar… Doğayı, ağacı, denizi ve toprağı da çok gördüm rüyamda.

*Kitaba ulaşmak zordu. Kitapsız kalmamak için okuduğun kitapları hemen bitirmek istemediğini söylemiştin…

Cezaevinin kütüphanesinden kitaplar alıyorduk. Ne kadar kitap yazarsan yaz, iki üç tane kitap veriliyordu. Bazen on beş gün, bazen yirmi gün verilenlerle idare etmek zorundaydık. O yüzden daha kalın, daha büyük kitaplar istemek zorunda kalıyorduk.

*Cezaevinde okuyup en çok etkilendiğin kitap hangisi?

Sakine Cansız’ın “Hep Kavgaydı Yaşamım.” İkinci kez okuyordum, ama yine de sarsıcı ve çarpıcı geldi bana. Çok etkilendim.

*Türkülere konu olan Metris cezaevinde kısa bir süre kaldın. Oradan ne kaldı anılarında?

Götürüldüğümüzde, İsmail diye bir tutuklu vardı. İsmail bir gün evine giderken eylemci diye gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Evliydi. Onunla avluda sohbet ederken, cezaevinin dışındaki yüksek binaları görebiliyorduk. İsmail tutuklanmadan önce o konutlarda çalışıyormuş. Üst katlarda çalışırken oradan cezaevinin avlusunu gördüğünü, İsmail cezaevinin avlusunda el sallayan tutuklulara karşılık verdiğini söyledi. Şimdi o, el salladığı avludaydı, ancak yüksek binadan ona el sallayan yoktu.

*Tutukluluk sürecinden sonra hayatında neler değişti?

Hepimizin hayatı değişti. Çünkü Türkiye tarihinin en karanlık döneminin içindeyiz ve o süreç bitmiş değil. Ama insan çok şey öğreniyor böyle süreçlerde.

Cezaevindeyken kendinle daha doğru yüzleşebiliyorsun. Kendi eksikliklerini, güçlü güçsüz yanlarını bir kez daha görüyorsun. Bu açıdan elbette hayatımda köklü değişikliklere yol açan bir süreç oldu. Hem ailemin yaşadıkları, hem de çevremde olup bitenler nedeniyle zulmün yoğunlaştığı anlardan çıkış yolunun dayanışma ve mücadele ruhu olduğunu biliyordum. Benim için yeni ve büyük olan, bunu şimdi de kendimin deneyimliyor oluşumdu. Kezlerce sınanmış bu doğruyu, bu kez ben tecrübe edindim.

*Yayın Danışma Kurulu Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan başta olmak üzere künyedeki isimlere yönelik yakalama kararından sonra dayanışma çok büyüdü. Özgür Gündem etrafında büyüyen bu dayanışma ne anlama geliyordu?

Daha önce de söylediğim gibi gazeteci olarak işimiz topluma bilgi aktarmak. Bu kez biz, gazeteci olarak bilgisizliğe iletişimsizliğe maruz kaldık. Mesleğimiz, bizzat yaptığımız iş nedeniyle içeri atıldık ve bütün bilgi kaynağımız tıkandı. Avukat ve aile görüşlerinde birkaç cümleyle de olsa dayanışmadan haberdar oluyorduk, hepsi bu kadardı. Dayanışmanın büyüklüğünü, hissiyat olarak çapını, genişliğini, ipuçlarını bazı gazetelerin ara satırlarından çıkarıyorduk. Kuşku duymuyorduk elbette, büyük bir dayanışma olduğundan, ama çapını ne kadar olduğunu kestiremiyorduk. Bu vesileyle dayanışma gösteren bütün okuyuculara, gazeteci örgütlerine,  gazeteci dostlarımıza, uluslararası basın kuruluşlarına, bu süreçte gerçekten çok büyük duyarlılık gösteren emek veren herkese çok teşekkür ediyoruz.

*Siz çıktıktan sonra Ahmet Şık tutuklandı. Silivri Cezaevi bir gazeteci cezaevine dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?

Türkiye tarihi eşine rastlanılmayan bir baskı dönemi, daha doğrusu faşizan bir dönem yaşıyor, bu gazetecilik için de böyle. Mesleğe dahil yaptığın her şey; haberin kendisi, fotoğraf, ne varsa eğer iktidarın hoşuna gitmiyorsa örgüt üyeliğiyle suçlanıyor. Ahmet Şık daha önce Gülen Cemaati tarafından tutuklanmıştı, şimdi AKP’nin suçlamaları yüzünden cezaevine atıldı.

Cumhuriyet Gazetesinden gazetecilerin tutuklanması da toplumu sindirmenin başka bir yöntemi. İnan Kızılkaya ve Ahmet Şık şahsında cezaevlerinde tutuklu bulunan 147 meslektaşımıza verilen mesaj şu: “Gerçeği söylemeyin, gözlerinizi hakikate kapayın, üç maymunu oynayın, biat edin, rahat edin.” Bu insan onurunun kabul edeceği birşey değil. Bize onurunuzdan, haysiyetinizden vazgeçin deniliyor. Nefes aldığımız meslek ahlak ilkelerden vazgeçmemiz dayatılıyor. Bunlardan nasıl vazgeçilir? Dolayısıyla ben bu baskı sürecinin kırılacağına inanıyorum. Bu, dayanışma ve bu direnişle kırılacak. Gazeteciler de bu süreçte öncü rol oynuyor ve oynayacak.

Haberler suçsa bütün gazeteciler örgüt üyesi

*Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan’ın da yargılandığı Özgür Gündem davası Türkiye basın özgürlüğü için nasıl bir öneme sahip? İddianamede sana yöneltilen suçlamalar nelerdi?

Davanın kendisi gazetenin susturulması üzerine kurulu. İddianameyi okuyan herkes çok açık ve hiç bir yoruma gerek duymaksızın görecektir ki, yayınlanan haber yayınlanan yazı dışında hiç bir delil yok. Çünkü başka bir delil yok. Ve sadece bunlara dayanarak örgüt üyeliği gibi bir takım iddialar öne sürmek bu mesleğin gazeteciliğin örgütsel bir şey olduğunu söylemek demektir. Haber ve röportajları örgütsel faaliyet olarak iddianameye konulursa, o zaman bütün gazeteciler örgüt üyesidir. Kaldı ki çözüm sürece bozulmadan önce Özgür Gündem’de çıkan haberlerin aynısını havuz medyası da yapıyordu. Kandil’de yapılmış röportajlar yayımlanıyor, hatta manşetten veriliyordu. Dolayısıyla buradaki suçlamaların tümü bir mesleğin kendisini icra etmesidir. Sadece Özgür Gündem değil. gazetecilik yargılanıyor. Anayasal haklarımız çiğneniyor. Ne olursa olsun gazeteciliğe sahip çıkmamız gerekir.

özgürlükçü demokrasi

EN SON EKLENENLER