Dersim Soykırımına Giden Süreç ve Dersim Soykırımı – 07

“Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır” Hrant DİNK.

Resmi tarih “Dersim’de, (Tunceli’de) eşkıya isyan etti, bastırıldı” diye bahseder. Gerçek bu değildir. Dönemin egemen güçleri tarafından onlarca raporlar hazırlatılır, yapılan plan ve programlar dâhilinde 1937-1938 yıllarında acımasızca uygulanacak olan “Tedip ve Tenkil” (yok etme) için 4 Mayıs 1937 tarihinde, Bakanlar Kurulunca karar alınır. Bakanlar Kurulu Kararıyla alınan “Tedip ve Tenkil” (Tedip: “Uslandırma, yola getirme, terbiye etme”, Tenkil: “Uzaklaştırma, herkese örnek olacak ceza verme, düşmanı ve zararlı kişileri topluca ortadan kaldırma”)  kararından sonra Dersim üzerine harekât başlatılır.  Pir Seyid Rıza’nın, M. Kemal Atatürk’e “Ben sizin oyunlarınızla başa çıkamadım bu bana dert oldu! Ben de önünüzde eğilmiyorum bu da size dert olsun” deyişi devletin Dersim’de sergilediği oyun, hile, iftira, düzenbazlık, yalancılık, inkâr, asimilasyon, ırkçılık vb. uygulamalarını çok güzel ifade etmektedir. Dersim katliamının suçlusu devlettir, devletten kastımız, tekçi, inkârcı zihniyettir…

DERSİM SOYKIRIMINI YAŞAYAN TANIKLARIN ANLATTIKLARI

Dersim soykırım tanığı Hüseyin Kaya’nın anlattıkları: “Yaşlılarımız, kendi aralarında konuşurken, Hükümet’in, Elazığ da idam ettirdikleri ve birçoğunu da zindanlara doldurdukları Dersim ileri gelenleri ile yetinmediğini, Dersim’e askeri birliklerin çıkarma yaptığını, hesapsız derecede çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapmadan insanlarımızın katledildiğini anlatıyorlardı. Çocuk olmamıza rağmen, ta o zamandan başladı bizde ölüm ve zulüm korkuları!

1938 yılının yaz ayında askeri birlikler bizim köyü de sardılar ve başlarındaki subaylar köy halkına, “köy yakılacaktır, toparlanın, göç edileceksiniz!” emrini verdiler. Biraz Türkçe bilenler: “Eşyamızı ve hayvanlarımızı da birlikte getirelim mi, sorusuna subay “getirseniz bile, sizlere hiç bir faydası olmayacak.” diye cevaplamış. Kısa bir zamanda hayvanları önlerinde, eşyaları ve küçük çocukları sırtlarında toparlanan köylüye hareket emri verildi. Ama nereye? Bilen yoktu. Ne demekti, “eşyaların ve hayvanların size faydası olmayacak” sözü? Demek ki, “bizi götürüp bir yerde kıracaklar” sözleri ana dilde fısıltı halinde kulaktan kulağa ulaşıyordu. Süngülü askerlerin ve eli tabanca kabzasında subaylar nezaretinde köyden çıkardılar bizi. Patika yol güzergâhında ki köy mezarlığına gelince, askerlerin ve subayların şaşkın bakışları önünde köylü birden bire yolun sağ ve solundaki mezarlığa dağıldı. Mezar taşlarına ve mezar taşı olarak eskiden Ermeni ustaların yaptıkları Koç heykellerine sarıldılar ve gözü yaşlı olarak: “Bizi götürüp bir yerde kıracaklar, ama sizler de köyümüzde ki Ermeni mezarları gibi garip kalacaksınız” diyerek dizlerini dövmeye başladılar. Köyden, Erzincan Karasu köprülerine kadar yaşlı, hasta, hamile ve çocuklara günlerce süren bir yaya yolculuk zulmü yaşattılar.

Erzincan düzünde Pülümür’ün birçok köyünden getirilen sürgünlerin meydana getirdiği mahşeri kalabalığın içine birden bire bir takım insanlar gelip adeta pazarda kurbanlık seçercesine, evlatlık çocuk beğenmeye başladılar. Epeyce küçük kız çocuğunu alıp götürdüler. Efendi kılıklı ve yaşlı bir karı-koca da çocuklarının olmadığını ve evlatlık olarak beni istediler. “Beni ayırmayın kendinizden, vermeyin beni” diye çığlıklar kopardım ve beni evlatlık olarak vermediler. Daha sonra kamyonlara balık istifi doldurulduk. Bir kısmımızı Kemah, bir kısmımızı da İliç istasyonuna götürdüler. O zaman Erzincan da tren yoktu. Dipçik darbeleri altında maldan vazgeçildi hatta birkaç parça eşyayı bile almaya bile fırsat tanınmadı. Sürgün edilenlerin köyden getirdikleri malı ve eşyası Erzincan düzünde kaldı. Biz dokuz kişilik ailenin elinde sadece küçük bir bakır bakraç ile bir kilim parçası kaldı.

İstasyonda, içinde su ve tuvaleti bulunmayan gübreli kara vagonlara yine balık istifi doldurulduk ve bilinmeyen bir diyara doğru sadece sürgünlerle dolu kara tren hareket etti. Uzun yolculuk anında bazen küçük bir istasyonda durdurulan tren den inen kadın, erkek, yaşlı, hasta ve hamile kadınlara süngülü askerlerin ve istasyonda seyredenlerin gözü önünde ihtiyaç defettirmenin insanlık ayıbını ve utancını yaşattılar biz Dersim insanına… Niğde ve daha sonra diğer bazı istasyonlarda trenden indirilen Dersimlilerin nereye götürüldüklerini bilemedik. Bizi ve birçok insanımızı da Konya’nın Çumra istasyonunda indirdiler trenden. Ve dağıtım yapıldı. Bizi de Çumra kazasının Alibeyhöyüğü adında ki büyük bir köye verdiler. Aynı gün Ovacıklı bir aile de köye getirildi. Onları görünce çektiğimiz acıları unuttuk ama bu sevincimiz dört hafta sürdü. “Devletin emri var, iki sürgün aile bir köyde olamaz” diyerek bizi başka bir köye sürdüler. Biz ve Ovacıklı Avas ailesi gözyaşlarıyla birbirimizden ayrıldık.

Götürüldüğümüz köye varmadan, biz Dersim sürgünlerine yakıştırılan iftiralar ve önyargılar çoktan köye ulaşmıştı. Gelen ilk soru, “Camiye niye gelmiyor bunlar? Acaba sünnetli mi bunlar? Bunlar dedeleri geldiğinde mum söndürürlermiş, acaba bunlar kuyruklu mu?” Köy bekçisinin toplayıp bize getirdiği kurtlu peynire itiraz eden anneme, “buldun da beğenmiyorsun öyle mi” diyen muhtar, annemi yere fırlattı ve annemi yerde kabaralı potinlerle çiğnediğini bir türlü unutamıyorum. Annemle babam şikâyet için ilçeye gittiler. Biraz Türkçe bilen annem olayı anlatınca, kaymakam muhtarla telefonlaşmış ve sonra anneme “Siz kimden izin aldınız da köyü terk ettiniz? Burada da mı devlete karşı gelip isyan ediyorsunuz? Defolun, gözüm sizi bir daha görmesin” diyerek kovmuş! Sünnetli olup olmadığını öğrenmek için babamı köy odasına çağırmışlar. Kalabalığın önünde üzerine çullanıp zorla şalvarını çıkarıp bakmışlar ve gülüp alaya almışlar. Onuru zedelenmiş olan babamın eve gelip, bir köşeye oturup olanları anlatıp, ağlamasını nasıl unutmam mümkün değil. Üzerimdeki entarimi arkadan kaldıran ben yaştaki çocukların arkamda kuyruk aramaları ve daha sonra da “Bu Kürtler kuyruksuz cinsindenmiş ama babası mutlaka kuyrukludur” sözleri aklımdan çıkmıyor.

Sürgün süresince Türkiye’nin sürgün bölgelerinden uyum sağlayamadıkları için Dersim’e geri gitme istek ve ricalarını içeren dilekçeler Ankara’ya yollandı. İnsanlarımız Dersim törelerinin, insanlarının, kutsal mekânlarının hasretini çekiyorlardı. Dokuz buçuk yıl sonra Hükümet’in “Artık medenileştiniz (!), her on aileye tahsis edeceğimiz bir kara vagonla geri gidebilirsiniz” emrini getiren muhtara müjde bile verildi. Muhtarın gözü önünde annem ve babam yere kapandılar, ellerini kara toprağa bastırıp yüzlerine sürdüler ve o kutsal mekânlara tekrar kavuşabilmenin sevincini görmeliydi insan! Eve dönen annem sevinç gözyaşlarıyla “şükür artık bu esaretten kurtuluyoruz. Yemin ettim, köyümüzün önündeki Xanindor tepesine varınca gelişimizin mutluluğu için kendimi tepeden aşağıya yuvarlayacağım ve dokuz buçuk yıl hasretini çektiğim memleketimin bir avuç toprağını bal kaymak diye yiyeceğim” dediydi.

Sürgün sırasında sağ kalabilenlerimizin tamamı 1947 yılının sonbaharında Dersim’e geri döndü ama sürgün yerinde yoksulluk hastalığı veremden ölen büyük ağabeyim ile 16 yaşında ki ablamın mezarlarımızı gözyaşlarıyla geride bırakıp da geldiğimizden buruk bir sevinç vardı içimizde. Bir tren dolusu sürgünün gelmiş olduğu Çumra istasyonun da sürgünlerin birbirlerine sarılmaları ve Dersim’e dönüş coşkusu görülmeye değerdi. Yine kara vagonlar da günlerce süren bir tren yolculuğu sonunda Erzincan Tanyeri istasyonunda trenden indirildik. Memlekete gelmeye geldik ama tüm bunlara rağmen egemenler bu güne kadar Dersim insanımızın çilesine yeni çileler kattılar ve gözyaşının kurumasına fırsat vermediler.”(…)

Dersim soykırım tanığı Yumoş (Emoş) Bakıray’ın (90) anlattıkları: “1937 yılında Turişmek köyü-Robaik mezrasında, ailemle yaşıyordum. 15 yaşındaydım daha. Askerler katliamdan önce gelip köydeki evlerde bulunan bıçaklarımızı bile toplayınca babalarımız, dedelerimiz şüphelendi aslında. Askerler katırlarla aylarca bölgeye sevkiyat yaptılar, çadırlar kurdular, silahlar getirdiler. Katliam gününde bizim köydeki insanları başka bir köye götürdüler. Biz kaçtık, ormana saklandık. Oradan seyrediyorduk korkuyla. Çevredeki köylerden toplananları ilk önce kadın ve erkek olarak iki ayrı gruba ayırdılar. O anı hayatım boyunca hiç unutmadım. Kalabalığın önüne kurulu silahlar vardı. Askerler erkekleri o silahlarla taradılar. O an yükselen çığlık ve yakarışlar, şu an bile kulağımda.”(…)

“İnsan vicdanının kabul edemeyeceği bir sahneydi benim için. Gece kâbus görmeme neden olan olay o an oldu. Askerleri kadınların içine saldılar. Etraf sarılıydı ve çoğu bir birine iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngüler ile öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlımızı içimize gömüyorduk. Aynı şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık. Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler yerdeydi hala. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık hiç inmedik. Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu.”(…)

Dersim soykırım tanığı Hüseyin Gül’ün (83) anlattıkları: “Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar. Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumun başka yerlerinden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyordular. Koluma süngü isabet edince ah dedim. Canlı olduğumu anlayınca bacağımdan tutup sürükledi ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar beni. Askerler sudayken de ateş etti ama vuramadı. Bir baktım Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerin cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpındım sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy köy dolandım.”(…)

Dersim soykırım tanığı Fatma Bayraktar’ın (81) anlattıkları: “Köyümüze 40 süvari asker geldi. Silahları topladılar katliamdan bir kaç gün önce. Babam da silahları teslim etti. Ondan sonra köylerden herkesi toplamaya başladıklarını duyduk. Demirkapı’da topladılar yüzlerce köylüyü. Biz çocuklar, kadınlar, kızlar kaçıp ormanlara sığındık. Kaçmayanlar, kaçamayanları toplayıp karşılarına büyük makineli tüfekler getirdiler. Bir anda kurşuna dizdiler hepsini. O kadar insan öldürüldü ki, köy meydanı ceset tarlası gibiydi.” “Miço Ağa askerler tarafından öldürüldü. İki kızı vardı ki dünyalar güzeli. Birisinin adı Naciye diğeri Xatun’du. Sapsarı, upuzun saçları, renkli gözleri vardı iki bacının. Dillere destandı güzellikleri. Adlarına türküler yazılırdı. Yüzbaşı bunları karşısına alıp ‘Biriniz beni kabul edin, canınızı bağışlayayım’ dedi. Kızlar diz çöktürülmüştü. Bunun üzerine ayağa kalkıp birbirlerine baktılar önce. Sonra ‘Babamızı, ailemizi, aşiretimizi öldürdünüz. Sana varacağımıza, kanımızın akrabalarımızın kanına karışmasını tercih ederiz’ dediler. Bunun üzerine yüzbaşı kurşuna dizdi bu iki kardeşi. Aylar sonra asker gidince bulundu cesetleri. Sapsarı saçları, toprağa karışmıştı.”(…)

Dersim soykırım tanığı Süleyman Çılgın’ın (89) anlattıkları: “Katliam öncesinde askerler, günlerce köy köy gezip silahları topladılar. Sonra ilk önce ağaları, pirleri, seyyidleri ve aşiret liderlerini toplayıp öldürdüler. Katliam tüm Dersim’e yayılınca kurtulanlar dağlara, ormanlara sığındı. Bunlardan ikisi de aşiretin sevilen büyüklerinden Topo ve Xıdo’ydu. Dağda yaşarlarken bir gün öldürülen babalarının evine geldiler. Muhtar ihbar etmiş duyduğumuza göre. Asker bastı köyü. Saatlerce çatışıp yakalandı Topo ve Xıdo! Katırların sırtına bindirdiler ve yaktılar onları. Küllerini savurdular. Topo ve Xıdo’nun bir mezarı bile olmadı. Binlerce Dersim’li gibi.”(…)

Dersim soykırım tanığı Güllü Yakar’ın anlattıkları: “Katliamdan sonra Çiçekli Köyü’ndeki okula gittim bende. Askerler genelde öğretmenlik yapıyordu. Bize Atatürk’ün, İnönü’nün ne kadar büyük, ne kadar önemli olduklarını anlatıyorlardı. Benim ailem, yakınlarım, komşularım öldürülmüş, köylerimiz yakılmış ama bunu yaptıranlar çok büyük adammış. Ne denir ki oğul. “Hopig ve Demirkapı’da yaşananları nasıl anlatayım ki. Orada insanlık öldürüldü. Biz kaçıp ormana sığındık, kurtulduk. Birçok köyden kadın ve çocuklar toplanmıştı. Önlerine otomatik silahlar kurulmuştu. Kadınlar ayaktaydı. Bir kadın ‘Sakın kimse can korkusu ile yere düşmesin. Hayatta kalan olursa askerler namusuna el atar, kirletir. Dersim kadınları dimdik durun. Ayakta ölelim. Öldürülen erkeklerinizi düşünün’ diye seslendi. Dakikalarca bu kadınlar tarandı. Ölenler tek tek yere düştü. Bir tek kişi bile sağ kurtulamadı.” (…)

Dersim soykırım tanığı Hasan Alpaslan’ın anlattıkları: “Katliamda yakınlarımı, komşularımı, ailemi öldürdüler. Ortalık resmen kan kokuyordu. Yanan evlerin tahtalarından çıkan sesler hala kulaklarımdadır. Sonra sürgün lafı çıktı. Çıkmaz olaydı, doğruymuş. Harput’ta topladılar bizleri. Ölmeyip de sağ kalanları. Esir kampı gibi bir yer. Bizi batıya süreceklermiş. Batı neresidir, nasıldır, gidip ne yapacağız bilmiyoruz ki. Trenler geldi bizim için. Trenlerin de kara vagonlarını layık gördüler bize. Hani hayvan taşınan, ağırlıklı da kara sığır götürülen o vagonları. Bindirildik onlarca insan. Hayvan kokusu neyse de o kadar kalabalık, nefes alamıyoruz. Kapılar üstümüze kapatılmış. Ben dâhil çocuklar ağlar, analar susturmak ister, susmayınca analar da ağlar. Saatler, günlere karıştı. Kaç gün oldu bilmiyorum vallahi. Durdu tren, indik vagonlardan. Balıkesir’miş getirildiğimiz yer. Tam dokuz yıl kaldık Balıkesir’de. Sonra af çıktı, ‘dönebilirsiniz’ dediler, döndük yakılmış, yıkılmış Dersim’imize.”

Dersim soykırım tanığı Bedir Polat’ın anlattıkları: “İki kişiyi birbirlerine bağlayıp, kurşun ziyan olmasın diye tek kurşunla öldürüyorlardı. Bizim köyümüz Çınarlı köyüydü. Bizi köy meydanına topladı askerler. 4 tane hafif makineli tüfek indirdiler, kurdular. Ben ellerimi kız kardeşim Elif’in başına koymuştum korkmasın diye. O kurşunlar beni nasıl öldürmeden geçti bilmiyorum. Elimi parçalamış kurşunlar. Parmaklarım koptu. Kız kardeşimin kafası benim elimde parçalandı.  8 yaşındaydım ben o zaman. Öldü diye beni de Munzur’a attılar. Köyden kaçan ağabeylerim, askerler gidince beni derede buldular. Parmaklarım elimde sallanıyordu. Acı çekmeyeyim diye çekip kopardılar. Munzur’dan odun yığını gibi ceset akıyordu. Munzur, kan gibi akıyordu.”(…)

Dersim soykırım tanığı Ali Kaya’nın anlattıkları: “Bu acı unutulmaz. 94 yaşındayım. Her gün ölüyorum. Biz, Alacık köyündeyiz. Askerin ‘silah bırakın’ emrinden sonra silahlarımızı teslim ettik. Zaten hiçbir zaman askere karşı silah kullanmamıştık. Bizi sürgün edeceklerini söylediler. 18 yaşındaydım o zaman. Çoluk çocuk topladılar bizi köy meydanına. Askerler, süngülerle saldırdı. Komutan bağırıyordu, ‘bir kurşun kaç kuruş biliyor musunuz, süngüyle saldırın’ diye. Bu arada bir el bombası patladı. Sırtıma bir şey saplandı, yere düştüm. İlk süngü yediğimde acı hissetmedim. Ama süngülendiğimi biliyordum. Ellerimden, kollarımdan, karnımdan, sırtımdan defalarca süngülediler beni. Bir asker, bedenimi diğer cesetlerin arasına atmak için davrandı, beni fırlattı. Canım acıdı, galiba bağırdım. Ölmediğimi anlayınca askerler, beni Munzur’a attılar. Ölü gibi yattım. Bir süre sonra askerler gitti. Ben de çıktım Munzur’dan. Köylünün süngülendiği yere gittim. Her taraf kan içindeydi. Ailemden 45 kişi ölmüş, o acıyı yaşayan bilir. O acıyı ben bilirim. O acı unutulur mu?” (…)

Dersim soykırım tanığı Hüseyin DEDE’nin (10 yaşında) anlattıkları: “Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve bizleri taramaya başladılar. Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumdan başka yerlerimden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyorlardı. Koluma süngü isabet edince “ah” dedim. Canlı olduğumu anlayınca bacağımdan tutum sürüklediler ve tepeden aşağıya attılar.  Munzur’a attılar beni! Askerler sudayken de ateş ettiler ama vuramadılar. Bir baktım, Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerinde cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpınarak sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy, köy dolaştım.”

DERSİM soykırımı tanığı Medine Öztan’ın anlattıkları:   “Demirkapı geçidine doğru iki kafile halinde yola düşürüldük. Beyaz Dağ’ın arka yüzündeki bayırlarda kadınlar ve çocuklar kafilesini bir süre beklettiler. Erkekler kafilesini önden sürüp götürdüler. Bir süre sonra bizi de aynı yöne tekrar yola koydular. Vank mezrasının yukarı taraflarında çayırlık bir alan vardır. Çayırlığın arka tarafı yarım daire şeklinde dönen dik bir yamaca dayanır. Yamacın yükselmeye başladığı sınırda Sorxum dediğimiz çalılıklar vardır. Çalılıkların önünde bizi birkaç sıra halinde dizdiler. Karşımızda ne olduklarını, ne işe yaradıklarını bilmediğim şeritli makineler kurulu, aklım olacaklara ermiyor… Ablam beni göğsüne bastırmış, gözyaşı döküyor. Ne olduğunu anlayamadım. Birden ablamın kafası uçtu, birlikte yere yıkıldık. Ablamın ağırlığı üzerime bindi. Ağırlığın altından Kurtulmak yerine tırnaklarımla toprağı kazıyor, yerin dibine girmeye çabalıyorum. Üzerime ablamın ılık kanı boşalıyor…”

Dersim soykırımı tanığı Seydali Hesen’inin anlattıkları: “Askerler bizi Qırnağa Khali deresine indirdi. Dere kıyısında kafilemiz bekletilirken Hıdır Oğlu Bıra’nın Wes (Veysel) kadınlara dedi ki: hayrınıza bana bir avuç su yetiştirin! Erkeklerin elleri sicimlerle bağlı, kadınların ve çocuklarınki ise serbestti. O yüzden kadınlardan su istedi. Kadınlardan biri peştamalın eteğinde su getirdi ki Veysel içe… Askerin biri gelip peştamalına vurarak suyu döktü, bırakmadı suyu içsin. Kendime geldiğimde, annemin yığının kenarında uzanmış ölüsü üzerinde buldum kendimi. Baktım ki hala askerler ölülerin arasında dolanıyor. Gözlerimi tekrar yumdum. Öyle kaskatı bekledim. Askerin biri gelip üzerime bastı, kolumu, bacağımı çiğnedi; başımdan bir yara, omzumda bir yara, iki omuz boşluğumda iki de süngü yarasıyla yine bayılmışım. Ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum. Bir daha kendime geldiğimde, ölü yığınlarının arasında birinin iniltisi geliyordu. İnleyeni amcamın oğlu Haydar sandım, gencecik, fidan boylu bir adamdı. Benden yaşça büyük olduğu için “amca Haydar” diye seslendim. Seslenişime ses veren amcamın oğlu Veysel oldu. “Seydali’m” hareket edecek durumdaysan gel şu bileklerimdeki sicimi çöz dedi. Ben yerimden kımıldayamıyorum dedim. Öyle dediğimde bağlı elleriyle yakasız gömleğine asıldı, kefeni yırtarcasına; yakasını çekiştirirken can verdi.”

Sonuç: Dersim’de yaşananlar bir “soykırımdır”,  aynı zamanda tüm insanlığa karşı işlenen bir suçtur. İnsan yüreğine sahip vicdanlı olan herkes bildi ki; zulmü unutmak insanlığa ihanettir!  Devlet, Dersim ismini iade etmeli, Seyid Rıza ve yoldaşlarının mezar yerlerini açıklamalı, insanlığa karşı işlediği bu suçla ve yaptığı soykırımla yüzleşmelidir. Yüzleşme olmadan yaralar iyileşmez! Yüzleşme meselesi sadece devletin meselesi değildir. Yüzleşmenin tek yönlü olmadığını da göz ardı etmemeliyiz! Yüzleşme meselesi, bir bütün olarak etnik ve inanç kimlikleri bakımından bu ülkede yaşayan, inkâr edilenlerin, ezilenlerin ve katliamlara uğramış bütün etnik ve inanç toplulukların ortak meselesidir. Unutulmamalıdır ki; yüzleşmek belki geçmişte yaşanan katliamları ortadan kaldırmaz ama geleceği birlikte örmenin yolunu açar. Evet, topyekûn bir yüzleşme olmadan, devlet aklı ve zihniyeti demokratikleşmeden, barışın ve de demokrasinin tesis edilmesi mümkün değildir. Sevgiyle. Aşk ile.

EKLER:

Vank’ta yakılan bir ev ve köyün mağdurları! (Kalan Müzik Arşivi) Uzak ve yakın tarihte (Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi) yaşanmış tüm katliamların, inkârın ve asimilasyonun toplumsal ve kişisel hafıza üzerinde yarattığı tahribatı görüp, tekçi-inkârcı ideolojinin 1925’lerden günümüze dayatmayla ve baskıyla ortaya çıkardığı toplumsal ve sosyolojik yapıyı iyi okuyup incelememiz ve tek parti döneminin ideolojik dünya görüşü olan faşizmi sorgulamamız, hatta onun içinden türemiş diğer düzen partilerinin ortak özellikleri olan, Kürt kimliğini ve Alevi inancını inkâr eden yapıları (ittifakları) iyi tanımamız gerekiyor. Tersi durumda geleceği özgür kılmamız mümkün olmayacaktır.
Dersim Halvori kayalıkları, bu kayalıklara iyi bakın! Dersim soykırımı tanıklarının anlatımlarına göre yüzlerce kadın canımız, zalimin zulmünden kurtulmak için kendilerini bu kayalardan, (uçurumdan) aşağı attılar. M. Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar üçlüsünün yönetiminde on binlerce can’a mezar olan Dersim’de açık bir katliam, bir kitle kırımı (soykırım) yapıldı.

Soykırımı kavramı ne anlama gelmektedir?  Birleşmiş Milletler, 9 Aralık 1948 tarihinde, 12 Ocak 1953’te yürürlüğe giren soykırımın önlenmesi ve cezalandırılmasına ilişkin 260 numaralı kararı (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) onaylamıştır. Federal Almanya soykırım konvansiyonunu Şubat 1953’te imzalamıştır. Bu karar gereğince soykırım, uluslararası hukuka aykırı “uygar dünyanın mahkûm ettiği” insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçtur. “Soykırımın, uluslararası kurumların, ulusal devletlerin ve kişilerin sorumluluk duyması gereken en büyük insanlık suçu” kabul edilmesi anlayışına temel olan düşünce, ikinci paylaşım savaşında insanlığa karşı işlenmiş suçları, halklar hukuku bağlamında anmak için Birleşmiş Milletler’in 21 Aralık 1947 tarihli genel kurulunda kabul ettiği 180 numaralı kararıdır. Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonu ikinci maddesi “bir ulusu, bir etnik, ırksal, ya da mezhepsel grubu tamamen ya da kısmen kasıtlı olarak tahrip etmek amacı ile” aşağıda sıralan suçlardan her hangi birinin işlenmesini soykırım olarak değerlendirmektedir. Gruba mensup bireylerin katledilmesi, grup üyeleri üzerinde bedensel ve ruhsal ciddi zararlara sebep olunması, grubun yaşam kaynaklarının tamamen ya da kısmen kasıtlı olarak ortadan kaldırılması, grup üyelerinin doğal üremelerinin kasıtlı olarak engellenmesi ve grup üyelerinin çocuklarının zorla ellerinden alınıp başka bir gruba verilmesi! Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonu ikinci Maddesi’ndeki tanımlamalara göre Dersim’de yapılanlar bir insanlık suçudur ve bir soykırımdır…

Dersim katliamında “yakıcı ve boğucu gaz” kullanıldığını, Dersim soykırım tanığı ve dönemin görevlisi İ. Sabri Çağlayangil tarafından, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na verdiği röportajda itiraf ediliyor: Dönemin (1937-1938) Sağlık Bakanı ve 1942 yılında Başbakanlık yapan Dr. Refik Saydam’da, dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a gönderdiği telgrafta Dersim’de “yakıcı ve boğucu gaz” kullanıldı diyor. Refik Saydam, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a gönderdiği telgrafta; “bir hekim olarak yakıcı ve boğucu gazların, düşman askerlerine bile uygulanmasına karşı olduğumu belirtmeliyim. Tunceli’de kullanılan bu gazların bir daha kullanılmaması için yasa teklifi hazırlamaktayım. Ön hazırlık raporunda ifade edildiği üzere kendi halkımıza kullanılan bu gazların toplu sivil ölümlere yol açtığı görülmektedir. Bir hekim olarak da bir insan olarak da bundan utanç duyduğu belirtmeliyim” diyor. Belgeler Hasan Saltuk’un (Kalan Müzik Arşivi) arşivinden alındı ve Dersim Araştırmaları Merkezi tarafından Şişli Kent Kültür Merkezi’nde yapılan anma töreninde açıklandı.
Türkiye o dönem “yakıcı ve boğucu gaz”ları Almanya’dan almış! Dersim halkı mağaralarda ve birçok yerde bu yakıcı ve boğucu gazlarla bombalanarak katledildi.
Suriye’de ve Irak’ta IŞİD’in yaptıklarının aynısı 1937-1938’de Dersim’de yapılmış! Kafa kesip resim çeken cellâtlar… Dersim 1937–1938’de ve Suriye-Irak 2014–2015: yapılan barbarlıklar aralarında ne fark var? Dönemin egemenleri Türk-İslam sentezine dayalı politikalarını hayata geçirmek ve Dersim’de egemen kılmak adına, insanlık dışı yöntemleri kullanarak, kadın-çoluk-çocuk-yaşlı demeden insanlara zulüm edip katlettiler. Bir de ustaca işledikleri suçları örtbas ettiler, ya da gizlediler. Ama tarihte hiç bir suç gizlenemez. Hele bu suç insanlık suçuysa… Dersim soykırımı bir insanlık suçudur… Bu soykırımın kararını alan, uygulayan ırkçı, gerici, faşist egemen sınıfları ve onların günümüzdeki uzantılarını kınıyor ve lanetliyorum.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

1- alevilerden-ozurdile.com (08.12.2011), Dersim Soykırım (1937–1938) tanıkları anlatıyor, (Röportaj; Elif Orhan, 06 Eylül 2010)

2- Remzi Budancir, Taraf Gazetesi, 24- 25–26. Kasım 2011.

3-alevilerden-ozurdile.com (09–11.12.2011), Dersim Soykırım (1937–1938) tanıkları anlatıyor, Dersim, DİHA – Haziran 2011.

4-https://www.alevinet.com/2018/11/15/dersim-katliami-tanigi-emos-bakiray-son-istegim-devletin-katliamla-yuzlesmesidir,  15 Kasım 2018.

5-Özgür Gündem gazetesi = https://www.cnnturk.com/video/turkiye/dersim-katliaminda-gaz-kullanilmasinin-belgesi-ortaya-cikti?

6- Mehmet Kabadayı, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Kitle Katliamları, Vesta Yay, 2015.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın diğer makaleleri