Zarakolu: Türkiye 1915’in tekrarını yaşıyor

Türkiye’nin 1915’de Ermeni gazeteci ve aydınlara dönük giriştiği soykırım gerçekliği ile yüzleşmemesinin nedenini aynı politikaların bugün devam ettirilmek istemesine bağlayan Gazeteci, Yazar ve Yayıncı Ragıp Zarakolu, “Nitekim bugün girişilen toplu tutuklamalar ve sürgünler de yaşananların sadece bir tekrarı” diye konuştu.

Düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıların her geçen gün giderek katlandığı Türkiye’de, Özgür Gazeteciler Platformu’nun verilerine göre cezaevlerinde 196 tutuklu gazeteci var. İlan edilen OHAL sonrası bu güne kadar 16 televizyon kanalı, 24 radyo, 63 gazete ve 20 dergiyle birlikte 178 medya kuruluşu kapatıldı. Bu tablo ile Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün (RSF) her yıl yayınladığı 2018 yılı “Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi”ndeki 180 ülke arasında da 157’inci sırada.
Muhalif gazeteciler, aydınlar ve yazarlara yönelik girişilen baskı, gözaltı ve toplu tutuklamalar ile aslında Türkiye’de bu yaşananlar, bir tekerrürden ibaret. Bugüne benzer bir tablo, 103 yıl önce Ermeni Soykırımı’nın başladığı 24 Nisan günü, Ermeni aydın, yazar ve gazetecilerin toplu olarak tutuklanması, sürgün edilmesi ve katledilmesi ile yaşandı.
Türkiye’nin düşünce ve ifade özgürlüğü alanında pek de parlak olmayan tarihini ve günümüzü, 1977 yılında zorlu koşullarda Belge Yayınları’nı kuran, Özgür Gündem gazetesi ve o gelenekteki gazetelerde genel yayın yönetmenliği ve köşe yazarlığı yapan, insan hakları alanında çalışmalar yürüten ve yaptığı çalışmalarla çok sayıda ödüle layık görülen Gazeteci, Yazar ve Yayıncı Ragıp Zarakolu ile konuştuk.
 Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 103 yıl geçti. Türkiye neden hala bununla yüzleşmek istemiyor? 
Soykırım gerçekliliği ile yüzleşmek istemeyişinin nedeni aynı politikaları devam ettirmek istemesinden kaynaklı. Kürt sorunu için de benzer bir durum söz konusu. Aslında bu durum ile ilgili güzel bir söz var: Yüzyıldır Kürtler var olduklarını, Ermeniler ise katledildiklerini ispatlamaya çalışıyor.
Elbette Türkiye’deki siyasal sistem nelerin yaşandığını, ne olduğunu bizden çok daha iyi biliyor. Bu konuyla ilgili arşivlere sahip. Tarihi bizden daha iyi biliyorlar. Bunun en iyi kanıtı da aynı politikaları bugün de tekrarlamaları. Bu tabii ki Türkiye’nin, gerçek demokratik bir toplum sistem yaratması önünde büyük bir engel. Türkiye kendi tarihiyle ve gerçekliğiyle yüzleşmediği sürece krizlerden kurtulamayacak. Görece birkaç yıl liberal bir süreç yaşasa da otokratik bir yapı devamlılığını korudu.
Ermeni Soykırımı’nın yaşandığı 1915’li yıllarda ilk toplu gözaltı, tutuklamalar ve benzeri uygulamalarla günümüz arasında bir benzerlik görüyor musunuz? 
Şu andaki otokratik rejim de aynen İttihat ve Terakki Partisi’nin 1915’de yaptığı gibi gazetecileri, akademisyenleri, aydınları ve toplum önderlerini hedef haline getiriyor ve toplu bir biçimde tutukluyor. 
Türk devleti muhalif ve farklı kimlikli aydın ve gazetecileri sevmiyor. Bunu kurdukları sistem açısından bir tehdit olarak görüyor. İlk gazeteci suikastı 1909 yılında İttihat ve Terakki tarafından yapıldı. Türkiye’deki şiddete dayalı bu devlet yapısını kuran aslında İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Yani hürriyet talebi ile gelen bir parti.  O dönem var Anayasadan yararlanan- ki bu Anayasa 2. Abdülhamit tarafından askıya alınmıştır- ama daha sonra bu Anayasa’nın dahi gerekliliklerini yerine getirmeyen bir partidir İttihat ve Terakki.
İlk suikast Ahmet Sami ile başladı. Daha sonra Zeki Bey’e karşı suikast düzenlendi. O dönem iç çatışma devlet politikasında öncelikliydi. İttihat ve Terakki kendi iktidarını kurmak istiyordu ve bundan dolayı demokratik bir toplumu savunan gazetecileri hedef aldı. Ve aslında daha sonra bu durum Türkiye devletinin geleneksel bir politikası haline geldi. Sebahattin Ali’den Musa Anter’e, Musa Anter’den Uğur Mumcu’ya kadar farklı açılardan devlet için ‘sakıncalı’ olarak görülen gazeteciler katledildi.
Toplu olarak gazetecilerin katledilmesine ilk örnek ise, Ermeni Soykırımı’nın başladığı tarih olarak kabul edilen 24 Nisan’da başladı.
Ermeni gazeteci, aydın, akademisyen ve toplum önderleri tutuklandı, sürgün edildi, katledildi. Şu andaki otokratik rejim de aynen İttihat ve Terakki Partisi’nin 1915’de yaptığı gibi gazetecileri, akademisyenleri, aydınları ve toplum önderlerini hedef haline getiriyor ve toplu bir biçimde tutukluyor.
Erdoğan ve diğer yetkililer de sürekli Abdülhamit’i referans gösteriyor… 
Bunda bir mantık var. Çünkü bu politikalar ilk olarak Abdülhamit döneminden başladı. O dönem gazeteciler ülkeyi terk etti. Avrupa ve Mısır’da gazetelerini çıkarabildiler. Şu anda 3. Abdülhamit dönemi yaşanıyor. Benzer bir biçimde, sürgünde çok sayıda gazeteci yaşıyor. İttihat ve Terakki, Abdülhamit döneminin politikalarını başarılı bir biçimde uygulamakla övündü. Hatta Talat Paşa “Abdülhamit’in yarım bıraktığını biz tamamladık” dedi.
Bu da Ermenilerin toplu olarak kıyımı ve Türkiye’den temizlenmesi anlamına geliyor. Dinin politik olarak kullanılması da Abdülhamit ile başladı. Dini motifli katliamlar serisinde ilk devlet adamı Abdülhamit’tir. İslamcılığın babası da Abdülhamit’tir. Sözde ona karşı olan İttihat ve Terakki Partisi de sözde laik, modernist olmasına karşın İslam’ı, inanan fanatik yığınların inancını kötüye kullanma politikasını başlatmış ve 1914’te cihat kararını çıkarmıştır. Nitekim sonrası sadece Ermeniler değil, Asuri, Pontus ve Rumlara karşı da benzer bir politika geliştirdi.
 AKP döneminde de ‘cihat’ çağrıları sıkça yapıldı…
İslam’ın politik anlamında kullanılması, ırkçılığın yine temel politika haline gelmesi, Kemalizm’de tanık olmadığımız ve bulaşmadığı Turanizm’in tekrar gündeme gelmesi… Bu Başkanlık Sistemi’ni de bununla bağlantılı görüyorum. Erdoğan’ın istediği Başkanlık Sistemi şu anda Azerbaycan’da, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Tacikistan ve eski Sovyet ülkelerinde yürütülmekte. Onlar 20, 30 yıllık iktidarlar hedeflenmekte ve mümkünse hanedanlık kurmak istiyor. Bugün Azerbaycan’ı oğul Aliyev’in yönetmesi örneğinde olduğu gibi. Ve Kızılelma dönemi derken hedeflenen de bu. Yapabilirlerse ileride Talat’ın ve Enver’in gerçekleştiremediğini gerçekleştirmek istiyor. Kızılelma’yı şu an ki Türkiye’de siyasal sistem haline getirmek istiyor.
Türkiye’de tüm bu yaşananlara karşı şu an bir sessizlik söz konusu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 Türkiye’de sadece soykırım değil, aynı zamanda sol-kırım da oldu cumhuriyet tarihi boyunca. En başta önderliklerinin katledilmesi ve darbe döneminde özellikle 1971 darbesinde sol önderliklerin hedef alınması ve yine Kürt özgürlük hareketinin önderinin rehin alınması gibi örnekler devletin bu politikalarının da sürekliliğini gösteriyor
Sessizlik aslında doğru değil. Her şeye rağmen bir şey var. En ağır yoğun koşullara rağmen var. Hürriyet mücadelesinin tarihi de baskının ve diktatörlüğünün tarihi kadar eski. Örneğin Kürt hareketini ele aldığımızda ‘29’uncu isyanı bastırdık ve şimdi 30 çıkıyor’ söylemi kullanıyor. Bu aslında aynı zamanda Kürt halkının bu politikalarını kabul etmediğinin kabulüdür.
Bu Türkiye solu açısından da böyledir. Bu kadar baskı ve katliama karşılık Türkiye solu da direniyor. Türkiye’de sadece soykırım değil, aynı zamanda sol-kırım da oldu cumhuriyet tarihi boyunca. En başta önderliklerinin katledilmesi ve darbe döneminde özellikle 1971 darbesinde sol önderliklerin hedef alınması ve yine Kürt özgürlük hareketinin önderinin rehin alınması gibi örnekler devletin bu politikalarının da sürekliliğini gösteriyor
Biraz daha yakın tarihe doğru gelirsek 1977 tarihinde Belge Yayınlarını kurdunuz. Yine 1980 darbesini yaşadınız. Mevcut hükümet, Türkiye’nin darbelerle hesaplaştığını ve yüzleştiğini söylüyor. Bütün bu süreçleri yaşayan biri olarak buna katılıyor musunuz? 
Yüzleşme değil, geçiştirme oldu. Liberal kesimlerin desteğini almak için bir taktik olarak bazı şeyler yaptı. 12 Eylül darbesinin liderini sembolik olarak yargıladı. Ama cezaevine koymadı. Sembolik bir anlamın ötesine geçmedi.
 Bugün yaşananların o dönem ile karşılaştırırsak nasıl bir tablo çizersiniz? 
Tek millet, tek bayrak ve tek dinden, tek gazete, tek şef’e doğru yöneliyoruz. Bu siyasal bilimlerde faşizm ve Nazizm olarak tanımlanmaktadır. 
1915’ten beri ilk defa mülkiyet hakkı çok ciddi tehdit altında. Mülkiyet hakkına saldırılar söz konusu. İlk defa sermayenin özgürlüğü de politik olarak kısıtlanmakta. Bu şu anki sistemin otoriter sistemden totaliter geçişinin kanıtı. Tek millet, tek bayrak ve tek dinden, tek gazete, tek şef’e doğru yöneliyoruz. Bu siyasal bilimlerde faşizm ve Nazizm olarak tanımlanmaktadır.
 Türkiye’de savaşın ve çatışmaların en yoğun olduğu süreçlerde Kürt medyasının çeşitli kademelerinde de yer aldınız. Bugün Kürt medyasına yönelik baskıları nasıl okuyorsunuz? 
1990’lı yıllarda bırakın Kürt basını, Kürt sözcüğü, rengi, müziği yasaktı. Kürdistan kavramı yasaktı. Bizim Belge Yayınları’nın sivil itaatsizlik mücadelesi ilk olarak Kürt tabusunu hedef aldı ve ilk defa Kürdistan başlığı ile İsmail Beşikçi’nin ‘Devletlerarası sömürge Kürdistan’ başlıklı kitabı yayınlandı. Bu aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin de ilk defa meşru bir hareket olarak tanımlandığı kitaptı. Bunun ardından günlük bir gazete olarak Özgür Gündem projesi geldi.
Kürt basını sadece Kürt halkının yurttaşlık haklarını değil millet, din, ırk ayrımı yapmadan bütün yurttaşların temel haklarını savunmayı esas politika alarak yürüttü. Bu aynı zamanda Kürt yasal politikacılarının da politikaları olmuştur. İnsan hakları savunucuları hareketlerinin de temel çalışmaları olmuştur. İnsan hakları hareketlerinin bir başkanı Kürt illerinden bir tanesi Türk illerinden seçilmiştir. Bu çok anlamlı bir yapılanmadır.
Kürt basını çok ağır baskı altında kaldı. Ama bütün bu baskılara rağmen aynı zamanda Özgür Basın örneği sergiledi. Çok ağır bedeller ödendi. 25 muhabir, yazar, gazeteci öldürüldü. Özgür Gündem ve onu takip eden bu gelenekteki gazetelerin sahipleri, muhabirleri, editörleri cezaevleriyle tanıştığı gibi çok büyük kısmı sürgünde yaşadı, yaşıyor. Şu anda sürgünde olan Kürt basını çalışanlarının sayısı binleri bulmaktadır. Bu da Kürt basının verdiği önemli bedellerden biridir. Fakat son dönemlerdeki baskılarda ilk defa gazete kapatmakla yetinilmedi, şirketlerine el konuldu, matbaaların şirketine de el konuldu. Bu benzerliği 1915 ile kuruyorum. Mülkiyet hakkına ve iş yapma hakkına bir saldırı olarak görüyorum.
Bütün bu süreçte Kürt medyası Türkiyeli yazar, aydın ve gazetecilerden destek gördü mü? 
Siyasal yapıların bile dağıldığı bir dönemde Kürt medyası direngenliğini, Kürt gazeteciğinin özgürlük ruhunu taşıma misyonunu devam ettirdi Türkiye’de. Bu benim açımdan çok önemli bir örnek. 
Evet destek gördüğüne inanıyorum. Çok önemli dayanışma örneklerinden birini biz Özgür Gündem döneminde de yaşadık. İnsan hakları gününde bütün muhabirleri ve editörleri toplamışlardı. Ama ertesi gün gazeteciler örnek bir dayanışma ile gazeteyi çıkardı. Kürtler tutuklandı ve ‘Türkler’ gazeteyi devam ettirdi. 1990’da gazete bombalandığında demokratik çevreler ve gazeteciler destek verdi. Atılım gazetesi bu örneklerden biridir. Bürolarını verdiler ve gazete ertesi gün çıktı. Ama kirli savaş sonrası dönemde sansür hat safhaya çıktı. Haberler sansürlenmeye başlandı. Kısa bir süre gazete çıkamadı. Haftalık bir dergi ile kalabildi.
Siyasal yapıların bile dağıldığı bir dönemde Kürt medyası direngenliğini, Kürt gazeteciğinin özgürlük ruhunu taşıma misyonunu devam ettirdi Türkiye’de. Bu benim açımdan çok önemli bir örnek.
Şu anda aydınlara yönelik en önemli saldırılardan biri yaşanıyor. Aslında en son benim tutuklanmamın nedeni de budur. Kürtler ile dayanışma içinde olan Kürt olmayan aydınlara haddini bildirmek amacını taşıyor bu saldırı.
Dayanışma örnekleri 1990’lı yıllarda da yapılıyordu. Sorumluluk üstleniyordu ‘Ben de bu suçu işledim’ diye imza atıyorlardı yazı ve kitaplara. Davalar açılıyordu. Bunlar arasında Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi aydınlar da vardı. Ama tutuklanmıyorlardı, ki kirli savaş yılarıydı. Ama şu anda dayanışma eylemleri çok yoğun bir şiddetle karşılaşıyor. Bu eylemler mahkûmiyet ile sonuçlandı. Demokratları Kürtlerden uzaklaştırmak amacıyla yapılıyor tüm bunlar. “Bulaşırsanız başınız belaya girer” mesajı verildi. Aynı mesaj barış isteyen akademisyenlere de verildi. Kürtlerle dayanışmayı suç haline getirmek, aslında yeni Türkiye dedikleri yeni devletin ön hazırlıklarından biri oluyor. Aslında Kürtler ile barış sürecinin devrilmesi aynı zamanda totaliter yeni bir Türkiye rejiminin ilk adımıdır.
Kürt medyasına yönelik daha çok “militan gazetecilik” tanımlaması yapılıyor Bunu bazı gazeteci ve aydınlar da yapıyor. Sizin yorumunuz nedir? Mevcut koşullarda gazetecilik nasıl olmalı? 
Aslıda bu yeni bir şey değil. Bunu 90’lı yıllarda da yaptılar. 90’lı yıllarda var olan sisteme bağlı medya, bunu gazetecilik olmamakla nitelendirdi. Ki aslında bu onların gazetecilik misyonunun yerine getirmediklerinin bir kanıtı. 90 yıllarda büyük medya, devletin bir anlamda ayağı fonksiyonu gördü. Sadece muhalif basın yaşanan Kürt gerçekliğini, trajedisini aktardı. Bir gerçek gazeteciliğin de yapması gereken budur. Sadece Kürt medyasına değil, aynı suçlamalar insan hakları hareketine yönelik de benzer nitelendirmeler yapıldı. 80’li yıllarda ‘Sadece sol tutuklularla uğraşıyorsunuz’ denildi. O zamanlar insan hakları hareketleri aslında başka grupların da hakları için uğraştı. 90’lı yıllarda itibaren ise bu kez ‘Sadece Kürtlerin hakları ile uğraşıyorsunuz’ denildi. Ama aslında İHD, azınlık hakları, kadın hakları, diğer toplumsal grupların hakları ile ilgilendi. Burada amaçlanan insan haklarının hareketlerinin etkisini azaltmak ve itibarsızlaştırmak.
Benzer durum Kürt basını için de yapılıyor. Mesela bu konuda basın meslek örgütlerinin tavrı önemli. Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe öldürüldüğünde resmi otorite tarafından gazeteci değil, militan olarak nitelendirildi. Ama Türkiye Gazeteciler Cemiyeti sahip çıktı. Bu tür cinayetler daha önce Kürt medyasında yaşanıyordu. Ama sol basına yönelince bunun tehlikesini gördü ve tavır aldı. Alınca da etkili oldu. Bunun devam ettirmek gerekiyor. Daha güçlü bir şekilde Kürt basını ile dayanışmak gerekiyor. Bunu mesleki örgütler düzeninde yapmak gerekiyor. Bunu gazeteler veya medya kuruluşları niye yapmıyor diye sormak anlamsız. Çünkü artık 1990’lı yılların medyası bile kalmamış, medya tamamen çökmüş vaziyette.
Avrupa’nın tavrını nasıl okuyorsunuz? 
Dayanışma ve desteğin şekli protestolardan çıkıp, somut bir adıma dönüşmesi gerekiyor. Türk devletinin taktiklerinden biri de sürekli saldırılarla batı kamuoyunu yormak ve tepki veremez hale getirmek. Bu Türkiye içinde de uygulanan bir taktik. Sürekli darbe üstüne darbe indirip, toplumsal vicdanı felç hale getirerek ve yaşananları olağanlaştırmak.
Bu devlet soykırımcı bir devlettir. Bu tarz bir devleti Fransız araştırmacı Yves Ternon ‘L’Etat criminel’ (Suçlu devlet) olarak tanımlamıştı. Ama şimdi giderek batılıların da Amerikalarının da kendi çıkarlarına uyun olarak kullandığı haydut devlet tavrına doğru yönelmekte.
Türkiye’deki muhalefetin etkili olamayışının nedeni nedir? 
 Türkiye’de muhalif çevreler politika üretmek ve direniş örgütlemek yerine en son indirilen darbeye fokus olup, ona tepki gösterme çabasındalar. Ama bundan kaçınılmalı.
Paralize etme durumu yaşanıyor. Şöyle bir açmaz var: Türkiye’de muhalif çevreler politika üretmek ve direniş örgütlemek yerine en son indirilen darbeye fokus olup, ona tepki gösterme çabasındalar. Ama bundan kaçınılmalı. Hem ülke içinde hem de ülke dışında bu tutumdan sakınılmalı. Bakın mesela Suriye örneğinde olduğu gibi. Oradaki vahşet ve kitlesel soykırım normal görünmeye başlandı. Haber olma değeri bile taşımıyor medya için. Bu Türkiye’de basına yönelik saldırılar açısından da böyle.
“Türkiye açısından normal bunları yapması. Dolayısıyla bu bir haber niteliği taşımıyor” yaklaşımı söz konusu. Türkiye’nin haber kanalına girmesi için değişik bir şey yapması lazım. Örneğin “Erdoğan’ın seçilmemesini sağlayacak demokratik direnişin yükselmesi” durumu. Sadece kurban olma veya zulme uğrama üzerinden bir haber konusu olunmaz. Aynı zamanda bir direniş ve bu zulme hayır deme ayağının da olması gerekiyor bu haberde. Bu aynı zamanda dünya kamuoyunun da dikkatini çekebilecek tek nokta.
MA / Rüştü Demirkaya

EN SON EKLENENLER