Yılmaz: ‘Çirkin’lerin En Güzeli

“Belkim bir kertenkeleydim
Piç edilmiş bir yağmurun serini
Bir güzelin çirkiniydim
çirkinlerin en güzeli”

Can Yücel Belkim Bir Kertenkeleyim adlı şiirini ruhuma her üflediğinde kendine yakıştırdığı tabirle Çirkin Kral gelir aklıma, çirkinlerin en güzeli Yılmaz Güney.

Çirkin Kral!

Tarık Dursun’un Milliyet için Yılmaz Güney’le yaptığı bir röportajda doğar Çirkin Kral lakabı. Sinemada iddialı olan Yılmaz, “Bir gün bu Yeşilçam’ın kralı olacağım!” deyince Tarık Dursun “İyi ama, Yeşilçam’da zaten bir kral var,” der ve ekler,  “Üstelik senden çok daha yakışıklı. Verir mi sana krallığı?”

Yılmaz tüm inanmışlığıyla cevap verecektir:
Olsun! Ben de çirkin kral olurum ağabey!”

Başrolünde oynadığı, aynı zamanda senaryosunu yazıp, yönetmenliğini de yaptığı Yarın Son Gündür filmindeki;

-“Mızıka çalmasını öğreneceğim. Belki de artiz olurum, beni Yılmaz Güney’e benzetiyorlar.
-Yok canım sen o kadar çirkin değilsin”
repliğinin  yanı sıra, yine bir başka röportajında;

Ayhan (Işık) Ağabey kesme şeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım. O güzelse, ben de çirkinim Aga’cım. O güzel kralsa, ben de çirkin kralım!” sözleriyle lakabına iyice sahip çıkacak ve bu sahipliği senaryosunu ve başrolünü üstlendiği 1966 yılında çekilen Çirkin Kral filmi ile iyiden iyiye pekiştirecektir.

Yapımcı Nevzat Pesen’in “Yılmaz Güney’in suratı film yıldızlığı için hiç uygun değil, ondan olsa olsa kömürcü çırağı olur,” dediği O Yılmaz, bir inanç ve mücadele adamı olarak yıldızdan da öte o krallığı kendi elleri ile söke söke alacak, yıllar sonra o krallığı da aşarak Türk sinemasının en büyük ismi olacaktır.

Bütün bunları yıllar önce hesaplayarak, tüm zorluklara karşı karşın müthiş bir stratejiyle biçimlendirir Yılmaz Güney. Kafasındaki filmleri çekmek için tavizkar davranacak; kimilerinin ‘çöp’ olarak değerlendirdiği yazıp, oynadığı kimi zaman da yönettiği (avantür) filmlerin maddi ve manevi geri dönüşümleriyle çekeceği o filmlerin zeminini sağlamlaştırmaya çalışacaktır. Çirkin Kral lakabını dillendirmesi ve sıkı sıkıya sahip çıkması da bu stratejinin bir parçası olacaktır elbette.

Bunun altı özellikle çizilmelidir; rastgele ya da şartların oluşturduğu bir figür değildir bahsedilen. Yıllar öncesine uzanırsak meramımız daha iyi anlaşılacaktır:

Yıl 1954 ya da 1955. Yılmaz Güney henüz 17-18 yaşındadır. Adana’da bir meyhanede arkadaşları Nihat Ziyalan ve Özdemir İnce’yle sohbet ederken  “On yıl sonra bütün Türkiye, yirmi yıl sonrada bütün dünya tanıyacak bizi” diyen ve neredeyse on yıl, yirmi yıl sonrasını santim santim planlayan, büyük bir aksama da olmadan o yirmi yıl sonrasını hayatına kaydeden bir ‘inanç’ adamının ibret verici ve büyük bir hayranlıkla okunan hikayesidir Yılmaz Güney’in hayatı.Hiç şüphesiz sadece Türkiye’nin en iyi sinemacısı gelmemeli Yılmaz Güney deyince akla. Bir aktör, bir yönetmen olduğu kadar gibi iyi bir yazar, iyi bir edebiyatçıdan da bahis açılmalı aynı zamanda.

Özdemir İnce, Öküz’ün 64.sayısında (Eylül, ’99) yer alan “Öykücü Yılmaz Güney” adlı yazısında bu ısrarımızı şöyle temellendiriyor; “Daha önce okumadıysanız, Ölüm Beni Çağırıyor isimli kitapta Yılmaz’ın on sekiz-on dokuz yaşlarında yazdığı öyküleri okuyunuz. Bu öykülerde o yaşlara özgü hamlıklar ve acemilikler kuşkusuz eksik değil. Ancak bu öykülerin 1990’larda değil, kırk yıl önce, henüz Marquez’ler, Borges’ler bu ülkede bilinmezken yazılmış olduklarını lütfen unutmayın! O zaman, benim bu yazılarda gördüğüm yazınsal dehayı siz de kolayca görebilirsiniz.

İlk romanı Boynu Bükük Öldüler’le 1972 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan Yılmaz Güney’den bahsediyoruz yani. Ve henüz yirmisine varmadan yazdığı Ölüm Beni Çağırıyor adlı ilk kitabında yer alan Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı öyküsüne açılan davada sonucunda, kendi deyimiyle ne olduğunu dahi bilmediği komünizmin propagandasını yaptığı gerekçesiyle on sekiz ay ağır hapis, altı ay Konya’ya sürgün ve ömür boyu kamu haklarından men ile cezalandırılan Yılmaz Güney’den.

  İyi bir yazar olma hayaliyle çıkar yola Yılmaz Güney; “Bir süre sonra yolumu seçtim. Yazar olacaktım. Köyümü gösterecekler. ‘Yılmaz bu köydendir’ diyecekler” umuduyla. Çok da ayrı düşmez, durup dinlenmeden yazar. Hayatının büyük bir bölümünü hapishanelerde geçiren Yılmaz Güney’i ayakta ve diri tutan şey olur yazmak. “Gerek yazmak, gerekse sinema yapmak benim varlık nedenimdir. Bu gün verdiğim demokrasi mücadelesinin en temel araçlarıdır.” Makaleleri, denemeleri, öyküleriyle…

Yılmaz Güney’in sanat hayatına dair en doğru tespitlerden biri olması nedeniyle  Tunca Arslan’ın, Papirüs’teki (Mart 2000, sayı 37) yazısından bir bölümü paylaşmakta büyük yarar var: “ Yılmaz Güney, çağdaş sanat tarihinde; yönetmen, oyuncu, senarist, yapımcı, öykü-roman yazarı olarak, üstelikte tüm bu uğraşların sosyalist devrimci kimliğiyle birleştirmeyi, ezilenlerin yanında kalmayı başararak yer alan biricik örnektir. İddia ediyorum, ikinci bir örnek daha yoktur.”

Evet, Yılmaz Güney biriciktir ! Sahicidir.

Hiç ‘rol kesmemiştir’.

 Yazdığı öykü ve romanlarında da bu sahicilik çıkar karşımıza, çevirdiği onca film, yazdığı bir o kadar senaryoda da. Umut’ta define arayan babası Hamit Çavuş’tur, çocukluk hevesi mandolin Baba’da yer bulur kendine, Urfa’da da bir otelde ateş edilen ayna Umutsuzlar’da Fırat’ın silahından çıkan kurşunla bir kez daha kırılır.

Yani sanıldığı ya da ısrarla altı çizilmeye çalışıldığı gibi sadece bir ‘siyasi figür’ değildir Yılmaz Güney. Usta yazar Kemal Tahir’in  “Yılmaz Güney, gerçekten halktan yetişmiş, halkın bir şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır. Benim böyle sanatçılardan bir aydın olarak öğrenecek çok şeylerim olduğuna inanıyorum” dediği senarist, yönetmen, oyuncu, yazar Yılmaz Güney’dir.

Evet, bir bilinç süreğidir Yılmaz Güney’in yolu. Agah Özgüç bu bilinçli yolculuğu şöyle anlatır; “Yılmaz Güney başlangıçta en çöp filmleri çekti. Bu çöp filmleri yaparak yeni bir dönem açtı. Bu filmlerde ilginç diyaloglar vardı. En kötü filmlerinden itibaren seyirci desteğine sahip oldu. Bir halk filmcisidir. Halkın içinden gelmiştir. Halkını en iyi tanıyan filmcidir. Bir noktadan sonra (Hudutların Kanunu, Seyyit Han: Toprağın Gelini, Umut ) aydınları da destekçileri arasına kattı. Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Semiramis Pekkan ve Filiz Akın’ın filmlerini kaçırmayanlara bu kadın oyuncularla film çevirerek kendisini tanıtması da akıllıcaydı. Yılmaz Güney kendi aklıyla, kendi bilinciyle kendi kendini yaratmıştır.”

Kendisinden yardım isteyen dansözü pavyonu basarak kaçıracak kadar gözü kara; gardaş, babam gibi sözcüklerle bezeli sohbeti ile samimi; hiç tanımadığı biri için günlerce kederlenecek kadar yufka yürekli bir kraldır O.

Varoluşunu ve eylemliğinin nedenini özgürlük mücadelesine dayandıran; kendisinden başka herkesin üzüntüsünü üzüntüsü, acısını acısı yapan, dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığı bir insanın gözyaşı bile içini parçalayan, kedilere ağlayan, kuşların yasını tutan Yılmaz, merhametli kalbin, direngen aklın ve ölmeyen ruhun bu dünyanın bir parçasıdır artık, kim ne derse desin.

İnsan olma derdinin gardaşı, Krallar Kralı, Baba’sı, Arkadaş’ısın; dünya döndükçe. Dünya döndükçe Yol’u, Umut’usun!

“… Halkın sanatçısı, halkın savaşçısı demektir. Savaşçılar ölür, fakat onların yarattığı birikimler, onların bıraktığı sağlıklı miras, çok sonralara ulaşacaktır…”

Çok Yaşa Yılmaz!

EN SON EKLENENLER